Geçenlerde eski meslek büyüğüm olan bir bilge insan söz arasında “1923 öncesine değil, 1839 öncesine dönüyoruz” diye hayıflandı. Bu saptaması aslında beni sevindirdi, çünkü epeydir aynını düşünüyorum. Korkuttu da, haydi ben fevriyim, dengesizim, naifim; ya bu denli deneyimli, temkinli, güngörmüş birinin aynı görüşü kendiliğinden paylaşması?
Gazeteci İrem Afşin ise yine geçenlerde mikroblog sitesinden şu paylaşımda bulundu: “Kadıköy metrosunda vagonun kapısı açılınca inmeye çalıştığımda beni koca cüssesiyle gerisin geri vagonun içine iten adama ‘izin verseydiniz de önce biz inseydik’ dedim. Aldığım cevap: ‘Ben bindim, artık inebilirsin.’ Köye taşınmak istiyorum, bari öküzler gerçek.”
Ben böyle düşünmüyorum, Afşin’in aktardığı pozisyonda metroya giren bizatihi köyün kendi zaten bence. Köy denilenin idillik bir yanı bulunmadığını, köyün pastoral bir mutluluğu temsil etmediğini söyleyegeldim. Köyün kente girmesinin, kentin köyleşmesinin, siyasetin köylüleşmesinin (haydi abartalım) “tüm kötülüklerin anası” olduğunu düşünüyorum.
İstanbul (Avrupa Yakası) ve Bodrum’da pek çok (başarılı olduğu anlaşılan) işletmenin sahibi Tayfun Topal bir soruya cevaben “Anadolu Yakası’nı sevmiyorum. O tarafın insanları ‘burası bizim’ havasındalar.” diyor. Haklı. Ben de bundan dolayı seviyorum köyümüz Kadıköy’ü. Teşbihte hata olmaz: Norberto Bobbio’nun Torino’su varsa…
Tiflis Büyükelçisi Ceren Yazgan’ın da canı sıkılıyor herhalde kış mevsiminde, Sarah Jessica Parker’in (SJP) Selahattin Demirtaş’ın “Seher” kitabının İngilizce baskısıyla Vogue dergisinde yayımlanan fotoğrafını eleştirme ihtiyacı hissetmiş: “Vogue’a artık PKK’lı kadın teröristlerle söyleşi yapmak yetmiyor mu”, “SJP’ye kimse PKK’nin kurbanlarından bahsetmedi mi?” diye soruyor.
Daha önce de hatırlarsınız Şikago Başkonsolosu Umut Acar daha sonra Avusturya Başbakanı olan, o dönemde Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz’a “Seboş” diye hitap ederek, aklınca oturduğu yerden ayar vermişti. “Zoruna mı gitti aslanım?” diye sorabilirsiniz bana. Hariciyecinin hele büyükelçinin turolleşmesi, benimle yahut temsil ettiği varsayılacak herhangi bir yurttaşla sosyal medyada düzeysiz polemiklere girmesi, evet ağırıma gidiyor.
Bir başka diplomat, Fransa’nın İstanbul Başkonsolosu Bertrand Büchwalter ise Sarı Yelekler bağlamında önce barışçıl gösteri yürüyüşlerinin demokratik bir hak olduğunu vurguladı. Sonra, Metin Yeğin’in Paris’ten paylaştığı “kahrolsun havyar, yaşasın kebap!” duvar yazısına aynen katıldığını belirtti. Yani meşin yuvarlak, top filelerle buluştu, adeta al da at dercesine gibi kalıplarla konuşursak Bertrand Bey “ezber bozdu”.
Murat Özçelik de benim hem Ankara’da hem Irak’ta maiyetinde çalışma ayrıcalığım olmuş bir emekli büyükelçi. “Oyun Kuruculuktan, Oyun Bozuculuğa” kitabı yeni çıktı. Henüz okuyorum, üzerine ayrıca yazmak da istiyorum. Büyükelçi Özçelik’le her konuda aynı düşündüğümüzü söylenemez ama birlikte görev yaptığımız dönemde bizi birleştiren temel ve hariciyede nadir bulunan husus, Kürt sorununun barışçı yoldan halli ve Ortadoğu ülkeleriyle ulusal çıkarlara dayalı akılcı dış politika geliştirilmesiydi.
Büyükelçi Özçelik’inki bir anı kitabı değil. Daha ziyade, Bağdat Büyükelçiliği’nin ardından topu topu altı ay yürütebildiği Kamu Güvenliği Müsteşarlığı görevinde ve üzerine yine kısa dönem bulunduğu CHP Genel Başkan Yardımcılığı konumunda yalvarırcasına anlatmaya çalışıp, kimseyi ikna edemediği değerlendirme ve önerilerinin toplamı denilebilir. Malum, Özçelik neredeyse “lanet olsun” deyip köşesine çekilmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ise anımsatmaya gerek yok, o kendini her gün anımsatıyor. Demirtaş’a AİHM kararı için “karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” demişti, dediğini yaptı. Şimdi Fatih Portakal’ı diline doladı, “portakal mıdır, mandalina mıdır, enseni patlatırlar” diyor. Mümtaz anamuhalefetin lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu “meydanlara gömeceklerini” vurguluyor. Kadıköy, Beşiktaş, Çankaya’yı “ülkenin kaymağını yiyenler” diyerek hedef gösteriyor.
Anayasanın 34'üncü maddesinde “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” yazsa da, Cumhurbaşkanı “sakın ha” yollu uyarılarını sürdürüyor. Aman canım, ben de anayasa demişim. Bakınız, denizin altına tünel yapmışız, yedi düvel hayret ve gıptayla bizi izliyor. Gerçekötesinin ağadayısını yaşıyoruz doyasıya.
Tiyatroda büyük canlılık var, duvar sanatında ciddi yaratıcılık göze çarpıyor, Hasan Bülent Kahraman “sokakta kime rastlasam roman yazdığını söylüyor” diye dalgasını geçse de, edebiyatta, kitap basımında hareketlilik var. Belki söylenilen doğrudur, totaliter-otoriter rejimlerde muhalefet yok olmuyor, biçim değiştiriyordur.
Suratlarına tükürülse “ya Rabbi şükür” diyecek, yarınlar hiç olmayacakmış gibi, aynaya bakmak zorunda hiç kalmayacaklarmış gibi yaşayan kimi kifayetsiz muhterisleri, her devrin adamlarını, küçük insanları belki muhatap alıp, sinir bozmaya da gerek yoktur. “Belki şehre bir film gelir/Bir güzel orman olur yazılarda/İklim değişir, Akdeniz olur” filan yani.