Irkçılık, ayrımcılık, homofobi ve şiddet
Édouard Louis ‘Şiddetin Tarihi’nde şiddeti irdeleyerek toplumsal ve siyasi yapıyı analiz eden, bunu da modernizm sınırında, otobiyografik unsurlarla harmanlayan bir yazar olarak karşımıza çıkar.
Fransız genç kuşak yazar Édouard Louis’nin 'Şiddetin Tarihi' isimli kitabı Ayberk Erkay çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarın önceki romanları gibi otobiyografik çizgilerin ağırlıkta olduğu roman Fransız toplumundaki ırkçılık, ayrımcılık, toplumsal-bireysel öfke, homofobi gibi temaları irdeliyor.
Gerçek adıyla Eddy Bellegueule 1992 yılında, Kuzey Fransa’daki Amiens şehrinde işçi sınıfına mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. École Normale Supérieure’deki eğitiminin ardından siyasal bilimler sahasında yüksek lisans yapan yazar, 2013 yılında adını Édouard Louis olarak değiştirdi. 2014 yılında ‘Eddy’nin Sonu’, 2016 yılında ‘Şiddetin Tarihi’, 2018 yılında ‘Babamı Kim Öldürdü’ kitapları yayımlanan, sol-aktivist duruşuyla dikkat çeken yazar, otobiyografik izleğin ağırlıkta olduğu metinlerinde genellikle ırkçılık, ayrımcılık, toplumsal-bireysel öfke, homofobi, şiddet gibi temaları irdeledi. Ayberk Erkay çevirisiyle Türkçeye Can Yayınları etiketiyle kazandırılan ‘Şiddetin Tarihi’ de ilkin otobiyografik tarafıyla dikkat çekiyor çünkü kitabın başkahramanı adıyla, soyadıyla, doğduğu şehirle yazarın ta kendisi. Öte yandan metnin ana olayı bir adli vaka; cinsel saldırı ve cinayete teşebbüs. Bu doğrultuda öncelikle kitabın teknik yönüne bakarsak epistemolojik ve ontolojik hâkimler arasında, başka bir ifadeyle modernizm ve post-modernizm arasında bir metin olduğunu söylemek mümkün. Zira, iki akım çokça kıyaslansa ve ikisinde de mevcut olan üst kurmaca, karnavalesk yapı gibi birtakım ‘ortak’ unsurlarla farklı kılınmaya çalışılsa da aralarındaki temel fark metindeki hâkim sorunsal farkıdır. Bu bağlamda kitabın hâkim sorunsalı epistemolojiden doğmaz çünkü anlatı merak unsurunu kamçılayarak adli vakaya odaklanmaz, aksine ben-benlik, toplum-birey, varoluş gibi ontolojik meseleleri odağına alır. Böylelikle, okuru ‘nasıl, nerede?’ gibi sorulardan ziyade ‘kim, ne?’ gibi sorulara sevk eden bir yapıdadır. Bir tarafta bizim dünyamızdaki gerçek Édouard Louis, öbür tarafta kurmaca dünyadaki Édouard Louis vardır. Tıpkı, Diego Velázquez’in 17. yüzyılda kendisini çizerken resmettiği ‘Nedimeler’ tablosundaki gibi bir teknik söz konusudur. Kısaca, Louis de kendisini yazarken resmetmektedir. Bu resim bizleri 2012 yılının Paris’ine Noel gecesine götürür. Édouard arkadaşlarıyla yemek yedikten sonra gecenin bir vakti evine dönerken peşine takılan bir adamın ısrarına dayanamayarak onu evine davet eder. Adının Reda olduğunu öğrendiğimiz adam, Cezayir’in Berberi kadim toplumu Kabiliyelilerdendir. Arap olmadığını, Araplardan nefret ettiğini belirtir. Bu ırksal üstünlük düşüncesini ona aşılayan babası olmuştur. Bu minvalde Édouard’a benzer çünkü Édouard da nereli olduğu sorulduğunda babasının gururlandığı cümleyi tekrar ederek safkan Fransız olduğunu belirtir. İki adam birçok defa birlikte olduktan sonra Reda, Édouard’ın değerli eşyalarını çalmıştır. Reda’yı korkunç şiddet eylemlerine götürecek olaylar zinciri de burada patlak verir. Édouard, hırsızlık yaptığı için Reda’ya hak vererek -çünkü taşrada geçen gençlik yıllarında kendisi de çok defa hırsızlık yapmıştır, alkolik abisi de sürekli içki çalarak polise yakalanmaktadır- yalnızca telefonunu geri ister. Çünkü telefonunda yakın arkadaşlarıyla birlikte çektikleri tatil fotoğrafları vardır ve bir anda o fotoğrafları takıntı haline getirmiştir. Reda’ya asla ‘hırsız’ demez, birtakım akıl oyunlarıyla telefonunu geri vermesini ümit eder. Mesela, ona telefonunu birlikte aramayı teklif eder ve bunu yaparlar. Ancak bir zaman sonra Édouard takıntısını zapt edemez ve telefonu için yalvarmaya başlar. İşte o an Reda kendinden geçerek Édouard’ı ona hırsız diyerek annesine hakaret etmekle suçlar. Genç adamı işitmeksizin söylediklerini tekrarlar durur ve sonunda Édouard’ı atkıyla boğar, ona tabanca çeker ve ona cinsel saldırıda bulunur. Sonrasında bir şekilde kaçmayı başarır Édouard. Ancak okuru ürküten tüm bu ağır sahnelerde asıl odak Édouard’ın zihninden geçen düşüncelerdir. Bu düşüncelerden birinde Reda’nın hırsızlık yapma sebebini homoseksüel olmasını kabul edemeyişine, bu yüzden yaşananlara hırsızlık süsü verme çabasına bağlar. Bir diğer odak ise kaçacak birçok fırsatı olmasına karşın Édouard’ın eylemsizliğidir. Bu eylemsizlik birçok defa irdelenir, hatta ‘Ara’ isimli bir bölümde Faulkner’ın bir kitabından yapılan alıntıyla şiddet mekânını terk edememe, metindeki ifadeyle ‘kaçabilme iradesinin yitimi’ durumu analiz edilir:
“Asli olan kapatılmanın şiddeti, coğrafyanın şiddetiymiş gibi. Şiddetin tüm diğer biçimleri buradan kaynaklanıyormuş, birer sonuçtan, uzantıdan ibaretmiş gibi. Coğrafya, bize ihtiyaç duymadan, bizim dışımızda sürüp giden bir tarihmiş gibi.” (s.121)
İşte bu sebepten dolayı kaçabilme iradesini yitiren Édouard şiddetin mağduru olmasına karşın toplum gözünde neredeyse suçlu çıkacaktır. Birincisi, toplum homoseksüellere karşı ayrımcıdır, topluma sirayet eden homofobi yüzünden mağduriyetini anlatırken küçümsenir. İkincisi, böyle korkunç vakalarda bile adli ve tıbbi prosedürler karmaşık olup uzun sürmekle beraber mağdura yaşadığı korkunç olay kadar zarar verici niteliktedir. Çünkü yaşadığı olayı tekrar tekrar anlatır ve hem homoseksüel olduğu hem de gecenin bir vakti bir Arap’ı -çünkü Kuzey Fransa’dakiler için İspanya’nın aşağısı, Yunanlar dahil Arap’tır- evine çağırdığı için neredeyse haksız duruma düşer. Zaten olayları genç adamın ablasının anlattığı şekliyle tam da bu ayrımcı bakış açısından öğreniriz: Édouard, ablasının olayları kocasına anlatışını gizlice dinler ve bu konuşmaya çoğu defa eklemeler yapar. Genç adamın varlığı silinmişçesine bu biçemde ilerleyen romanda, ablanın anlatısında küçümsenen ve dışlanan Édouard olur. Bu bağlamda, olayları ablanın aktarmasının da metinde hâkim olan ontolojik sorunsalı perçinlediğini belirtmek gerekir.
Ayrıca, kitapta sınıf çatışmasının ve sağ eleştirisinin de olduğunu söylemeli. Ancak bu eleştiriler doğrudan yapılmaz; kitaptaki olay, durum ve sahneler aracılığıyla sezdirilir. İlkin taşrada doğup büyüyen ama üniversitede okuyup Paris’e yerleşen Édouard’ın ‘onlar gibi olma arzusu’ irdelenir. Genç adam da ‘onlar gibi olamayacağının’ farkındadır ama yine de bu arzusunu dizginleyemez. İkinci olarak Ulusal Cephe ve temsil ettiği sağ görüş ‘iğrenç afişler’ üzerinden hicvedilir. Daha bütünsel bakıldığında ise ırkçılık, ayrımcılık, homofobi ve şiddetin toplum ve birey üzerinde zincirleme bir etki gibi yayıldığını görürüz. Bütün bunlar da asli bir sorunsala varır: Özgürlük. Daha özel anlamıyla insanın hem bedeninin hem de aklının özgür olmaklığı. Metinde de sıkça geçtiği üzere Édouard -saldırıdan önce de- bedeninin ona ait olmayan müstakil bir varlık olduğunu duyumsar. Saldırı sonrasında ise kendini ölü addeder. Bedeni ‘ötekiler’ tarafından yönetilen bir nesneye indirgenmiştir. Reda’ya da bu açıdan bakar. Reda’yı asla aklamasa da onun bu eylemi planlamadığına, an ve koşulların durumuna göre ‘hükmedemediği bir şimdiki zaman selinde’ sürüklendiğine ‘ve seçim yaptıkça özgürlüğünü yitirdiğine’ inanmaktadır. Yani şiddet eylemlerinin asıl faili olarak arka planda toplum ve toplumsal yapı işaret edilir.
“… nefret var olmak için bireylere ihtiyaç duymaz, sadece tekrar vücuda gelebileceği bir yuvaya ihtiyat duyar…” (s.63)
Böylelikle kendini mutsuzluğun yazarı olarak tanımlayan Louis, ‘Şiddetin Tarihi’ kitabında da önceki kitaplarında olduğu gibi şiddeti çeşitli veçheleriyle irdeleyerek toplumsal ve siyasi yapıyı analiz eden, bunu da modernizm sınırında, hatta post-modernist çizgide otobiyografik unsurlarla harmanlayan bir yazar olarak karşımıza çıkar.