Türk ve İran tarihinin en simgesel duraklarından biridir İsfahan. Selçuklu Sultanı Melikşah ve Nizam’ül Mülk’ün mezarı buradadır. Şah Abbas’ın Safevilere başkent yapıp yeniden inşa ettiği kent vakti zamanında Yahudiler ve Zerduştiler için de önemliydi.
Bütün estetiğini bir nehre göre kurgulamış bir şehir düşünün. Sularının çekildiğini ve eşsiz bir medeniyetin dudaklarının çatlamaya başladığını. İsfahan’dır kastım. Zaman tünelinde bir şehir: Geçmişten an’a şiiri, aşkı, estetiği, zarafeti taşıyan…
Türk ve İran tarihinin en simgesel duraklarından biridir İsfahan. Selçuklu Sultanı Melikşah ve Nizam’ül Mülk’ün mezarı buradadır. Şah Abbas’ın Safevilere başkent yapıp yeniden inşa ettiği kent vakti zamanında Yahudiler ve Zerduştiler için de önemliydi.
33 gözlü, iki katlı, 300 metre uzunluğunda, 14 metre genişliğinde, orta yerinde Şah ve ailesine ait seyirlik bir köşkün bulunduğu, Zayende Rud’un (Zayende Nehri) iki yakasına gerdan gibi gerilmiş Si-o-se Pol’un (33 Köprüsü) ışıltılı silüetini seyre koyuldum. Gecesi efsunlu, gündüzü şaşalı. Nehre nazır gözler aşıkların buluşma yeri. Çarşı iznine çıkan askerlerin sığınağı. İşsiz gençlerin aylaklığı. Emeklilerin seringâhı. Küçük kubbeler akustik mi akustik. Gözün bir kenarında köşeye fısıldayın, diğer kenarında kulağını köşeye veren dinlesin. Belki bunun için aşıkları çekiyor kendine.
Çatlak çatlak olmuş su yatağında “Nehre girmeyin, tehlikelidir” tabelası felaketin trajik resmi. Kuğuların köprüyü tırmık tırmık yaran kanallardan süzüldüğü, kenarlarda kurulmuş masalarda çay-kahve keyfi yapan insanların olduğu eski fotoğrafları unutun. Zagros Dağları'nın suları buraya kadar yetişmiyor artık. Bazen nisan-mayıs aylarında suyun aktığı olurmuş, bu sene o da yok.
Biraz ötede Pol-e Hacu da efsane. Si-o-se ve Hacu’nun gölgesinde kalsalar da İsfahan’ın iki yakasını buluşturan diğer köprüler Cüyu, Marnan ve Şehristan da etkileyici.
***
Medeniyet suyla başlar derler ya, parklar ve bahçelerle de süslenir diye eklemek lazım. İsfahan eşsiz bir örnek. İranlıların ağaca, yeşile, güllere, sümbüllere olan aşkı şiire olan ki kadar derin.
2002’de ziyaret ettiğim Şiraz’da şair Hafız’ın kabrinin başında “Burada kendimiz parande (kuş) gibi hissediyoruz” diyen genç bir çift, her bir İranlının evinde Kur’an dışında üç kitap daha bulunduğunu söylemişti: Hafız’ın Divan’ı, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Firdevsi’nin Şehname’si. Ruhlarını ve bedenlerini dinlendirdikleri parklar da şiiri tamamlıyor sanki.
Sadece Heşt Behişt Sarayı’nı kuşatan muhteşem bahçeden ya da Çehel Sütun Sarayı’nın havuzlu bahçesinden söz etmiyorum. Nehrin iki yakasında her türlü ağacın serpildiği, çiçeklerin renk kattığı, kuşların öttüğü parklar uzanıyor. Susuz nehir boyunca bir saat yürüdüm, mola verip karadut ağaçlarına daldım, bir saat daha yürüdüm, yine de parkın sonunu göremedim.
Allah’tan yerin altında hâlâ su var. Pompalarla çekilen sular sayesinde parklar hâlâ yemyeşil. İran’da kuyu suyu sisteminin tarihi ta 2 bin 500 yıl önceki Ahamenişler dönemine kadar gidiyor. İsfahan’da ‘kanat’, ‘karez’ ya da ‘madi’ adı verilen kuyularla yeraltı suyunu toplama ve dağıtma sistemini kuran kişinin de Şeyh Bahai olduğu söyleniyor.
Hayata veda eden ağaçları da İsfahanlılar kolay kolay bırakmamış. Sanatçılar bunların köklerini birer heykele dönüştürmek için hünerlerini sergiliyor. Heşt Behişt’te bir kök aslana dönüşmüş, bir kök kartala, bir başkası kaskıyla çalışan bir işçiye…
***
Herkes İsfahan derken söze Meydan-e Nakş-ı Cihan’dan başlar, efsane orasıdır çünkü. 512x163 metrelik boyutlarıyla dünyanın en büyük meydanı. 17'nci yüzyılda Safevilerin başkentini Kazvin’den İsfahan’a taşıyan Şah Abbas’ın şahlığının nişanesi. Ve 1979’dan beri UNESCO Dünya Miras Listesi'nde.
Bir tarafında devlet işlerinin döndüğü, Şah’ın meydandaki etkinlikleri izlediği ve bizdeki Bâbıâli’ye denk gelen Âli Kapı Sarayı. Tam karşısında minaresiz Şeyh Lütfullah Camii. Sağında sarsıcı mimari yapısı, mozaik çini süslemeleri ve akustik kubbesiyle bir şaheser olan Mescid-i Şah (İmam Mescidi). Solunda hünerverânın (zanaatkârlar-sanatkârlar) ipek, halı, bakır ve gümüşler üzerinde göz kamaştırdıkları Kayseriye Bazar’ın girişi. Nakş-ı Cihan Meydanı dünya, ahiret ve iktidarı (mülkü) aynı mekânda buluşturan İslami şehir mimarisinin en önde geleni.
***
Ali Rıza Abbasi, Şerafuddin Hasan (Şefai) ve Allah Verdi Han gibi İsfahan’ı İsfahan yapan hattatlar-sanatçılar, şairler ve komutanların heykelleriyle süslü Sanat Üniversitesi’nin parkından yürüyüp Çehel Sütun Sarayı’na vardığımızda işte orada bir başka devlet aklını görüyoruz: Havuzlu bahçesiyle hükümdarın kabul makamı.
Bahçenin girişinde sağda kıl çadırı kurulmuş, Türkmen işi hediyelik eşya satılıyor.
Güç simgesi olarak aslan bu sarayın da ayrıntılarından biri. Havuzun dört bir tarafında aslan heykellerinin ağızlarından pompalama sistemi olmadan su fışkırıyor. Yani Şeyh Bahai’nin şebekesi hâlâ iş görüyor.
Sarayın giriş bölümü kızgın yağda bekletilmiş çınar ağaçlarından yapılma 20 sütün üzerinde duruyor. Suya düşen 20 gölge ile birlikte 40 sütun ediyor. Çehel (40) adı da buradan geliyor. Malum 40 sayısı kültürde mükemmelliği ve olgunluğu simgeliyor.
Binanın girişinde sütunların arkasında Ayne Sera (Aynalı Saray-Salon) denilen kısımda iki genç ellerinde tar ve tömbek ile kadim bir şarkıyı seslendiriyordu. Bu bölüm arz odasına açılıyor. Şahların bir nevi ‘dış ilişkiler köşkü’. Duvarlara şahın savaşları ve yabancı heyetlerle görüşmesine dair örnekler resmedilmiş. Bunlardan birinde “Osmanlı’nın topları sayesinde kazandığı” mesajını veren Çaldıran Savaşı canlandırılmış. Altındaki yazıda Şah İsmail’in ateşli silahlar kullanmayı yasakladığı için Sultan Selim’e yenildiği yazılı. Bir diğerinde bileğini dizinin dibine kırarak oturup Şah’ın karşısında acziyetini ve sadakatini gösteren Türkmenistan lideri resmedilmiş.
***
Tarihi eser çok. Etkileyici eserlerden biri de Selçuklu döneminde inşa edilen ve sonraki dönemlerde ilavelerle büyüyen Cuma Mescidi. İnce kerpiçlerle örülmüş mescidin mimari detayları balçığın sanat eserine dönüştürülmüş örnekleriyle dolu. Külliyesi oda oda, göz göz, koridor koridor. Kerpiçli dünyada bir zaman tüneli sanki. Daha fazla tarif sanat tarihi bilgisini gerektiriyor ki o da bende yok!
Mescidin civarındaki çarşı daha mütevazı ve günlük ihtiyaçlara hitap ediyor. Kayseriye Bazar’daki gibi bakır ve gümüşü kabartmalı muhteşem tablolara ya da heykellere dönüştüren, deve kemiğine minyatür işleyen, gümüşü nakşeden, taşı gerdanlığa dönüştüren sanatçılar yok.
Eskiden ölen bekar gençler için “Üzgünüz seni evlendiremedik” kabilinden minyatür aynalı gerdek odası yapılır, sokağa resmiyle birlikte konulurmuş. ‘Hecle’ adı verilen bu temsili odalardan birkaç tane mescidin etrafında gördüm. Bu gelenek nedense evli olup da ölenler için başlamış. Mihmandarım Nasır buna bir anlam veremediğini söyledi.
Heşt Behişt Sarayı’nın bulunduğu bahçe de masallardaki gibi. Taşa değer biçen, keyfe keder satış yapan bir grup kafadara rastladım. Çimler üzerine serdikleri kilimde tespih, yüzük ve kolyeleri sergilemişler, mercekle taşların damarlarına bakıp kıymet biçiyorlar.
***
Etkileyici mimari yapılardan biri de nehrin diğer yakasında Ermeni mahallesi Yeni Culfa’daki katedral. Şah Abbas’ın Doğu Azerbaycan’daki Culfa’dan getirdiği Ermenilerin bölgesi. Bahçesinde 1915 Ermeni Soykırımı’na dair bir anıt ve sergi var. Ayrıca Ermenilerin kültürel ve dini tarihine ışık tutan eserlerin sergilendiği bir müze. İran’da basılan ilk kitap ve matbaa makinesi de burada sergileniyor.
***
Şehrin en uzun bulvarı, namına yakışırcasına Çahar Bağ adını almış. Yani Dört Bahçe. Bulvar değil ‘bahçeden geçen yol’ demeli.
Heybeli bisikletler bu şehrin bir diğer alamet-i farikası. İnsanlar yediden yetmişe, kadın erkek bisiklete biniyor. Modern Ortadoğu insanı her şeyin büyüğünü ve abartılısını seviyor; müziğin bağırtılısını, arabanın böğürenini, eşyanın cafcaflısını. Bisiklet küçümsenen tekerlekliler arasında. İsfahan tersi. İran üretimi arabalar zaten küçük ve mütevazı. Bir tek parkları büyük; zengin, detaylı, iyi planlanmış. Gezmelik, dinlenmelik ve tabii seyirlik.
Bu kentin bir diğer ayırt edici özelliği temizliği. En kalabalık parklar, caddeler ve çarşılar bile temiz. Sadece belediyenin gayretkeşliği değil halkın içselleştirdiği bir hassasiyet bu. Başka türlü olmaz zaten.
Herkesin başta dediğini sona bıraktım. Tebrizlilerin nazire yapıp “Eger Tebriz nebaşed” (Eğer Tebriz olmasaydı) diyerek gönderme yaptıkları İsfahan kurumuş nehrine rağmen hâlâ “Nısf-e Cihan” (Dünyanın Yarısı). Daha fazlası ölmeden görülmesi gereken bir şaheser.