İrfan Değirmenci: Kovulduğumda sessiz kalan gazeteciler bugün tazminatlarını hesaplıyor
16 Nisan referandumunda “Hayır” oyu kullanacağını açıkladığı için kendisini işten atan Doğan Medya’nın satılışını değerlendiren gazeteci İrfan Değirmenci, “insanlar yıllardır boşuna 'kurtuluş yok tek başına' diye bağırmıyor. Atıldığımda benden bir destek mesajı esirgeyen meslektaşlarım, bugün tazminatlarını hesaplama derdine düşmüş durumda” diyor.
Bir süre öncesine kadar “daha neler göreceğiz” dediğimiz her
şeyi peyderpey görüyoruz. 19 yıl önce Ankara Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde okurken, bir arkadaşlarımızın “Bu ülkede yasama,
yürütme, yargı ve Aydın Doğan medyası var” dediğini hatırlıyorum.
Yasama, yürütme ve yargıdan sonra nihayet Doğan Medya da aynı elde
toplanmış gibi görünüyor. Yandaş gazeteciler, Doğan Medya’dan
atılacakların listelerini tefrika etmeye başladı bile.
Öte yandan alternatif basın kuruluşları sistematik bir baskıyla,
kapatılma tehdidiyle, sansürle karşı karşıya. Özgürlükçü Demokrasi
gazetesinin kapatılması, internet yasasıyla birlikte internet
yayıncılığındaki denetimin yeni bir boyut kazanması, bağımsız
gazeteciliğin koşullarını sıfırlama noktasına getirdi.
16 Nisan referandumunda “Hayır” oyu vereceğini açıkladığı için
Aydın Doğan tarafından işten çıkarılan gazeteci İrfan Değirmenci,
Doğan Medya’nın satılışı üzerine attığı bir tweette “endişeli”
okura şöyle seslendi: “Ülkede basın özgürlüğü bugün itibariyle
bitti’ duyarı yapacaksanız hobi olarak yine yapın ama yarın
sabahtan itibaren gazete bayinizden aldığınız gazeteyi, bu akşamdan
itibaren izlediğiniz televizyonu değiştirmeyecekseniz hiç kusura
bakmayın kabahatin çoğu sizin kardeşim!”
Doğan Medya’nın el değiştirmesi ve geçen hafta yayınlanan
Herlanda isimli romanı vesilesiyle İrfan Değirmenci’nin
kapısını çaldık…
İrfan Değirmenci
Doğan Medya’nın satılması üzerine konuşmak için sizinle
görüşmek istemiştik ama üstüne bir de Özgürlükçü Demokrasi
gazetesinin kapatılarak kayyım atanması haberi geldi. Sizce anaakım
medya el değiştirirken alternatif kanalların da kapatılması,
gazeteciliğin geleceğine dair ne anlatıyor?
Herkes gibi benim de olumlu bir öngörüm yok. Doğan Medya
devredildiğinde de söylediğimiz gibi gazeteler ve televizyonlar
yalnızca okurun ve izleyenindir; sahip çıkmak gerekiyor. Geriye
zaten üç-dört umut çiçeğinin tomurcuğu sayılabilecek gazete kaldı.
Orada çok zor şartlar altında çalışan meslektaşlarımız boşuna
“abone olun, destek olun” çağrıları yapmıyor. Eğer okur mevcut
durumundan çok şikâyetçiyse, şimdiye kadar gazete bayiine gidip
BirGün, Evrensel veya Cumhuriyet gazetesi bulamıyorsa, ısrarla
talep etmeli. Özgürlükçü Demokrasi’ye gelince… Sadece bugün değil,
her zaman çok ağır koşullar altında yayıncılık yaptılar. Oradaki
meslektaşlarımız en ağırın da en ağırını gördü. Ama Özgür Gündem
direniş ve dayanışma kültürünün çok köklü olduğu bir müessese.
Elbette kapılarına kilit vuruldu diye umutlarını kaybedip
vazgeçecek değiller. Yine seslerini duyuracakları bir yol
bulacaklardır diye düşünmek istiyorum. Ama bu el koyma, ülkemiz
adına çok kaygı verici. En ufak bir farklı sese tahammülün
kalmadığı, herkesi aynı şeyi düşünmeye ve söylemeye zorlayan
distopik bir romanın içindeyiz.
Yeni çıkan romanınız Herlanda, ismi Her
Şey olan tiranın hüküm sürdüğü bir distopya. Karanlığın hüküm
sürdüğü bu distopyayı neden iyi sonla bitirdiniz?
Çünkü bu aslında bir direniş, bir umut romanı. Hikâye 2141
yılında geçiyor ve 150 yıldır iktidarda olan 185 yaşındaki Her
Şey, işi, ülkenin adını değiştirmeye, Herlanda
yapmaya kadar vardırmış. Özel kurulmuş laboratuvarlarda sadece
kendisi için geliştirilmiş ilaçlarla yaşatılan, ortalama 250 yıl
yaşaması planlanmış Her Şey, 2141 yılına gelene kadar
ülkede adım adım kontrolü ele geçirmiş.
Romanda aslında Türkiye’nin bugünü veya geleceğini mi
anlatıyorsunuz?
Benzer sorular soran okura, bunun dünyanın her yerinde
olabileceğini, Türkiye’yle birebir özdeşleştirmemelerini
söylüyorum.
“HER ŞEY”E KARŞI “HİÇLER”
Herlanda nasıl bir ülke?
Örneğin tek bir gazete var orada. Gazetenin köşe yazılarını ve
haberlerini de farklı isimlerle bizzat Her Şey yazıyor.
Sadece bu gazetenin dağıtımına izin verildiği gibi yurttaşlara
gazetede okuduklarını anlayıp anlamadıklarına ilişkin test de
yapılıyor, testi geçemeyenler cezalandırılıyor. Elbette her baskı
toplumda yanıt bulacaktır ve bu yanıtı Herlanda’da da
kendilerine Hiçler diyen isyankârlar veriyor. Ellerinde fotokopi
makinası dâhil hiçbir teknolojik imkân kalmadığı için, Yürüyüş
Mektubu adını verdikleri gazetelerini elle çoğaltarak
dağıtıyorlar.
Bir zamanlar fabrika işçilerinin, devrimcilerin,
sendikacıların yaptığı gibi yani…
2141 yılından bahsediyorum deyince herkes uçan arabalar,
Mars’tan gelen araçlar mı var diye düşünüyor. Oysa Her
Şey, kendisi ve çevresindekiler hariç kimsenin teknolojik
ilerlemeden faydalanmasına izin vermediği gibi, haberdar olmalarını
da engelliyor. İnterneti de yasaklayarak ülkeyi sanal olarak
dünyadan yalıtan, deniz ve kara sınırlarını devasa duvarlar örerek
kapatan bir tirandan bahsediyoruz. Korkuları onu baskıcı yaptıkça,
ülkeye giriş çıkışları da yasaklamış. Dahası, ülkenin her tarafı
beton. Toprak bulmak, betonu delip toprağı çıkarmak, işlemek
suç.
Neden?
Her Şey 150 yıla yakın iktidarını sadece inşaat
sektörüyle ayakta tutmuş ama artık inşaat yapılacak yer de
kalmamış. Fakat lider, insanların üretimden devşirebilecekleri gücü
de sıfırlamak istediği için üretimi yasaklamış ve ekonomiyi, sadece
kendi şatosunun limanından dünyaya açılmasına izin verilen büyük
gemilerle diğer ülkelere kendi yurttaşlarının sağlam organlarını
satarak çeviriyor. Ömrünü uzatmak için ilaçlar üretilen
laboratuvarlarda yurttaşların organları çıkarılıyor.
İsyancıları harekete geçiren olay ne?
Küçük bir kızın, annesiyle birlikte bu laboratuvarlardan
birinden kurtulmayı başararak diğer insanlara anlatmasıyla başlıyor
isyan. Önceleri kimse küçük kız ve annesinin anlattıklarına inanmak
istemese de aslında herkes liderin bunu yapabileceğini, ortadan
kaybolan insanların akıbetinin buna dayandığını kısık sesle
konuşuyor. Zamanla örgütlenen milyonların, laboratuvarların
bulunduğu şatonun kapısına dayanması, ülke için dönüm noktası
oluyor.
ZULMÜ SONA ERDİRMEK OKURUN ELİNDE
Firdevsi’nin Şehname’sinde anlattığı zalim Dehhak
hikâyesini andırıyor bu. Dehhak da iki omzundaki yılanları
gençlerin beyinleriyle besliyor ve nihayet Demirci Kawa’nın
isyanıyla karşılaşıyor…
Bu tespiti çok önemsiyorum. İlk kitabım Bir Uyuyup
Uyanalım kovulmamdan hemen sonra çıkınca insanlar kendi
hikâyemi anlattığımı düşündü. Oysa o roman da Yedi Uyurlar, Eshab-ı
Keyf söylencesinin günümüz versiyonuydu. Yedi Uyurlar pek çok
farklı inanışta vardır. Zamanın zulmünden kurtulmak için
kendilerini bir mağaraya kapatırlar ve yüzlerce yıl uyurlar. İlk
kitabımın kahramanları da kendilerini bir apartmanın çatı katına
kapatıp uykuya dalıyorlar. Uyandıklarında zulüm sona ermiş olur mu,
bunu okura bıraktım. Çünkü zulmün sona erip ermemesi aslında okurun
elinde.
Bir Uyuyup Uyanalım’da etrafları linççi grup tarafından
sarılmış bu insanların maruz kaldığı saldırı Sivas Katliamı’nı da
düşündürüyor…
Elbette; çünkü tüm bunlara tanık olduk, oluyoruz. Anlatılmamış
öykü yok aslında. Önemli olan o öyküyü bugüne nasıl
uyarlayabildiğin. George Orwell’ın kitaplarına son yıllarda
Türkiye’de büyük ilgi var. Peki bugünün faşist baskısını ve
alternatif bir yeni dünyayı anlatacak kitaplar yok mu? Yok mudur
bunu yazacak olan? Böyle bir duyguyla yola çıkarak
Herlanda’yı yazdım. “Her şeye boyun eğilen yerde bir hiç
olup direnenler” yazılı kitabın afişini bir okur İstanbul
metrosunda görmüş. Herhalde fotoğrafım olmadığı ve ismimi
hatırlamadıkları için izin vermişler. Büyük bir iş başardım
demiyorum. Yazdığım şeyin roman olduğunu söylemeye bile
çekiniyorum. Kafamda kurduğum bir şeyi kâğıda döktüm ve paylaştım
ve bundan büyük bir zevk aldım, hepsi bu.
Herlanda’yı nasıl bir ruh haliyle
yazdınız?
Çok karanlık bir ortamda ve karamsar bir ruh haliyle masaya
oturdum ve Herlanda öyle çıktı. Fakat romanın sonunda
okuru karanlığın içinde bırakmak istemedim. Kendime de okura da
kıyamadım. Çünkü sonuçta bir şey değişecekse, bunu her şeye rağmen
umutla besledikleri cesaretle adım atanlar yapacak.
Umut ve cesaret sözcüklerini son yıllarda çok kullanır
olduk. Sizce nedir umut ve cesaret?
Boş umudun yarattığı hayal kırıklığı cesareti de kırdığı için
bence affedilmez bir suç. Benim açımdan umudu tarif eden kişi,
cezaevinden çıktığında şu sözleri söyleyen Ahmet Şık’tır: “Ben
sevinmiyorum. Öfkeli olmanızı tercih ediyorum. Çünkü öfke bizi
ayakta tutacak, umudumuzu öfkemizle bileyeceğiz. Bunu yapmazsak
saçma sapan şeylere sevinmeye devam edeceğiz. Bugün sevineceğimiz
bir gün değil. Ama bu ülkede sevineceğimiz gün gelecek.” Umudu
öfkeyle bilemek… Tanıdığımız, bildiğimiz insanların başına
gelenlere karşı hepimiz öfkeliyiz ama bu öfkeyi hepimizin yararına
olacak bir şeye evriltmek için umutlu olmak zorundayız. Daha yola
çıkmadan “bu yolun sonu bir yere varmaz” diyenin varacağı bir yer
yok. Fakat bu boş bir umut değil, “harekete geçin” demektir. Kimse
“ben ne yapabilirim ki” dememeli. Herkesin yapabileceği bir şey
vardır. Mesela yıllardan beri alıştığınız konforu elinizin tersiyle
itebilmelisiniz. “Azıcık aşım, kaygısız başım” demeden, doğru
bildiğini söylemekten korkmamaktır umut. Doğruları söyleyenlerin
artmasıyla büyüyen cesaret dönüştürür.
Doğan Medya’dan atılmamış olsaydınız, atıldığınızdan bu
yana gerçekleşen onca şey karşısında “her şeye rağmen burada bir
şeyler yapıyorum” diyerek kalmayı sürdürmeyecek
miydiniz?
“Orada çalışırken iyiydi, şimdi mi konuşmaya başladın” diyorlar.
Ben dönüp dönüp atıldığım o günü anlatmak istemiyorum. Ankara
Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okurken, önce yerel kanal olan
Ostim TV’de çalıştım. Ahmet Taner Kışlalı hocamızın öldürülmesi
üzerine fakültede yapılan Siyaset Meydanı programındaki konuşmamdan
sonra ATV’de staja başladım. Ayşenur Aslan’ın haberlerimi beğenmesi
üzerine orada kadroya alındım. Sonra Cem Uzan’ın Star’ında,
ardından CNN Türk’ün, akabinde Kanal D’nin Ankara bürosunda
muhabirlik yaptım. Fox TV’de çalışmak üzere İstanbul’a gelip altı
ay muhabirlikten sonraki dört yılı sabah haberlerini sunarak
geçirdim. Mehmet Ali Birand’ın daveti üzerine de 2010’da Doğan
Medya’ya geri döndüm. Kovulduğum 2017 yılına kadar o anaakım
medyada ayrık otu gibi bir kenarda tutulduk. Yaptığımız yayınlar
patron katında rahatsızlık yarattığı için mobbinge uğradım, haber
bültenimin saati kısaltıldı, kuşa çevrildi. Oradaki her türlü
baskıya direndik. Çünkü oradan ulaşabildiğimiz kitlenin önemli
olduğunu düşündük. 2013 Haziran’ında aynı kurumda penguen
belgeselleri yayınlanırken biz sokakta olup bitenleri, polis
şiddetine uğrayanları, hayatını kaybeden çocukların haberlerini
seyirciye aktardık. Patronun veya medya grubunun tutumu ne olursa
olsun, eziyet görenlerin, ezilenlerin yanında olduk. Gezi’de,
Soma’da, Ermenek’te… Cumartesi Anneleri’nin, tutuklu gazetecilerin
haberlerini uzun uzadıya haber verdik. O yüzden içim çok rahat.
16 Nisan referandumu öncesinde “Hayır” oyu vereceğinizi
gerekçeleriyle Twitter’dan aktarmanız üzerine atıldınız. Sizi o
açıklamayı yapmaya iten şey ne oldu?
Referandumun Türkiye için dönüşü olmayan bir yol açacağını
düşünen bir yurttaş olarak o tweet’leri attım. Üstelik ben o
mesajları yazmadan hemen önce, Ankara Üniversitesi’nin kapısında,
aralarında Korkut Boratav’ın da olduğu hocalar içeri alınmadı,
bazısı tartaklandı. Aralarında arkadaşım olan hocalar cübbelerini
kaldırıma koydular ve o cübbeler orada ezildi. Ağır geldi bu bana.
Sana biat etmeyen herkesi düşman belleyemezsin, barış dâhil, bütün
kavramların içini boşaltıp anlamının tam tersi uygulamalar için
kullanamazsın! Pazartesi günü ekrana çıksaydım da aynı şeyleri
söyleyecektim ama onu beklemeden, Cuma akşamı “Hayır”ımın
gerekçelerini sıraladım. Birkaç tweet attıktan sonra o zamanın
genel müdürü arayıp “hacklendin mi” diye sordu. “Hayır” deyince,
“ne yapmak istiyorsun” diye sordu. Ben de bu mesajlarımı olabildiği
kadar fazla insana ulaştırmak istediğimi söyledim. Bu mesajları
attığımda kovulacağımı biliyordum. Ama bu kadar hedef göstererek,
arkamdan bildiri yayınlayarak, tazminatım ödenmeyerek kovulacağım
aklıma gelmemişti. Fakat iktidara yaranırım diye düşünen Doğan
Medya, beni göndererek Evet cephesinde olduğunu, biat etmeye devam
edeceğini göstermek istedi. “Hayır” diyenlerin vatan haini,
terörist olarak sunulduğu bir ortamda beni parmakla gösterip “bu
arkadaş kışkırtıcıdır” dedi Doğan Holding. Ahmet Hakan köşesinde
ismimi vermeden “ben Hayır militanı olmayacağım” diye yazdı,
kendisini tarif etti.
16 Nisan akşamı çıkan sonuç karşısında ne
hissettiniz?
17 Nisan’da Ankara’da YSK’nın önüne itiraz dilekçemle gittim.
Yanımda birkaç emekli Ankaralı ve cesur öğrenci dışında kimse
yoktu. Muhalefet ne o gece sandığa sahip çıkmıştı ne de ertesi gün
gerekeni yaptı. Kendimizi yapayalnız hissediyorduk. Ertesi gün
İstanbul’a, 11'inci kattaki evime geldim. Penceremden içeri kurşun
girip duvara saplandı. Polis geldi, “serseri kurşun sizi bulmuş”
dedi. Oysa ben o kurşunu “daha fazla bu işin peşinden gitme”
uyarısı olarak algıladım. Yine de korkmadım, ertesi gün Adana’da
söyleşime gittim. Korka korka bir yere varılmıyor. Ne yazık ki tüm
bu yaşadıklarıma rağmen bazı insanlar çıkıp “İrfan da sahte bir
mağduriyet oynuyor” diyor. Hadi sizi de bir görelim! Ben çalıştığım
televizyonda komik hayvan videoları yayınlayarak, etliye-sütlüye
bulaşmadan devam edebilirdim.
Doğan Medya’da bu şekilde devam edenler de
oldu…
İnsanlar yıllardır boşuna “kurtuluş yok tek başına” diye
bağırmıyor. Ben kovulalı bir yıl oldu ve bizi kovan kurumun genel
müdürü ayrılmak zorunda kaldı. Sosyal medyada benden bir mesajlık
desteğini bile esirgeyen meslektaşlarımız, bugün kendi
tazminatlarını hesaplama derdine düşmüş durumdalar. Oysa o güzel
maaşlarını ilelebet alabileceklerini düşündüler. Aklının köşesinde
“yeni patron beni severse çalıştırmaya devam eder” düşüncesi
olanların yaptıkları da çok utanç verici. Yeni patrona yaranmak
için yazı yazanlar, ona haber salanlar utanmıyorlar. Çünkü bu
yaptıklarının unutulacağını sanıyorlar. Halbuki sayısı az da olsa
dikkatli okur neyin niçin yapıldığını, yazıldığını biliyor.
Unutmayan unutmuyor.
CEYLAN ÖNKOL’UN KOCA GÖZLERİ HÂLÂ AKLIMDA
Anaakım medya, gazetecilere nasıl bir vazgeçilmez konfor
sağlıyor?
Kimine göre başını sokacağı bir evinin olmasıdır konfor, kimine
göre Boğaz'da yalı almak. Kiminin altındaki makam arabası, kiminin
de Avrupa’da konut almasıdır konfor. On yıl muhabirlik yaptıktan
sonra Fox TV’de sabah haberleri sunmaya başlayınca, reyting
rekorları kırdığımız halde banka kredisi çekip bir ev alma cesareti
gösteremedim. Evimin kirasını ödeyip Ankara’daki anne-babama bir
miktar para gönderdiğimde geriye pek bir param kalmıyordu. Mehmet
Ali Birand’ın Kanal D için bana sunduğu teklif, Fox’ta aldığım
paranın iki katıydı ama sonrasında hiç zam almadım. Fakat o parayla
cesaret edip kredi çekerek ev aldım. Kovulduktan sonra da o krediyi
ödemeye devam ediyorum. Benim konforum, başımı sokabileceğim bir ev
alıp Ankara’daki aileme para gönderebilmekti ve elimin tersiyle
ittiğim konfor da buydu. Kalanların vazgeçemedikleri konforları
nedir, bilmiyorum.
Anaakım medyada patronun ve iktidarın baskıları
gazetecilerin, sunucuların olayları görme biçimini nasıl
dönüştürüyor sizce?
Düşünsel yetilerini daraltıyor. Ama gazeteci düşünsel
yetilerinin daralmasına engel olmak için farklı özelliklerini
geliştirmelidir. Yeryüzündeki her canlının acısını kalbinde
hissedebilen bir insan olmalısınız. Acıları yarıştırmamalısınız.
“Acaba hangi acıyı anlatmama izin verilir, hangisine verilmez”
kaygısı gütmeden yayın yapabilmek önemlidir. Fox’ta seyirciyi, o
zaman Twitter olmadığı için SMS’le programa dâhil etmiştik.
İnsanların yaşadıklarına ilişkin yolladıkları hiçbir şeye kayıtsız
kalmamaya dikkat ediyorduk. Bu memlekette ölen çocukların acısı
yarıştırılıyor! Ölen bazı çocukları anlatıyor, bazılarını
anlatmıyorlar. Kanal D’de Ceylan Önkol özel yayını yaptık.
Ceylan’ın koca gözleri hâlâ aklımda. Yaşanan acıları yarıştırmadan,
hepsini kalbimizde hissederek insanlara aktarmaya gayret ettik.
Oysa Gezi döneminde kimin ne olduğunu net olarak gördük. Taksim
Meydanı’na gidip polisle fotoğraf çektirerek “bir sıkıntı yok”
diyen şovmeni mesela…
Kim?
Okan Bayülgen.
Ama o da ekrandan gitti…
Gider tabii, aksi mümkün değil! Bu bir ırmağın akışıysa,
kapılanı götürür. Irmağın akışını belirleyen, set çekmeye
çalışanlardır, direnenlerdir. “Direnenlerin kazanımı ne oldu ki”
diyorlar. Olur mu öyle şey! Bu ülkenin direniş tarihinin bir
kazanımı olacaktır muhakkak. Ortadoğu coğrafyasında olabiliriz ama
bu ülkenin en büyük kazanımının laik cumhuriyet olduğunu
düşünüyorum. Bence bu topraklarda toplumsal barışın güvencesi, bir
zamanlar kendine aydın diyenlerin burun kıvırdığı, “laikçi” diye
küçümsediği kesimin birikimidir. Elbette bu kesimin eleştirdiğimiz
yanları var.
Ne gibi yanlar?
Bazı acıları görmezden gelmek gibi. Açıkça adını koyalım: Bu
ülkenin Kürt vatandaşlarının başına gelenlere duyarsız kalmak.
Yahut kendilerine anlatılanların doğru olduğu ön kabulüyle yola
çıkıp kulaklarını tıkamak gibi alışkanlıklardan vazgeçmek lazım. En
nihayetinde bu ülkede herkesin güvende olduğu bir geleceği seküler
Kürtler ve seküler Türkler kurabilir.
KHK’yla üniversiteden atılan Ankara Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Süreyya Karacabey, Dünya
Tiyatrolar Günü vesilesiyle bir bildiri yayınladı. Bildiri üzerine
yaptığımız söyleşide Karacabey, “Seyircilik pasif bir bakma edimi
değil” diyordu. Bir süredir sahnelerde “Anne ben artist oldum”
adıyla gösteri yaparak seyirci karşısına çıkan biri olarak bu
cümleden ne anlıyorsunuz?
Hocamız doğru söylemiştir demek haddim değil. Sekiz aydır
hasbelkader sahnede, ironi içeren, iki perdeli, müzikli bir gösteri
yapıyorum. Kendimle de dalga geçerek, bu ülkenin işsiz gençlerinin,
KHK’larla işlerinden edilmişlerin, okuduğu bölümle ilgili mesleğini
icra etme şansına erişememişlerin, yıllarca çalıştığı fabrikada
sendikalı olmak istediği için işten atılmışların sesini de sahneye
taşımaya çalışıyorum ve sekiz ay içinde bu oyunu 24 bin kişi
izledi. Gittiğim her yerde insanların salondan umutlu
ayrıldıklarını ve bu umudun da boş olmadığını gördüm. Benim
kimseden bir farkım yok ama televizyon insanı popüler hale
getiriyor ve popüler bir figür olarak otuzdan fazla şehirde
insanların karşısına çıkıp “bu böyle gitmez” diyebildim. Sanırım
Levent Üzümcü söylemişti: “Tiyatro sizi eğlendirir, düşündürür,
hüzünlendirir, umuda da sevk eder. Ama ne yapmanız gerektiğini
dikte etmez.” Ben tiyatro sahnesine çıkıp “şunu yapmalıyız”
demiyorum. Fakat herkesin kendi adına yapabileceği bir şey olduğu
umudunu ve cesaretini insanlara aktarmaya çalıştım. Bu ülkede
sesini yükseltmekten korkmayanların yüzde 80’i kadın! 8 Mart’ta
İstiklâl Caddesi’ni mora boyayan kadınlar ve LGBTİ bireylerdir bu
ülkenin cesur insanları… Her alanda dertlerini anlatmaya
çalışıyorlar. Bildiğim ve okuduğum kadarıyla tiyatro, insanların
tarih boyunca dertlerini en iyi anlatabildikleri yer. Dünyayı
değiştirmek isteyenlerin mutlaka olması gereken, çok güçlü bir
mecradır tiyatro. Ülkemizde ne kadar budanmış olsa da hâlâ
güçlü.
HER EVİN OĞLU DEĞİLİM
Söyleşinin başında okurların alternatif basına sahip
çıkması gerektiğini söylediniz. Milyonlarca insanın izlediği bir
televizyon programı yaparken işten kovulunca, seyirciden herhangi
bir sahiplenme gördünüz mü?
Şubat ayında kovulduğumda, mart ayının faturasını ödeyecek bir
gelirim yoktu. Fakat 13 aydır iyi-kötü İstanbul’da yaşamaya devam
edebiliyorum. Burası bizim ülkemiz, gidecek başka bir yerimiz yok,
burada yaşayacağız. Avrupa’ya, Amerika’ya gidip oradan bize “cesur
olun” diyenler oluyor. Ee buyrun gelin, beraber cesur olalım! Niye
gittiniz? Hadi gelin, korkmayın, beraber cesur olalım. Ben 13 aydır
buradayım, direnmeye devam ediyorum ve seyirci de beni sahiplendi,
yalnız bırakmadı. Oyunuma geldi, kitabımı aldı. Bundan daha âlâ
sahip çıkılmaz zaten. “Her evin oğlusunuz” lafına çok kızıyorum,
çünkü her evin oğlu değilim! Ben ancak komşusunun derdiyle
dertlenen vicdanlı insanların, ailelerin oğlu olmayı kabul
edebilirim. Ama gözü paradan başka bir şey görmeyen, sürekli güçlü
olanın yanında saf tutmaya çalışan evlerin oğlu olamam. Popüler bir
iş yapmanın yan etkisiyle popülerdim. Ama hiçbir zaman popülist
olmadım. Bugün hâlâ medyada kendisini var etmeye çalışan pek çok
kişinin, kritik anlarda nasıl popülistleştiğini, biraz da onlar
adına utanarak izliyorum.
İnsanların baskılar karşısında ülkeyi terk etmesine
tepkili misiniz?
Melike Demirağ’ın “Yayılmışız dünyanın dört bir yanına/ Kimisi
ta Kopenhag’da kimisi Paris/ Bedenimiz orda burda dolanır amma”
diye başlayan Şimdi İstanbul'da Olmak Vardı Anasını Satayım
şarkısını dinlerken hâlâ gözlerim yaşarır. Bu ülkede düşünen
insanlar çok çekti. 12 Eylül döneminde de gittiler İsveçlere,
Almanyalara, Hollandalara. Dağıldılar dünyanın dört bir yanına.
Ülkeyi terk etmek zorunda kalıp yıllar sonra dönen insanlara
söyleyecek hiçbir lafım yok. Önlerinde saygıyla eğilirim. Ama bugün
baskılardan dolayı oralara gitmişsen, en azından burada kalmayı
tercih edenlere saygı göster. Akıl vermeye kalkma. Sonucu ne olursa
olsun burada kalmaya devam edenlere sitem etme. “Niye cesur
değilsiniz” deme.
Sohbeti ilk sorudaki bahisle kapatalım. Özgürlükçü
Demokrasi gazetesinin kapatılmasıyla birlikte sıranın diğer
gazetelere gelebileceği söylendi. Doğan Medya’nın satılmasıyla
anaakım tek elde toplandı. İnternet yayıncılığında denetim RTÜK’e
verildi. İnternet haberciliği hem ekonomik hem yasal kısıtlamalarla
karşı karşıya. Sizce bu ülkede gazetecilik yapmanın ne tür
koşulları kaldı?
Bir yol kalmadıysa, yeni bir yol bulmak veya yol açmak
gerekiyor. İnsanların haber alma ihtiyacı var ama bu ihtiyacı
gidermeyi talep ediyorlar mı? Evrensel, BirGün, Cumhuriyet, Özgür
Gündem gazetelerinin toplam tirajına bakınca, ister istemez “bu iş
nasıl değişecek” diye soruyor insan. “Endişeli yurttaş” bu
gazeteleri satın alırsa, destek verirse, gerektiğinde dağıtımını
üstlenirse, reklam ve ilan vermekten korkmazsa değişecek bu medya
düzeni. Yan yana durularak bir şeyler değiştirilebilir. Referandum
öncesinde “Hayır” cephesinden kim varsa, beni söyleşilere davet
ediyordu ve gidebildiğim her yere gidiyordum. İstanbul-Maltepe’de
gençler çağırmıştı. Yerleri yok diye sokakta masa kurdular ve
çocuklar balkonlardan sarkarak söyleşimizi dinledi. Arka mahallede
Atatürkçü Düşünce Derneği’nin temsilciliği varmış. Dernekte, çoğu
emekli ve Sözcü gazetesi okuru olan insanlar “bize de uğrasın” diye
haber salınca, kalkıp gittim. İçeri girdiğim anda sadece iki kişi
beni fark ederek “hoş geldin” dedi, diğerleri ise “memleket nasıl
kurtulur” sohbetine kendi aralarında devam etti. Yan mahallenizde
gençler balkondan sarkarak dertlerini haykırırken siz de o
lokallerinizden çıkıp, sizinkinden farklı gazeteler okusalar da o
gençlere buluşmalısınız. Ne zaman farklı gazeteleri okuyanlar ortak
dertlerde buluşur, o zaman kendimizi güçlü hissedeceğiz. Beni en
çok kızdıranlar, muhalif gibi görünüp kritik anlarda iktidarla
ortaklaşarak “bu bir devlet meselesidir” diyenlerdir.