İnsan toplam kaç kere ilk defa gider Paris’e? Her şeyden çok söz eden, her şeyi çok çok anlatan Cemal Süreya, Paris yıllarından (yılları mı demeli?) neden az söz eder? Yahya Kemal’in babasıyla Paris’ten sülük ticareti girişimi doğru mudur? İnsan, toplam bir defa gider Paris’e ama okudukları en çok bu bir defada aklındadır belki de. Uçak, tren, gemi artık hangisiyse, buralardan kalkıyorsa hele.
Orada her şeyden çok var. İnsanlar çok, ışık çok, güzel bina çok, heykel çok, millet çok. Fas, Cezayir, Pakistan, Hindistan, Uzakdoğu, Çin û Maçin. Osmanlı İstanbul’u mu bir nevi?
Uyuyan Adam. Ne kadar övülse doyamam. Paris, bende en çok Perec’in şehri. Ama en az gördüğüm de o. Daha çok Hugo’nun şehri. Her yerde o var. Bulvar isimlerinde, heykellerde, dükkân tabelalarında, Rodin’de. Müzeler şehri. Louvre’da kendi mahallenin taşını görebilirsin, hangi ülkeden gidersen git. Devasalık gösterisi. Karşısındaki her şeyi (herkesi değil, her şeyi) ezen, ezerken zevk aldığını apaçık gösteren müze. Delacroix’lar gerçekten çok büyük. Mona Lisa ufacık. Resmi değil, resmin önünde duruşunun selfie’sini çekiyor insanlar. Kocaman salonun bir yerinde oturmuş soluk benizli bir kadın resim yapıyor kafasını kaldırmadan. Sanki o da müzenin gösterisi.
Bisikletler. Mihmandarlarımız Sylvain ve David sosyalist belediyenin bakiyesi olduğunu söylüyorlar bisikletlerin. David’in kırmızı bir bisikleti var. Tiyatrolardan bahsederken ve şehrin en büyük salonlarından birinin önünden geçerken, balkonda duran oyuncu bir adam: Sanki senaryoya konsa, fazlalık kalacak kadar büyük tesadüf. Şaşkınlıkla devasa binanın balkonunda, mihmandarlarımızın tanıdığı o adama bakıyoruz akşam karanlığında. Eser okuma âdeti varmış halen, ve bu gördüğümüz adam Mungan okumuş geçtiğimiz yıllarda, meğer.
Mitterand adının bıraktığı tuhaf yakınlık. Kütüphanesinin önünde durup içeri bakıyoruz. Bazı kütüphanelerin önünde durulur ve içine bakılır. Kütüphanenin çaprazında İran asıllı bir Fransız’ın kitapçısı var. Pamuk’u hiç duymadığını söylüyor. Birbirimize bakıp soruyoruz şaşkınlıkla. Hani meşhurdu bu adam burada? Türkçeden bir tek Yaşar Kemal bilindiğini öğreniyoruz ardından. Ölüm haberini bizden alıyor, duymamış. Üzülüyor İran asıllı Fransız kitapçı arkadaş.
Ambulans başka ötüyor ötmesine ama sanki her an bir yerden Depardieu çıkacak hissi. Zihnin, filmlerden aşina olduğu sesleri, bazı suretlere kendiliğinden eşlemesi. Minibüs yok. Minibüsü olmayan kaç şehir vardır acaba? Minibüsü olmayan bir şehirde “Onlar İçin Minibüs Şarkısı” nasıl anlaşılır, kim bilir. Önce minibüsü anlat, sonra dolmuşla farkını söyle, nihayetinde şiiri oku. Zor iş. Trenle ilgili iyi şiir okumak kolay. Her yerde tren var. Ve metro duraklarında, gene filmlerden aşina olunan hurufat. Ve sokak tabelalarının tanıdık hurufatı. İstanbul’dakini Bülent Erkmen mi tasarlamıştı?
Adında mühim İngiliz ağabeyimizin olduğu kitapçının önünde durup, Muradê Çaket Sor’un “Kendimi Notre Dame’ın kamburu gibi hissediyorum” deyişini hatırlamak. Neydi coğrafya? Kader gibi bir şeydi. İçten içe memnun olduğun güzel kader, aslında. Laftan çok ne varsa.
Güneş batmadan hemen önce, ortalık bir garip aydınlanıyor. İnsan, büyüklerinin sözüne hürmet etmeli. Fotoğraf, Paris’in civarında icat edilmeliymiş zaten.
“Fakat sonuna doğru rüyam garip bir şekilde değişti. Evvela aydınlık manzara soldu, renkler sanki oldukları yerde çürüyüp karardılar, berrak sular siyah çamur rengini aldı, kendim de beraber her şeyin kanatlandığı dünya birdenbire ağır bulutlarla örtülmüş gibi kapandı.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Suat’ın Mektubu, haz. Handan İnci, Dergâh Yayınları, Şubat 2018)
Sağ kola takılan bir saat. O saat de gidip nehrin kenarında düşer. Su geçirir illa ki.