Işıklar Ülkesi: Düzen bozucu ‘tuhaf’ çocuklar

Andrés Barba’nın 'Işıklar Ülkesi'nde yarattığı atmosfer ve karakterler, insanın kendine benzemeyene bakışını sorgulatırken, bunu çocukları devreye sokarak yapması, onların dünyasını okura yansıtması ve çocukların yetişkinlere 'sevimlilik' borçlu olmadığını hatırlatması açısından dikkat çeken bir metin...

Emek Erez emekerez@gmail.com

İnsanın aşina olmadığı şeylere korkuyla yaklaşması, onu “tuhaf”laştırması eski bir gelenek. Pek çok inancın arkasında bile gizemli olanın, anlam verilemeyenin yarattığı korkuyu görebiliriz. İnsan türünün her şeyi bilme ve aydınlatma çabasının altında da biraz bu yatar. Anlamlandırmak, adlandırmak, her şeyi bilinir kılmak isteriz böylece güvende olacağımızı varsayarız. Ama bu basit bir güvenlik anlayışıyla kalmaz, genişler, yayılır biz olarak kurduğumuzun dışında kalana da bu korku duygusuyla yaklaşmaya başlarız. Aynı olmayanı bir tehdit olarak görür varlığını değersizleştirmeye, yok etmeye hiç biri olmuyorsa da onu suçlulaştırmaya çalışırız. Bu gerek insanlar arası ilişkide gerekse doğayla kurduğumuz ilişkide karşımıza çıkar, doğadaki her şeye isim vermek isteriz çünkü onun varlığı ancak bilinirse korkusuz olmaktan çıkar.

Andrés Barba’nın, Notos Kitap tarafından, Züleyha Yılmaz çevirisiyle basılan, “Işıklar Ülkesi” adlı romanı, yukarıda bahsettiklerimiz hakkında düşündürüyor. Barba, bir sosyal hizmet görevlisi olan karakterinin, Tropik bir ormanın yanında kurulmuş San Cristóbal adlı yere atanmasıyla başlayan olayları konu ettiği metninde, “masum çocuk” anlatılarını yıkıyor diyebiliriz. Bunu yaparken çocuklarla büyüklerin farklı dünyasını da sorgulamamızı sağlıyor. Metinde, “Otuz İkiler” adı verilen bir çocuk grubunun şehrin yaşamını alt-üst etmesi işleniyor, bu çocuklar yazının girişinde de bahsettiğimiz gibi baş edilemeyince, anlamlandırılamayınca tüm “tuhaflık”ları üzerlerinde topluyorlar. Şehrin bir yerinde aniden gruplar hâlinde beliren, yiyecekleri çalan, kendilerine ait bir dilleri olan bu çocuklar, bir yanıyla her gün yanından geçip görmediğimiz, sokakta tutunmaya çalışan, mendil satan, su satan hayatları çalınmış çocukları da andırıyor ancak yazarın dikkatimizi çekmeyi istediği yer bana kalırsa, çocukların kendilerine has dünyasının aslında bizim gördüğümüzün çok ötesinde bir yanı olduğunu anlatmak; onların aile, okul gibi kurumların dışında bir özgürlük arayışı olabileceğini dile getirmek ve kendi hallerine bırakıldıklarında, bir medeniyet yaratabilecek zihinlerini görmemizi sağlamak.

GÖRÜNMEYEN

“Ormanın yeşil renginin gerisinde, nehrin kahverengisinin gerisinde, toprağın kızıllığının gerisinde hep kan vardır, her şeye sızan tamamlayan kan.” Sosyal hizmet görevlisi olarak atandığı San Cristóbal hakkında düşünen karakterin, görüntülerle kafasında yarattığı bu imge hem metnin geçtiği mekânın atmosferini yansıtıyor hem de karakterin başına gelecekleri sezmemizi sağlıyor. Çünkü kurulu düzenin, görünenin dışında kıyıda, köşede kalmış bir şeyler genellikle vardır. Bir kent fotoğrafı mesela, o kareye yansıyanın çok ötesinde bir anlamı taşır, gösterilen ile görülmesi gereken arasındaki fark vardır. Metinde de durum bu, karakterin sezgileri onu yanıltmıyor ve o görünen yemyeşil ormanın, usulca akan nehrin gerisinde San Cristóbal’ın asıl gerçekliği ortaya çıkmak için çok beklemiyor.

Işıklar Ülkesi, Andres Barba, çeviri: Züleyha Yılmaz, Notos Kitap, 2021. 

DÜZENİ BOZMAK

“Küçük şehirlerde hayat metronom gibidir; kimi zaman o kadar düzenli ve öngörülebilirdir ki bu kaderden kaçınabileceğini düşünmek güneşin batıdan doğabileceğini düşünmekle birdir. Ancak bazen işte tam da bu olur: Güneş batıdan doğar.” Bu şehri kaderinin dışına çıkaran, “güneşi batıdan doğması” gibi tüm düzeni bozan olaylar Dakota adı verilen süpermarkete yapılan baskınla ortaya çıkıyor. Bu olayı önemli kılan ise bu baskını yapanın bir grup çocuk olması, otuz iki çocuk… “Bu çocuklar nereden çıktı? Hâlâ önemini koruyan bir sorudur. Nereden? Ortada görünmedikleri döneme şahit olmayan biri, kir pas içinde olsalar da tuhaf, minik ağırbaşlılıkları, yapık yapık saçları ve güneşte yanmış yüzleriyle hep sokaklarımızda dolaştıkları düşünülebilirdi.” Metinden anlaşılan, bu çocuklar hep oradaydı, şehrin o görünen yüzü içinde kaybolmuşlardı, varlıkları kimsenin ne umurundaydı ne de farkına varacakları kadar dikkate değerdi. Onların görünür olması ancak kendi içinde işleyip giden düzeni bozmakla mümkündü ki bu süpermarket baskını böyle bir işlev görüyor. Sonrasında çocuklar hakkındaki söylence yayılıp gidiyor, “kim bu çocuklar” sorusu tüm kurumların asli meselesi hâline geliyor. Normal zamanda nasıl yaşadıkları, ne ile beslendikleri kimsenin umurunda olmayan çocuklar birden bire “memleket meselesi” hâline geliyor. Bu da aslında şöyle bir soruya imkân veriyor, görünmek için, yaşamdan bir şeyler talep etmek için yapılması gereken, düzeni bozmak mı? Metindeki çocukların açıkça böyle bir amacı olduğunu söyleyemeyiz ama genel olarak dünyada görünmez kılınmaya, varlığımızı değersizleştirmeye çalışanlara karşı önemli bir yöntemdir düzeni bozmak, itaatsizliği çağrıştırır ki sonrasında metinde çocuklara dair anlatının özünde bu itaat etmeme tavrının önemli olduğunu görüyoruz.

KAPATILMA VE ISLAH

Süpermarket baskını sonrası, Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, polis gibi kurumlar zamanında hareket etmemekle suçlanırken karakterin şu cümleleri metni başka açılardan tartışmamıza vesile oluyor: “Söylenenlerde bir parça doğruluk payı olduğunu bugün kabul ediyorum, ama öyle olsa bile, insanlar söz konusuyken ‘yeterince çabuk’ harekete geçmek ne demekti? Bütün o çocukları hemen bir yetimhaneye kapatmak mı, toplumsal bir çağrıda bulunmak mı, o âna kadar aç ve evsiz olmaktan öte bir toplumdışılık belirtisi göstermeyen o çocuklara karşı düşmanlık uyandırmak mı?” Düzeni bozan olmanın karşılığı genellikle kapatılmak ve ıslah edilmek için cezalandırılmak anlamına gelir. Metinde bahsedilen çocuklar için de çözüm olarak devreye böyle bir yöntemin girdiğini görüyoruz. Daha önce farkına bile varmadıkları çocuklar birden suçluluğun, gizemin, yabancılığın temsili hâline geliyorlar çünkü bu çocukların metinden anladığımız kadarıyla sadece bir kısmı evden kaçmış, diğerlerinin nereden nasıl ortaya çıktıkları bilinmiyor. Bu “tuhaf” durum nedeniyle de bir yanıyla billinmezliğin verdiği korku, diğer yanıyla da kurumsal gözetimin dışında varlıkları onları kriminalize etmek için yeterli görünüyor. Baskılara direnemeyen sosyal hizmet müdürü de bu genel kanıya uygun davranmakta gecikmiyor. Metin, bir bakıma sosyal hizmet görevlisi olan karakterin, geçmişe dönük sorgulamalarını ve vicdan muhasebesini içeriyor çünkü bu olay onun için şimdiki yaşamında bile çok fazla belirsiz yan taşıyor.

KONFOR BOZULUNCA

“İnsanlar kendilerini o zenginlik duygusuna öyle kaptırmıştı ki o çocukların, yani öteki çocukların ortaya çıkışı bariz bir şekilde rahatsızlık vermişti. Refah nemli bir gömlek gibi insanın düşüncelerine yapışır. Ne kadar kapana kısılmış olduğumuzu sadece beklenmeyen bir hareketi yapmak istediğimizde fark ederiz.” Kendi konforlu alanının refahına kapılmış kişi başkasının yaşadığını görmek istemez bu nedenle her türlü düzensizlik, itaatsizlik ona rahatsızlık verir. San Cristóbal’ın yaşayanları için de çocukların bir baskınla ortaya çıkan varlığı rahatsızlığa sebep olur, onları kendi refahlarında kayboldukları yaşamlarını sorgulamak zorunda bırakır. Çünkü herkesin huzurlu, karnının tok, fikirlerinin özgür olmadığı bir yerde her şeyin öyle devam etmemesi muhtemeldir. Yaşamından memnun olanların huzuru da pamuk ipliğine bağlıdır bu nedenle çünkü birileri açken başkasının refah içinde yaşadığı bir ortamda düzeni bozanlar hep olacaktır. “Otuz İkiler” adı verilen bu “tuhaf” çocuk grubu, kendilerine yemek vermeyen süpermarketi basarken, metin ekseninde düşündüğümüzde bunu tahayyül edemezdi, ancak onların bu birden ortaya çıkıveren varlığı, kendi düzeninde kaybolmuş şehir için her şeyi aynı olmayacak şekilde değiştirirken, şehrin yaşayanlarını da vicdani bir sorgulamaya mecbur bırakıyor.
Andrés Barba’nın “Işıklar Ülkesi”nde yarattığı atmosfer ve karakterler, insanın kendine benzemeyene bakışını sorgulatırken, bunu çocukları devreye sokarak yapması, onların dünyasını okura yansıtması ve çocukların yetişkinlere “sevimlilik” borçlu olmadığını hatırlatması açısından ilginç bir metin fikrimce. Bu kitapta, “tatlı”, “masum” çocuklar yok çünkü çocuklar öyle olmak zorunda değil, kitabın cümleleriyle söylersek: “Çocuk masumiyeti miti, diyordu, Kayıp Cennet mitinin piçleştirilmiş, iyimser ve kolaycı bir türüdür. Bu cep dininin azizleri, şefaatçileri ve ermişleri yetişkinlerin nezdinde çocuklara asli günahsızlığı temsil etme sorumluluğu yükler.”

Tüm yazılarını göster