Irkçılık ve İslamcılık

Türkiye’de köken takıntısına bir başka takıntı daha eşlik ediyor: İmparatorluk geçmişi. Bu geçmiş, Asr-ı Saadet’e dönük takıntıyla iç içe dokunmuş bir nitelik de arz ediyor: Türklerin Allah’ın son hakiki dininin sancaktarları oldukları biçimindeki kolektif fantezi. Ve bu ikili fanteziye eşlik fanteziye eşlik eden karanlık bir yan var. Irkçı paranoyaya bir zemin sağlayan hınç, öfke ve haset duygularını içeren karanlık bir yan…

Abone ol

DUVAR - İslamcılık üzerine çalışmaya, kafa yormaya başlayan hemen herkesin ilk fark ettiği şey İslamcıların köken takıntısıdır. Bu takıntı, Asr-ı Saadet’in yeniden diriltilmesi biçiminde açığa vurur kendisini. Bu tahayyül içerisinde, ‘köken’ asla güncellenmemekte, aksine şimdiki zaman daima kökene kaydedilmekte, böylelikle de bu kökenin şimdiki zamana taşınmasıyla şimdiki zaman iptal edilmektedir. İlginç bir tahayyül biçimi ya da Lacan’ın bir kavramını ödünç alırsak, ilginç bir ‘imgesel’ form…

İslami hakikat adına söz alan herkes, en nihayetinde kendisini İslam’ın oluşum döneminin Müslüman aktörleriyle, muhataplarını da yine bu dönemin ‘müşrikleriyle’ özdeşleştirerek konum alıyor. İslamcı özne, yapıp etmelerini bu düzeyde meşrulaştırıyor: “Peygamberimiz de filan yerde şöyle davranmıştı!” Böylelikle o filan yer ve zaman ebedi bir nitelik edinerek donduruluyor ve bu dondurulan uzam ve zaman her seferinde başka aktörler tarafından doldurulmuş oluyor. Özellikle de muhatabın ‘gerçekte’ kim ve ne olduğunun pek bir önemi yoktur bu denklemde: Bazen Ebu Cehil olur, bazen Ebu Leheb. Bu sembolik ‘yerler’ hep orada bir yerlerdedirler ve İslamcı zihin, Başkalarını yalnızca ve yalnızca bu sembolik yerlerin dolayımıyla tahayyül eder.

İKİ KÖKEN, BİR EKLEM

Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, syf. 255, Metis Kitap, 2002.

Türkiye’de bu köken takıntısına bir başka takıntı daha eşlik ediyor: İmparatorluk geçmişi. Fakat bu ‘geçmiş’, bir türlü geçemeyen bu geçmiş, Asr-ı Saadet’e dönük takıntıyla iç içe dokunmuş bir nitelik de arz ediyor: Türklerin Allah’ın son hakiki dininin sancaktarları oldukları biçimindeki kolektif fantezi. Ve bu ikili fanteziye eşlik fanteziye eşlik eden karanlık bir yan var. Irkçı paranoyaya bir zemin sağlayan hınç, öfke ve haset duygularını içeren karanlık bir yan…

Çünkü tam da bu duyguların yöneltilmiş olduğu Öteki figürü, belirli bir simgesel evrendeki tutarsızlığın maskesini düşürür ve başkasının arzusunun uçurumuyla yüz yüze gelen ırkçı, buna bir başka fanteziyle yanıt verir: Öteki alçakça bir komplonun tam merkezinde durmaktadır. Fantezinin ikili yapısını ortaya koymaktadır bu. Asr-ı Saadet gibi ya da ‘muhteşem adaletiyle’ Osmanlı gibi beyaz rüyalara, ötekinin alçakça komploların içinde yer alması gibi karanlık rüyalar eşlik etmektedir. Bu ikili yapıyı en açık biçimde örnekleyen olgu totalitaryenizmdir. Bir yanda ütopist bir mükemmel durum fantezisi vardır: Organik ve doğal bir bağla oluşmuş, kendi kendisiyle uyumlu, hiçbir iç çelişki barındırmayan bir topluluk rüyası. Diğer yanda ise bu ütopyanın gerçekleşmesini önleyen komplolar, gizli anlaşmalar, entrikalar ve tehditler söz konusudur.

AH, ŞU HAİNLER

Her türlü ırkçılığın altta yatan argümanı şöyledir: Eğer onlar burada olmasalar hayat yeniden mükemmel, toplum yeniden çelişkisiz olur. O halde onlardan kurtulmanın yolunu bulalım; ya boyun eğdirelim, ya asimile edelim, ya kamusal alandan dışlayalım ya da yok edelim. Gücünüz oranında tercih seçenekleri… Fakat argümanın alttan alta bir başka varsayımı daha var: Bir vakitler hayat mükemmeldi; toplumumuz iç çelişkiden bağışık, kendi kendisiyle özdeş, bölünmemiş, yekpare bir toplumdu. Böyle bir şey mümkünmüşçesine…

İşte fantezi bir toplumun kendi kendisiyle özdeş olmasının olanaksızlığının üzerini örten bir perde işlevi görür. Bir toplum kendi gerçekliğini bu biçimde deneyimlemeye eğilim gösterdikçe, tam da kendi kalbinde taşıdığı çelişkiyi de sürekli bastırmak zorunda kalacaktır. Rejim otoriterleştikçe, bu varsayımsal tehdit de büyür. Eh, imgelemin bir sınırı yoktur en nihayetinde.

İNSAN-DIŞI ÖTEKİ

Bu durumun paradoksal bir sonucu vardır. Irkçılığın kurbanlarının arz ettikleri varsayılan tehdit azaldıkça sahip oldukları güç daha da abartılır. Bu abartı, daha fazla güç kullanımını da meşrulaştıran bir öğedir. Bu da ikili bir sürece yol açar: Öteki bir yandan insan-dışılaştırılır ki ona her şey yapılabilsin ve bir yandan da bu Ötekine ilişkin imgeye bir güç enflasyonu eşlik eder ki daha fazla şiddet kullanımı meşrulaşabilsin. Fantezi, pek çok korkunç eylemin, üstelik bizzat belirli bir simgesel sistem tarafından yasaklanmış olmalarına (örneğin cenazeyle uğraşma işinin bizzat Peygamber tarafından yasaklanmış olması) rağmen hiçbir suçluluk duyulmadan yapılabilmesini sağlayan öğedir.

YASA VE İHLAL 

Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak Popüler Kültürden Jacques Lacan'a Giriş, çev. Tuncay Birkan, syf. 240, Metis Kitap, 2004.

Žižek’in muhteşem saptamasıyla, bir topluluğu bir arada tutan şey, o topluluğun ‘normal’ gündelik yaşamını düzenleyen kamusal ya da simgesel yasayla bir özdeşleşme değil, Yasanın ihlalinin özel bir biçimiyle özdeşleşmedir. Bunu Enfâl Suresinin özel bir kullanım alanı bulmuşluğuyla açık kılmak mümkün. Hatırlanırsa, çatışmaların çok sertleştiği bir dönemde, bir askeri aracın içerisinden birilerine ateş açılırken Enfal Suresi 17. Ayeti okuyordu Türk güvenlik gücü mensuplarından bir tanesi: “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” (Diyanet çevirisi). Enfal, Saddam Hüseyin tarafından Kürtlere karşı yürütülen üç yıllık operasyonun da adıydı ve bu operasyonlar sırasında Halepçe kimyasal silahlarla bombalanmıştı.

Enfal Suresi Bedr Savaşını, Müslümanların tarihteki ilk zaferini konu alır. Enfal Suresine bu başvuruyu yapanların kendilerini Bedr’deki savaşçılarla özdeşleştirdiklerine kuşku yok. Fakat ayet Allah’ın sözüdür ve bu ifadenin Allah tarafından Peygamber’e söylenmesi başka, kendi öldürme edimini yüceltmek ve meşrulaştırmak üzere bir insan tarafından dile getirilmesi ise bambaşka bir anlama gelir. Sözü söyleyen olmak sözün sahibiyle özdeşleşmek anlamına da gelir.

Sözün öznesi ile söylemenin öznesi çakışır, üst üste biner. Bu çakışmada bir insanın alemlerin mutlak efendisiyle özdeşleşme girişimi içerisinde olduğu görünür olur. O mutlak efendi yasa-koyan fakat koyduğu yasanın dışında durandır ve onunla özdeşleşmek de yasanın ihlalinin çok özgül bir biçimini ortaya koyar. Yasa değil, Egemen ihlaldir söz konusu olan. Bir başka düzeyde, Devlet ile Tanrı arasındaki bir rekabet olarak da okunmaya müsait bir durum…