Hemen her gün, ülkenin farklı bölgelerinde felaketler yaşanıyor. Seller, yangınlar, cinayetler, katliamlar, gaddarlıklar, ihlaller, ihmaller ve tamamen belirsiz gelecek için sadece kötü ihtimaller. Ekonomisi, yargısı, polisi, eğitimi, sağlığı, akademisi; güven veren hiçbir kurumu bırakılmamış bir ülkede skandallarla, ihlallerle, haksızlıklarla baş etmeyi bırakın, çetele bile tutmak zor.
Barajda bizatihi kendisinin açtığı çatlaklar artık sıva tutmuyor ama iktidar da böyle bir gayrete zaten meyletmiyor. O yüzden her bir çatlağın önüne habire devşirdiği silahlı güçler, umutsuz kitlelerin önüne de cennetten tapular koyuyor.
Beyhude olabilir ama takdire şayan bir azim. Sonuçta ülke yoksulluğun, her türden yoksunluğun girdabında debelenirken, manipülasyon kabiliyeti o kadar güçlenmiş bir iktidar var ki, kendi tabanındaki yoksulu yoksul olduğuna, açı aç olduğuna ikna etmek bile zor.
Oysa ormanlarıyla, dereleriyle, doğal güzelliğiyle, verimli topraklarıyla insanını hasbelkader tok tutarken yirmi yıl boyunca HES’lerle, rantiyeyle, şantiyeyle, özelleştirmeyle, devlet-şirket işbirliğiyle delik deşik edilip mahvedilmiş bir Karadeniz.
Taş eksen filiz verecek, dağları ve ovalarıyla verimli toprakları büyük şirketlere peşkeş çekilmiş, çiftçisi topraktan, tarımdan koparılmış veya marabalaştırılmış bir Çukurova.
Milliyetçilik, İslamcılık, muhafazakârlık üzerinden çoraklıktan çöle çevrilmiş bir İç Anadolu.
Geniş tarım ve hayvancılık arazileriyle, uzun bir tarihe yayılmış siyasallaşmasıyla, kadınından gencine, yaşlısından yoksuluna dinamik, eşitlik mücadelesiyle hayat dolu bir coğrafya olduğu halde savaş politikaları üzerinden çoraklaştırılmış, tarihi miraslarının altına dinamit konmuş, geçmişle arasına hançer sokulmuş, dili yasaklanmış, toplumsallığı çökertilmiş, karakola dönüştürülmüş bir Kürdistan.
Eşsiz sahilleri yandaş holdinglerin, yerli mafya gruplarının rantiye alanına dönüştürülüp yoksulun denize girmesi bile engellenmiş, ormanları peyderpey yakılıp ağaçların köküne beton dökülmüş, dağları ve ormanları uluslararası şirketlere peşkeş çekilmiş bir Akdeniz, bir Ege.
Paraya çevrilmemiş bir santimlik alanı bırakılmamış, küçük bir azınlığın saadet, büyük çoğunluğun sefalet içinde yaşadığı İstanbul ve genel olarak Marmara.
Salgın hastalığın perişan ettiği bir halk, geleceği bile çoktan satılıp paraya çevrilmiş, parası da küçük bir azınlık arasında pay edilmiş bu devasa ülke, neredeyse yirmi yıldır sağcı bir parti ve döneme göre değişen ortaklarıyla yönetiliyor.
Bütün kitle iletişim araçlarını propaganda makinasına dönüştürdüğü için bu enkazı hayal tacirliğiyle perdeleyebilen iktidar, sağcı ideolojinin farklı kolonları üstüne bina edilmişti. İlk yıllarda İslamcılıkla iliklenmiş neo-liberalizm, peşi sıra cemaatçilik, neo-Osmanlıcılık, Türkçülük, işe yaradığında ümmetçilik, mezhepçilik…
Son yüz yılda farklı Türk sağ akımlarının beslendiği tüm kaynaklardan teker teker yararlanmış ve bu nedenle de ülkeyi her yönüyle fakirleştirmiş, çoraklaştırmış olan AKP’nin satmadığı, elden çıkarmadığı hiçbir şey yok; neo-liberal sağ siyaset hariç.
Neo-liberal sağ siyaset ormana bakınca ağaç değil kereste, imar mekânı görür.
Denize bakınca suyu değil, balığı değil, doğayı değil, etrafına otel inşa edilecek, tesis yapılacak, altında henüz çıkarılmamış doğalgazı cennet tapusu olarak satacak devasa bir boşluk olarak görür.
Dereye bakınca suyu değil, üstüne kuracağı barajı, o barajdan elde edeceği rantı görür.
Toprağa bakınca yaşamı değil, altındaki madeni görür.
Şehre bakınca toplu yaşamı, ortak üretimi, doğa ve yurttaş haklarını değil, rantiyeyi, ucuz işgücünü görür.
Topluma bakınca özgür yurttaşı değil, ucuza çalıştıracağı işçiyi, savaştıracağı askeri, ataerkilliğin tahakkümünü sürdürmek için kontrol altında tutacağı kadını, Türklüğün tahakkümünü sürdürmek için bastıracağı Kürdü, Sünniliğin tahakkümünü sürdürmek için yok sayacağı Aleviyi, toplayacağı oyu görür ve tüm politikalarını buna göre belirler.
O yüzden mevcut iktidarın en büyük muhafızı sermayedarlardır, patronlardır, rantiyecilerdir.
İktidarla sermaye arasındaki bu ilişki sağ siyasetin, sağ ideolojinin doğal sonucu ve siyasal tarih buna karşı verilmiş sol mücadelenin eseridir.
Peki günümüz Türkiye muhalefeti, iktidara karşı böylesi bir mücadeleye meylediyor mu?
AKP sadece sağcılıktan değil, aynı zamanda sağcılaştırıcı bir hegemonya kurma çabasından da hiç vazgeçmedi. Meyvelerini de topluyor. Bugün Türkiye muhalefetinin genel görünümüne bakınca, AKP’ye karşı irili ufaklı bir sürü AKP görüyoruz. Çok sayıda muhalefet partisinin çıtayı yükselttiği nokta, ilk yıllar AKP’sini geçmiyor. Muhalefetteki bu genel vaziyete bakan geniş bir kitle açısından tam da bu nedenle AKP’nin gitmesinin anlamı zayıflıyor.
İşçiler, işsizler, yoksullar, kadınlar, Kürtler, iktidar zulmüne uğrayanlar veya iktidar tarafından zulme uğratılanlar seslerinin muhalefet partileri tarafından yükseltilmediğini gördükçe, çareyi hemen her gün sosyal medya kampanyaları yapmakta görüyor; adaleti birbirlerine yaslanarak, “hastag” oluşturarak sağlamaya, hak gaspını engellemeye çalışıyor. Neredeyse hiçbir mağdur grup, bir başka mağdur grubun direnişine ortak olmuyor. Çünkü bunları birleştirecek bir muhalefet yok ortada.
Türk sağının yarattığı devasa enkaz ortadayken, ülkenin anamuhalefet partisinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Armağan Çağlayan’a verdiği mülakatta, en büyük eksikliklerinin, düşüncelerini, yaptıklarını halka anlatamamak olduğunu söyledi.
Oysa başta CHP olmak üzere muhalefetin en büyük sorunu halka anlatamamak değil, halkın anlatma çabasına kulak kesilmemek, halkın anlattığını duymamak, duyduğunu siyasete uyarlamamak, gerektiği gibi muhalif olmamak, sağ siyasetin yıkıcılığına karşı sol muhalefetin kuruculuğunu koymamak, AKP’nin muhalefeti sağa kaydırma hamlelerine direnmek yerine, selin aktığı yöne doğru yüzmek ve farklı mağdur gruplarını, kitlelerini bir araya getirmekten korkmak.
Kürde sahip çıkınca Türkün, kadına sahip çıkınca erkeğin, mülteciye sahip çıkınca yerleşiğin, Aleviye sahip çıkınca Sünninin, işçiye sahip çıkınca patronun kızmasından korkuyorsanız, AKP’ye, sağ hegemonyaya zaten teslim olmuşsunuzdur.
İnsan gerçekten hayret ediyor ama Kılıçdaroğlu aynı mülakatta “Sağ-sol kavramları 18. yüzyıla ait. 18. yüzyılın kavramlarıyla 21. yüzyılın sorunları çözülmez” diyor. Bu söze yanıtı da, Kurultay öncesi görüştüğümüz İlhan Cihaner’in şu sözü yanıt olsun: “Siz şu verili düzende, ‘azizim sağ ve sol mu kaldı, aslolan liyakat’ dediğinizde, bu düzene hizmet etmiş oluyorsunuz. ‘Artık sağ-sol yok’ dediğinizde, aslında ‘sol yok’ demiş oluyorsunuz. Çünkü hem küresel olarak hem de ülkemiz bazında alternatif dünyayı, hayatı esas olarak sol tarif ediyor. Yoksulluk, eşitsizlik, sömürü, savaş, çatışma, işsizlik, kadın cinayetleri, cinsel yönelimlerin yok sayılması, doğa talanı alabildiğine devam ederken solun kalmadığını söylemek, sol olmayı reddetmek, mevcut düzenle ciddi bir meselenizin olmadığını, alternatif aramadığınızı, ‘teslim olun’ dediğinizi gösterir.”