Irkçılık bütün egemen ‘beyaz’ ve ‘batılı’ ülkelerde vardı, var ve var olmaya devam edecek. Haliyle buralardaki ırkçılıkla, ayrımcılıkla, belli halklara/ırklara karşı uygulanan keyfilikle mücadele de hız kesmeyecek. Sistematik ırkçılık denildiğinde akla ilk gelen ülkenin ABD olması anlaşılabilir bir durum. Daha 90’lı yıllara kadar yasal olarak ırkçı bir rejime sahip Güney Afrika’da öyle. Ama ABD’de yasal olmasa da fiili olarak işlemeye devam eden özellikle siyahlara ve sonra Latin Amerika kökenlilere yönelik ırkçı uygulamalar sık sık gündemimize geliyor. ABD’deki ırkçılığın boyutları ve geçmişi o kadar büyük ki, diğer ülkeleri görünmez kılıyor kimi zaman.
Fransa’nın, İtalya’nın, İngiltere’nin göçmenlere karşı ırkçı uygulamaları aralarda kaynayıp gidiyor. Geçmişte yaşananlar geçmişte kaldı diye düşünülüyor. Fransa Cezayir’in sömürgeleştirilmesine dair özeleştirisini yaptı ve bu savaşta yaşananlardaki sorumluluğunu kabul ettiği diye yüzleşmiş sayılıyor örneğin. Almanya, Nazi geçmişiyle yüzleştiği için işler hallolmuş gibi yapılıyor. Kendi adıma İngiltere’de siyah azınlığın maruz kaldığı sistematik ırkçılığın boyutları hakkında fazla bir bilgim olmadığını itiraf etmeliyim.
“Açlık”, “Utanç”, “12 Yıllık Esaret” gibi filmleriyle tanıdığımınız siyahi İngiliz yönetmen Steve McQueen’in beş filmlik “Small Axe” adlı antolojisi, İngiltere’de yaşayan Batı Hint Adaları (Karayip, Antil vb.) kökenli siyah vatandaşların uğradığı sistematik ırkçılığa odaklanıyor. Bu antolojinin BluTV’de yayınlanmasını fırsat bilerek ilk film olan “Mangrove” hakkında birkaç kelam edelim. Antolojideki beş filmi de gönül rahatlığıyla tavsiye ettiğimi belirtmeden geçmeyeyim.
Steve McQueen’in yapıtı, yakın tarihte Netflix’te izlediğimiz, çeşitli Oscar adaylıkları da kazanan “Şikago Yedilisi'nin Yargılanması” filmin çağrıştırıyor bir bakıma. Ama McQueen, daha önce anlattığı iki hikayenin ruhunu bu filmde birleştirmeyi başarıyor. İlki IRA liderlerinden Bobby Sands’ın açlık grevini anlattığı ve kendisine dünya çapında tanınırlık kazandıran filmi “Hunger/ Açlık”. McQueen bu filmde İngiliz devletinin yargı mekanizmasının nasıl işlediğini, kolluk güçlerinin olaylara yaklaşımını içeriden ve çok çarpıcı bir dille anlatmıştı. Oscar kazandığı “12 Yıllık Esaret” ile de kölelik kurumuna yine beden üzerinden bir bakışla yaklaşmıştı. “Mangrove”, bu iki yaklaşımın bir mahkeme filmin taşınmış hali gibi. Bir yandan İngiliz adalet sisteminin, kolluk güçlerinin yalnızca ırkçı hislerle değil aynı zamanda “imparatorluk kibriyle” hareket ettiğin gösterirken, diğer yandan ülkenin eşit yurttaşları olan siyah topluluğa yönelik ırkçı şiddeti gösteriyor.
70’li yıların başı. Geçmişinde küçük birkaç suç işlese de yeni bir hayata adım atmaya karar veren Frank Crichlow, bol baharatlı yemekler sunacağı Mangrove adlı bir restoran açıyor. Ancak, Pulley adlı ırkçı polisin tacizleri bir süre sonra sistematik hale geliyor. Mekân sürekli basılıyor, insanlar taciz ediliyor. Buna karşı gerçekleştirilen protesto yürüyüşünde ortalık karışınca, dokuz kişi kendilerini mahkemede buluyor. Ancak, İngiliz yargısı bu basit davayı bir kalkışma gibi göstermek istiyor ve ağır suçların yargılandığı mahkemeye taşıyor. Tarihe “Mangrove Dokuzlusu” olarak geçen bu yargılanma sürecini takip ediyoruz filmin ikinci yarısında.
Bu bölüm, sıkça gördüğümüz mahkeme filmleri temposu ve kurgusuyla inşa edilmiş. Önyargılı bir yargıç, polisle işbirliği içinde taraflı bir savcı, ne karar vereceği kestirilemeyen jüriler ve her türlü talepleri reddedilen sanıklar… Steve McQueen, mahkeme sahneleri boyunca karakterlerinin yaşadıkları çaresizlik, sıkışmışlık ve öfke hislerini seyirciye geçirmekte oldukça mahir.
Öte yandan bu filmin Amerikan yapımı benzerlerinden ayıran yanları var. Çoğu ABD filminde (Örneğin Amistad) benzer durumdaki sanıkların (ki çoğunlukla sistemin ayrımcı yaklaştığı bireyler olur ve seyirci onlarla özdeşlik kurar) özgürlüklerini elde etmeleri “Amerikan ruhu”nun tecelli etmesiyle gerçekleşir. Zaten Amerika’nın kuruluş ilkelerinin içinde bir yerlerde olan ruh harekete geçer ve yargılananlar hakkında olumlu kararlar alınır. Böylece her şeye rağmen ABD adaletine güvenmemiz gerektiği anlatılır. Ama “Mangrove”da durum yargılananların, yargılayan pozisyonuna geçtiği, var olan hukuk kurallarını zorladığı bir hal alıyor. Ülkenin hukuk sisteminin bir yerlerinde saklanmış yorumlardan ziyade, sanıkların bir kazanım elde ettikleri ve hukuku değiştirdikleri bir durum söz konusu. Mangrove Dokuzlusu’nun kendilerini savunma biçimleri sonucu elde ettikleri İngiliz adaletinin bahşettiği değil, bizzat kendilerinin hukuku ileriye taşıdıkları bir süreci tanımlıyor aslında. Ama hukuksal anlamda bu ‘eşitlik’, sosyal anlamda karşılığını hemen bulamıyor maalesef…
“Mangrove” ile ilgili dikkat çeken eksiklik ise, bütün bu mahkeme sürecinin basın ve kamuoyunda nasıl tartışıldığına dair bir alan açmaktan imtina etmesi. Hatta öyle ki, mahkeme süreci boyunca neredeyse gazeteci bile görmüyoruz, filmde rolü olan dışında kimseyle karşılaşmıyoruz. Steve McQueen, bütün hikayeyi önce bir mahalleye, sonra da mahkeme salonuna sıkıştırarak anlatmayı tercih ediyor. Bu tercihin işlemediği söylenemez. Ama böylesi önyargılı bir mahkemenin toplumda nasıl karşılandığına dair yön eksik kalıyor haliyle. Bunun yönetmenin İngiliz toplumunun ne düşündüğünden çok, seyircinin ne düşüneceğiyle ve yaşananları nasıl algılayacağıyla ilgilenmesinden kaynaklı olduğunu düşünüyorum açıkçası.
“Mangrove”, İngiltere’deki sistematik ırkçılığın 70’li yıllardan başlayarak 90’lara kadar devam eden bir parçasını anlatsa da asıl olarak buna karşı yürütülmesi gereken mücadeleyi, takınılması gereken tavrı işaret ediyor sanki. Mangrove Dokuzlusu’nun haklı olmaktan kaynaklanan tutumlarını, bugün haksızlığa uğrayanlara örnek olarak sunuyor bir bakıma.
NOT: BLUTV SANSÜRÜNE DAİR İKİ SATIR
Yayın kuruluşları eskiden sansür uyguladıkları ortaya çıkınca, en azından kerhen bir açıklama yaparlardı. “Bize böyle geldi”, “Yasal zorunluluk” vb. Artık buna bile ihtiyaç duymuyorlar. Birkaç gün önce BluTV’de izlediğim 1984 tarihli “The Terminator” filmindeki sevişme sahnesinin kesildiğini görünce, sansüre dair bir twit attım. Bu bilgi daha sonra haber de oldu. BluTV ise o gün bugündür bu konuda sessizliğini koruyor. Benim twitimin altına gelen yorumlara göre “Fargo” ve “Gözleri Tamamen Kapalı” filmleri de benzer biçimde sansürlenmiş. BluTV’nin yakın dönem filmler ya da dizilerde sansür uygulamadığı görülüyor. Tahminim bu filmlerin eskiden aynı grupta oldukları Kanal D’nin arşivinden sansürlü biçimde aktarıldığı yönünde. BluTV yetkililerinin sansürün gerekçesini bir an önce açıklamalarını ve sansürlü içerikleri platformdan kaldırmalarını beklediğimizi belirtmek isterim.