İnsanlığın hayatında ırkçılıktan daha pis, daha beter, daha aptalca, daha zararlı şey yok. Irkçılığın en berbat hallerinden biri, Yahudi Düşmanlığı. Bu ırkçılık türü de kaynağı ve kapsamı itibarıyla öylesine mesnetsiz-anlamsız ve öylesine zehirli-zararlı ki, akıl-mantığın ucundan dokunduğu hiçbir yerde varolamaz, yaşayamaz, onun dokunduğu hiçbir yerde de akıl-mantığın zerresi bulunamaz. Buna rağmen Yahudi Düşmanlığı, yüzyıllar boyunca cahil kalabalıkların zulümde tatmin aramasının yolu olmuş, benzer zehirlerin üretilip yayılması için örnek oluşturmuş.
Ustalıkları, uzmanlıkları işlerine yarayacağından köle olarak kenara ayırdıkları hariç bütün Yahudileri yeryüzünden silmeye kalkışan ve ezcümle insanlığı kendinden utandıran sistematik katliam pratiğiyle tarihe aşılması zor bir ibret belgesi bırakan Nazilere yönelik tiksinti, insanlığın bugüne kadar oluşmuş en değerli ortak duygularından. Pratik siyasî düzleme yönelik etkisi bakımından da hayırlı sonuca yolaçtı, Yahudi Düşmanlığı gerçi ortadan kalkmadı, fakat bu sefil ırkçılık türünü açık açık sahiplenmeye kalkanın ayıplanması, dışlanması normlaştı.
Büyük güçlerin dünya savaşlarıyla birbirini yediği, Batılı emperyalistlerin ilk sosyalist devrime sahne olmuş koca Rusya ile ne yapacağını bilemediği, dünyayı fethe kalkmış Nazi Almanyası’nın toplama kampları ve toplu imha seferberliği eşliğinde etrafındaki ülkeleri, toprakları yutup bilahare herkes tarafından ezildiği, Üçüncü Dünya’nın uyanmaya ve ayaklanmaya giriştiği karmakarışık onyıllar içerisinde, İsrail devletinin kuruluşuna varan süreçte Siyonist silahlı örgütlerin sergilediği dehşet, hele kurbanlar da kenar köşe diyarların Arap çiftçileri olunca, hak ettiğince önem verilen uluslararası mesele haline gelemedi. Büyük güçlerin işine öylesi geldiği için de elbette. Ve yeni yeni kişiliklerini edinmeye başlayan “Arap devletleri”nin gözünde Filistinliler kardeşimiz canımız ciğerimizden çok potansiyel problem kaynağı gibi görüldükleri için de. Ve insan hakları gibi bir değer henüz uluslararası düzlemde geçerli ilke muamelesi görmediği için de.
Pek çok sebep sıralanabilir, Siyonist terörün kayırılması konusunda. Fakat 2. Dünya Savaşı ertesinde ortaya çıkan büyük hikâyenin içerisinde bunların hepsi görünmezleşti. Bu büyük hikâye, bütünüyle hakikate dayalı tragedyadır: Milyonlarca Yahudi’nin sırf Yahudi oldukları için uğradıkları korkunç eziyet, zulüm, yağma, talan, sürgün, tehcir ve nihayet toplu imha felaketi. Böylesine acımasız zulme topluca mâruz bırakılmış topluma insanlık elbette borçluydu ve bundan sonrası için onun güvenliğini sağlamakla yükümlüydü. “Yahudi devleti”ne tanınan ayrıcalıkların böyle bir haklı, meşru zemine dayanıyor oluşu, bugünün yaşanan facianın kötüye kullanılan nesnel sebebi: Yaşam güvencesi, ne yaparsa yapsın İsrail’e göz yumulacağı garantisine dönüştü. (Öyle bir kötüye kullanma ki, faşist-ırkçı terbiyesiz Macabi taraftarlarını Anna Frank’la eşlemeye bile kalkılabiliyor bununla!)
İsrail devletini kuran kadronun büyük ölçüde Yahudi “İttihatçılarından” oluşması, etnik temizliğin yapısal-sürekli devlet pratiği olarak kabûlü, “düşmanla çevrili” yaşamanın getirdiği paranoyanın İsrail devletinin âdetâ ruhuna işlemiş oluşu, çeşitli tarihlerde Arap devletlerinin İsrail’i ezme amacıyla harekete geçmiş ve bir defasında neredeyse bu hedefe yaklaşmış bulunuşuyla paranoyanın iyice köklenmesi, “kendini savunma hakkı”nın dine bulanmış saldırgan milliyetçi kadrolar elinde kesintisiz savaşçılığa evrilmesi, insanlığın akıl-vicdan sahibi kısmının karşılarında hürmet ve saygıyla yüzünü yere eğdiği kurbanların çocuklarının eli kanlı zalimlere dönüşmesine yolaçtı. İsrail devletinin birinci sınıf yurttaşlarına tanıdığı, geleneksel dayanışmacı komün yaşamından güç alan, civarda eşine rastlanmayan katılımcı, demokratik sivil toplumlu yapı ve ekonomik-teknolojik alanda gösterdiği başarılar bir “aydınlık yüz” oluşturdu ve İsrail’de hüküm sürenin bir apartheid rejimi olduğu uzun süre gözlerden saklanabildi. Ancak bilen biliyordu. Hâlâ 7 Ekim 2023 gününe kadar Filistinlilerin nasıl yaşadığını -dolayısıyla o gün neyin patladığını- bilen az. İkinci sınıf yurttaş olarak veya işgal altında veya fiilen denetim altında, bir şekilde İsrail’in hükmüne tâbi yaşayan Filistinlilere yönelik günlük aşağılayıcı eziyet, yerleşik, yapısal devlet politikasıydı İsrail’de.
Ortada katlanılmaz bir durum vardı. Yüksek duvarlar, dikenli teller, beton bloklu, koruganlı onlarca kontrol noktası arasında, bir yerden öbürüne gitmek için saatlerce bekletilen, itilen kakılan, sayıları durmadan çoğalan yerleşimlerden kopup gelen saldırganlar tarafından sürekli huzursuz edilen, zaman zaman saldırılan, dövülen, hayvanları çalınan, zeytinlikleri, tarlaları tahrip edilen, bazen doğrudan üzerlerine ateş açılan, en ufak şüphede sorgusuz sualsiz hapse atılıp aylarca, yıllarca orada tutulan, buldozerlerle evleri yıkılan… saymakla bitmeyecek acımasız faşizan uygulamayla yüzyüze, soluk almaya ve kişiliğini, onurunu kaybetmemeye uğraşarak yaşayan, mazlum ve olabildiğince isyankâr bir halk, Filistinliler. Onyıllardır. Şimdiye kadar bu vaziyetin farkına varmamış olanlar da, İsrail ordusunun Gazze’deki halinden tavrından, nasıl bir ırkçı, ayrımcı, aşağılayıcı ideolojinin İsrail tarafında ana akımlaşmış olduğunu anlamışlardır.
Yani bir zamanların mazlumları değil, bugünün zalimleri var karşımızda, İsrailli kimliğiyle. (Bu toplumun yüz akı olan aydınlık ve cesur insanlar, gözü dönmüş savaşçı haleti ruhiyesinin yarattığı kanlı seferberlik ortamında ister istemez seslerini daha zor duyurur oldular. 7 Ekim 2023 Hamas eyleminde doğrudan saldırıya uğramalarına rağmen barışçı tavırlarından geri adım atmayan yürekli insanlara da lafın ucu değecek diye korkuyorum şahsen, İsrail’den bahsederken. Onlara selam olsun!) Evlerini yıktıkları yaktıkları insanların yatak odalarına girip kadınların iç çamaşırlarıyla pis pis gülerek pozlar veren, bunları sosyal medyadan dünyaya yayan İsrail askerlerine bakınca elbette Nazi toplama kamplarındaki, kemikleri gözüken zavallı mağdurlar değil, onlara eziyet eden SS subayları ve faşist militanlar geliyor gözümüzün önüne. Bugünün İsrail devletine ve ordusuna, Nazilere beslenen nefretin tıpkısını besleyene kimse itiraz edemez.
Lâkin! Evet, lâkin… Tarih bizi hiçbir zaman basit meselelerle karşı karşıya bırakmıyor. İlle işin içine yargımızı rahat rahat veremeyeceğimiz, tercihimizi kolayca yapamayacağımız karışık vaziyetler sokuşturuyor. Ve bir taraftaki ırkçılıkla, zalimlikle mücadele edelim derken, bu karışıklıktan istifade kendi kirli takıntılarıyla ortaya atlayan başka türlü ırkçılarla, potansiyel zalimlerle kendimizi yanyana bulmamız tehlikesi başgösteriyor. Bir kısım Müslümanın, “İsrail zulmü”ne karşı haklı olarak ayağa kalkarken, bir elini Filistinlilerin mağduriyetine, fakat ötekini yapısal Yahudi Düşmanlığı’na dayadığını görüyoruz. Şurası çok açık: Eğer İsrail devleti dünyanın en demokratik, en insansever, en eşitlikçi organizasyonu olsa, topraklarını ellerinden aldığı insanlarla anlaşmaya, tazminatlar ödemeye, Arap yurttaşlarına eşit haklar tanımaya girişse, ne bileyim, en beklenmedik kararları alıp en şahane uygulamaları yapsa, hattâ İsrailli Yahudiler, devleti falan bırakıp dünyanın çeşitli yerlerine göçse, İsrail devleti falan ortada kalmasa yine Yahudilerden nefret edecek olan birileri var. Bunlarınki, üstelik dinî örtülere sarılmış, sıradan milliyetçininkinden daha tehlikeli bir faşist ideoloji. “İsrail mutlak kötülüktür” diye bir laf var, meselâ. Nedenmiş? Niye bir tek o “mutlak kötülük” oluyor? Soykırım yapmış devletler, toplumlar var; komşusunun toprağına dalıp insanlarını katleden nice devletler görülmüş, hâlâ görülüyor; beş milyonluk ülkede nüfusun iki milyonunu yok etmiş örgüt var; her gün vinçlere insan asan devlet var… Bunların hepsi şöyle veya böyle kötülük, fakat sadece İsrail “mutlak”! Neden? “En kötü” olabilir meselâ. Hayır. “Mutlak”. Yani hiçbir şeyi iyi değil, olamaz. Niye? Cevap aslında gayet basit: Çünkü doğuştan öyle: Yahudi! Ne istiyorsunuz birader peki siz? Yahudilerin ortadan kalkmasını mı? Öyleyse siz de Nazi gibi bir şey olmayasınız? Başkalarına zırt pırt Nazi derken?
Bütün bunların gerisinde, dinî saplantılar, milliyetçi takıntılar, şunlar bunlardan önce, insanı insan yapanın ne olduğuna dair ayırt edici bir mevzu yatıyor. İnsan, kendi tercihine henüz sıra gelmeden, doğuştan kendisine atanan kimliğiyle mi tanımlanır yoksa aklı erdiği zamandan itibaren yaptığı tercihlerle mi? Neler bizim tercihlerimize bağlıdır, neler değildir ve bunlardan hangileri biz muhatap alınırken esas kabul edilmelidir? Mesele daha buradan başlıyor. İnsanların birbirlerine doğuştan sahip oldukları özelliklere göre mi davranacağı yoksa kendilerini tanımlayışlarına, tercihlerine göre mi onlara yaklaşacağı siyasetin de temel sorusudur. (Sağla solu ayıran temel soru bu aslında; ama feci kavga koparacak bu mevzuya başka zaman dalalım.)
Hâlihazırda, faşistlerin yönetimindeki İsrail devletine düşmanlık beslemek her insan evladının hakkı, hattâ görevi. Buna şüphe yok. Ancak bu hakkı edinebilmek için, düşmanlığı “Yahudi”ye yönelterek genişleten ve gerçekte olan bitenden bağımsız, yapısal kılan beriki ırkçılara da itiraz meydanında yer açmamak şart. Hele hele, dünyanın her yerinde, İsrail ordusunun sergilediği dehşete en kararlı, en yüksek sesle itiraz edenlerin Yahudilerce oluşturulmuş gruplar olduğu bir ortamda, fırsatçı Yahudi düşmanlarına hoşgörü göstermek ciddî suç sayılmalı. Başka ülkelerde yaşayan kendi halindeki insanları sırf Yahudi oldukları için hedef almaya kalkanlara ses çıkarmamak da öyle.
ABD’ye ikinci defa başkan seçilen Donald Trump’ın kabinesine seçtiği isimler, İsrail saldırganlığına ABD’nin bugünkünden de fazla yol vereceğini gösteriyor. Öte yandan, İsrailli taraftar gruplarının Amsterdam’dan sonra Paris’te de kavgalı dövüşlü olay çıkarmaktan geri durmayışları da muhtemelen ancak karşı-zor ile durdurulabilecek bir dokunulmazlık tafrasının yeni belalar çıkaracağını ortaya koyuyor. Karşı tepki örgütlenecek ve korkarım, geçmişin çok kötü tecrübelerine dair reddiyenin gücü azalacaktır. Siyonist saldırganlık bütün Yahudilerin esenliğini tehlikeye sokuyor.