İşçisin sen işçi kal
Nice yetenekli, becerikli aydın, yerel siyasetçi ve emekçi, maalesef daha partiye aday adaylık aşamasında yüksek başvuru ücreti nedeniyle, seçim adı altında elenmektedir.
Kemal İnal*
CHP’de milletvekilliği aday adaylığı için belirlenen ücret 30 bin olarak belirlendi. Bir pozitif ayrımcılık olarak engelliler, kadınlar ve gençlerin aday adaylığı ise 15 bin lira. Diğer bazı partilerde bu rakam oldukça düşük. Parti politikası olarak bunun mantığı, muhtemelen çok fazla başvurunun yaratacağı iş yükü, harcanacak enerji ve zaman kaybını önlemek olabilir. Hele şu kısa kampanya döneminde parti bürokrasisine çok iş yüklememek de gerekebilir. Belki başka gerekçeler de olabilir. Ancak burası “halk partisi” ise aday adaylığına başvuruda, hele şu ekonomik kriz döneminde lira ve ücretler iyice erimişken, bu kadar yüksek para istemenin, “sıradan” ve fakat liyakatli, yetenekli ve becerikli insanların önünün otomatikman keseceğini söyleyebiliriz. Kılıçdaroğlu’nun sadakat yerine liyakati sürekli dillendirmesi ile bu yüksek başvuru ücretini uzlaştırmak da mümkün değil. Kaldı ki hazineden yüklü bir mali yardım alan CHP’nin bu paraya ihtiyacı olduğunu da sanmıyorum.
Halkçı olduğunu söyleyen bir partinin böylesi yüksek bir maddi bariyer koyması, bir tür elit arzu, yapı ve zemini de ele veriyor görünmektedir. Bu elit kümelenme, TBMM’de “okur-yazar”, “eğitimli” ve “bilinçli” meslek erbabının inşa ettiği bir vekil panoramasıyla kendini son zamanlarda daha bir fazla göstermektedir. Böylesi yüksek bir meblağ ve sonrası için gereken harcamalar, bir işçi, köylü, emekli, öğrenci, esnaf, çiftçi, sokak satıcısı veya kapıcının vekil olabilme şansını, daha doğrusu imkanını ortadan kaldırmaktadır. Zar-zor geçinen yetenekli birinin politika yapmasını engellemektedir. Yeri geldiğinde aydın olmanın, halkın çıkarlarını savunmak ve korumak olduğunu söyleyenler, son tahlilde, “sokaktaki insan”ın kendi kaderini bilfiil belirlemesi için inisiyatif sahibi olmasını istemez görünmektedirler. Sol, kurtarıcılığına soyunduğu halkın, emekçilerin veya çalışanların, topyekün ezilenlerin “özne” olmasını gerçekten istiyor mu?
Fransız filozof Jacques Rancière “Filozof ve Yoksulları” adlı kitabında, Marx, Sartre ve Bourdieu gibi üç önemli ismi analiz ederek şu soruyu sormuştu: İşçiler, emekçiler, zanaatkarlar ve genelde yoksullar ne zaman düşünecekler? Soru, aslında bir suçlama veya eleştiri. Ona göre bu üç isim veya sol tandanslı filozofun eşitsizliği doğallaştıran önkabullerinde öne çıkan sayıltı, işçilerin kendi işlerinden başka bir iş yapmamaları gerektiğiydi. Oysa öte yandan Marx, “Alman İdeolojisi”nde komünist toplum tahayyülüne dair bir imge ürettiği tasarımında (ütopyasında) kişinin (herkesin) gün içerisinde sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam sığır yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yazmak gibi farklı meşgalelerde bulunmasını istemişti. Marx, bir yandan (aşırı) uzmanlaşmayı, monotonlaşmayı ve iş bölümünü kıracak düşünceler ileri sürerken öte yandan “işçiliği” de “işçi kalma”ya sabitleyen bir bakış açısı üretmişti. Sadece Marx değil, sermaye de hep böyle düşündü. Cem Karaca’nın söylediği şarkıda ustasının çırağına seslendiği gibi “işçisin sen işçi kal”da gördüğümüz şey, patronların zaten işçinin yerini belirleme hakkına sahip olduğudur. Antik dönemden bu yana felsefeyle başlayıp bütün “ince işler” için düşünen kafalara biçilen entelektüel misyon, bilgi ve bilinci, el işiyle çalışan emekçilerin dışında bir meşgale olarak gördü. İşçiler, kafalarıyla değil, elleriyle üretmeliydiler. Rancière’e göre aksi taktirde işçiler, haddini aşıp düzeni bozmuş ve gülünçleşmiş olurlar. Özne olmamalılar, çünkü bir nesne olarak onlar araştırma konusu, kurtarılacak insanlar ve methiye düzülecek kesim olarak daha değerli ve anlamlılar.
Özal’ın benimsediği neoliberal kapitalizmle birlikte Türkiye’de politika pek çok nedenden dolayı para harcanması ve kazanılması gereken bir “iş takibi”ne dönüştü. Zaten “parayı” temsil eden bir partide politikayı para babalarının yapması doğaldır; kampanya, reklam, iletişim, personel ve daha birçok harcama kalemiyle politika, parası olana parasız olanı sözde kurtarma imkânı yaratan bir meslek olarak yeniden tanımlandı. “Millete hizmet”in bin bir biçimi varken ille de politika demenin alemi, siyasetin bir rant aktarma, sermaye transferi ve maddi birikim için anahtar olmasıdır. Devletin, vereceği ihalelerle tanımlandığı piyasacı bakış açısı, en sıradan politikacıyı bile kendi içine çeker.
Nazım Hikmet, “ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum” dediği şiirinde aslında ezilenin buna karşı rol almasını, inisiyatif elde etmesini ve bilfiil karşı çıkmasını anlatır. Nazım’ı dillerinden düşürmeyenlerin partisi olan CHP, yakın zamanda hukukçu, müteahhit, eczacı, hekim, akademisyen, mühendis gibi görece “iyi” para kazananların parti içi tekel kurup politika yapabildiği, vitrine çıkabildiği ve kurmay hareketini oluşturduğu bir yapıya dönüştü. Nice yetenekli, becerikli ve pratik aydın, yerel siyasetçi ve emekçi, maalesef daha partiye aday adaylık aşamasında yüksek başvuru ücreti nedeniyle elenmektedir. Dolayısıyla seçim adı altında bir eleme söz konusu olmaktadır. Öyle olunca partinin politikacı üreten yapısı, tabana fiili politika için kendini kapatırken orta ve üst sınıflardan devşirdiği kişilerle bir tür “parti eliti” üretmeye başladı. Öyle olunca da CHP kendini, sadece halkın sorun, çıkar ve hizmetine adaması gerekirken, tam aksine sanayi ve ticaret odaları, ülke kalkınması adı altında sermayenin talepleri, yatırım diye burjuvazinin projeleri içinde politika yapar buldu.
*Dr., Helmut Schmidt Üniversitesi öğretim üyesi