İş kazalarında neden patronlar ölmez?

Bu ülkedeki rejimi ayakta tutan temel dinamiğin sınıfsal olduğu, iktidarın sermayeye dayandığı gerçeğini, kitle partileri ne yazık ki ana eksenlerine almıyor. İşçi sınıfı her geçen gün daha daha çok ölüyor, daha fazla sömürülüyor. Çocuklarını, gençlerini koruyamayan, yaşam hakkını dahi sağlayamayan bir ülkede, gelir dağılımında uçurum artıyorsa, işsizlik tarihi zirvelerdeyse, ana meseleyi güvenlik doktrinlerinden çok, sınıfsal paradoksta aramayacağız da nerede arayacağız?

Azmi Karaveli azmikaraveli@yahoo.com

Bu ülkede temel meselenin sınıfsal olduğu gerçeğine; çok yalın, aleni ve sade bir ifade biçimi olması nedeniyle genel olarak itibar edilmez. Oysa zengin-yoksul arasındaki gelir dağılımının her geçen gün açılması gerçeğini kabul ederek strateji belirlemek, sanılanın aksine sofistike bir bilinci gerektiriyor, konu o kadar da basit değil zira.

Bir dizi haberle başlayalım meramımızı anlatmaya... Geçtiğimiz haftalarda Ovacık'ta katledilen, Ayaz ve Nupelda Güloğlu kardeşlerin ölüm acısından çok, eylemi kimin yaptığı tartışılmıştı. Oysa amaçları ya da sonuçları ne olursa olsun kimden gelirse gelsin çocukları katleden her eylem terör eylemidir, nokta. Kulp’ta öldürülen vatandaşların da kimin tarafından öldürüldüğünün bu anlamda bir önemi yok. Çocuklar ve yoksullar ölürken büyüklerin takıldığı konular anlamını yitiriyor zira. Başka acı haber Mardin’den... Ataması yapılmayan genç öğretmen Güler Adam bir süre önce intihar etti. Mustafa Koç, staj yaptığı gemide ölü bulundu. Akciğer enfeksiyonundan öldüğü belirlenen Koç'un 18 gün boyunca günde 20 saat çalıştırıldığı ve kimyasal kalıntıları içeren bir tankı temizlemek zorunda bırakıldığı iddia edildi. Genele baktığımızda iş kazalarında, sadece 2018 yılında 1923 işçinin hayatını kaybettiğini görüyoruz, günde ortalama 5 kişi, Mustafa Koç bunlardan sadece biriydi. Asker cenazelerinin neden Teşvikiye Camii’nden kalkmadığı sorusu gibi bir durumdur işçi cinayetleri. Üretim bandında fiilen bulunmayan patron elbette iş cinayetine asla kurban gitmez. Sartre’ın ünlü sözü “Savaşı zenginler çıkartır, yoksullar ölür”ünde olduğu gibi, Soma’da ve daha yüzlerce vakada önlemleri almayan patronlar, ölenler ise işçilerdir...

EVET ŞİMDİ FAKİR EDEBİYATI YAPMA ZAMANI

Çünkü ölmek yoksullara mahsustur. Bunu demek fakir edebiyatıysa evet şimdi fakir edebiyatı yapma zamanı... Bu ülkede hep yoksullar kurbansa buna “edebiyat” demek durumu açıkça manipüle etmektir. Siyasal teorilere, anayasal eşitlik ilkelerine falan bakmaya gerek yok. Arada tektük sanatçı, bakan ya da zengin olmayı başarmış insan hikayeleri ile rızanız da, gazınız da alınır, sizi beklentiye sokarlar, “o yaptı sen de yapabilirsin, yürü koçum” mesajı verilir. “Lümpen proleter”sindir artık. Hatta sistemin sürmesi için gönül rızanla bu oyuna seçimlerde katılırsın da, bilmeden katkı sunarsın.

Zengin cephesinde ise özellikle son 17 yılda, önemli ihaleleri kazanan o ünlü beş şirket için işler o kadar da kötü gitmiyor. Bunların yanında çok sayıda başka taşeron şirketin de palazlandığı bir gerçek. Yeni muhafazakar burjuvazi ciddi bir nemalanma tekeli de oluşturdu. Lenin’in dediği gibi, “Bir avuç tekelcinin, halkın geri kalan kısmı üzerindeki boyunduruğu yüz kez daha ağır, daha duyulur, daha gözyumulmaz duruma gelmektedir.” İlk zamanlarda mütevazi marka otomobillerle dolaşan yeni nesil zengin muhafazakarların artık son model araçlarla dolaştığı, FETÖ mahkemelerinde zengin olanların yırttığından bahsedildiği bir ortamda, sürekli yoksulların kurban olması, temel meselenin "hala" sınıfsal olduğunu göstermiyor mu?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2018 yılına ait Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçlarını geçen çarşamba açıkladı. Buna göre yüzde 20’lik en yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 47,6 oldu. En düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay 0,2 puan azalarak yüzde 6,1'e düştü. Özetle ülkede zengin-yoksul arasındaki uçurum gittikçe açılıyor. Zengin daha zengin olsun diye, yoksul daha yoksul oluyor aslında. Kriz bahanesiyle daha az kar ediyorlar belki ama emekçiye de daha az ödeme yapıyorlar, hal böyle olunca muhtemelen toplamda zarar bile etmiyorlar. Bu gerçeklere bir de geleneksel Türkiye burjuvazisi TÜSİAD üyelerinin son 17 yılda ne kadar büyüdüğünü ekleyin…Koç Grubu’nun Cumhurbaşkanımızın deyimizyle “nerdeeeeen nereyeee” geldiğine bir bakın. Ama, manav da olsanız da büyük sermaye grubu da olsanız “işler kesat be abi” demek adettendir malum…

Bu uçurum hayatın her aşamasına da sirayet ediyor elbette. Her yıl müfredatın yenilendiği eğitim sisteminde parası olanlar, çocuklarını yıllık ücreti ortalama 60-70 bin TL (Robert gibi okullarda bu rakam 100 bini geçiyor) olan özel okullara göndererek “laikçi” kaygılarından arınabiliyor. İşçi sınıfının böyle bir lüksü yok elbette. Devlet, çocuğunu evine en yakın imam hatibe yazdırmışsa, el mahkum yollamak zorundalar. Yüzlerce özel hastane zenginlerin hizmetinde, yoksullara düşen ise aylarca MR sırası beklemek. Bu yazdıklarım aşırı basit ve “eee ne anlatmak istiyorsun, bunları bilmiyoruz mu yani” itirazlarıyla karşılanabilir, ki haklısınız...

Gelin en temel tanımları hatırlayalım öyleyse, karmaşık teorilere falan da girmeden, mesela “burjuvazi nedir” başlangıç seviyesinden… Engels, burjuvazi ve işçi sınıfını şöyle tarif eder: "Burjuvazi ile, modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı.” Bazıları için son derece arkaik söylem olarak gelebilir, ama hala tüm dünyada ve Türkiye’de bütün üretim ilişkileri; değişen türlü şartlara, dijital çağa, Endüstri 4.0’a rağmen birebir bu tanımdaki gibi yaşanıyor. Tek eklenen, arada kalmış “beyaz yakalı” sınıfının işini kaybedene kadar “burjuva”lar gibi yaşamak istemesi, işsiz kalınca o da haliyle bir alt kümeye düşmesi.

Bu ülkedeki rejimi ayakta tutan temel dinamiğin sınıfsal olduğu, iktidarın sermayeye dayandığı gerçeğini, kitle partileri ne yazık ki ana eksenlerine almıyor. İşçi sınıfı her geçen gün daha az kazanıyor, daha çok ölüyor, daha fazla sömürülüyor. Geleneksel ya da yeni burjuvazinin vergi borçları sıfırlanırken devlet temel gelirini işçi ve memurlar üzerinden elde ettiği vergilerden sağlıyor. Hal böyleyken biz yıllardan beri rejimi ya da güvenlik meselelerini tartışıyoruz. Tartışmayalım demiyorum, hobi olarak yine tartışalım, misal CHP daha sağa kaymak adına en güzel hatim yarışmaları düzenlesin, sadece Menderes’in değil, Necip Fazıl’ın ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun mezarlarını ziyaret etsin, eyvallah ama temel sorunun sınıfsal olduğunu bir zahmet görsün. Bu gerçeği “Yozgat’tan oy almak adına” yadsıyan, dini söylemlere yaslanan bir politika tercihi, sistemi yeniden üretmeye mahkumdur. Bu yazdıklarımı daha teorik çerçeveye oturtan ve bunları yıllardan beri dile getiren devrimci, sosyalist yapı ve partiler elbette var. Sözüm bu nedenle kitle partilerine ve kitle iletişim araçlarında her gün boy gösteren “uzmanlara”. CHP’nin tarihsel rekorunu kırdığı 1977 seçimlerinde, daha sonra çokça eleştireceğimiz Ecevit’in hangi sol söylemlerle başarılı olduğunu kitlesel siyaset yapanların ciddi anlamda çalışması gerekiyor.

İlk paragrafta sözü edilen örneklerde olduğu gibi, çocuklarını, gençlerini koruyamayan, gelecek hayalleri kurmayı geçtim, yaşam hakkını dahi sağlayamayan bir ülkede, gelir dağılımında uçurum artıyorsa, işsizlik tarihi zirvelerdeyse, ana meseleyi güvenlik doktrinlerinden çok, sınıfsal paradoksta aramayacağız da nerede arayacağız? Bu söylemi çok "oldfeşın" bulanlar, buyursun yeni bir şey söylesin de biz de nasiplenelim.

Tüm yazılarını göster