Ölülerimizi niye tekrar tekrar öldürürüz?
Bu neyin tutkusu, neyin ihtiyacı, neyin hıncıdır?
61 yıllık yaşamının neredeyse yarısını ölümle burun buruna geçiren Nâzım Hikmet, 1963’de ölse de öldürülmekten kurtulamadı. O gün bugün her önüne gelen, bulduğu her fırsatta mezarından çıkarıp çıkarıp yeniden gömüyor onu. Seveni de yapıyor bunu, sevmeyeni de.
Nâzım’ın yanına şimdi Memet Fuat da ekleniyor.
En hafif ifadeyle “takıntılı” denebilecek birkaç ismin sonradan mahcup olup silmeye çalıştığı galiz saldırıları dışında bugüne dek Memet Fuat’a pek dil uzatılmamıştı. Bu, kendisini tanıyan – bilen, onunla çalışma şansını yaşayan hemen herkesin etkilendiği, teslim ettiği, dile getirdiği kişiliğinin, yaşamının ürünüdür. (Ne yazık ki birlikte çalışma şansım olmadı.)
Dört sözcükle özetlenebilir Memet Fuat’ın kişiliği, yaşamı: İlkelilik, tutarlılık, hakkaniyetli olmak ve özellikle titizlik. Hepsini toplayıp tek bir söze indirebiliriz bunu: Özen. Yaptığı her işte, yazdığı her satırda, ettiği her sözde, her davranışında kılı kırk yaran bir hassasiyet… Kimisi ölçülülük der buna. Kimisi de -en ateşli devrimcilik iddialarından ırkçılığın eşiğine; biyolojizme savrulanlar ve türevleri- estetik liberalizm, biçimcilik, ideolojisizlik vb vb der.
En belirgin, en temel özelliklerini işaret etmeye çalıştığımız Memet Fuat kişiliği, anlaşılan o ki, yazarlık ve yayıncılık deneyimlerinden, yetişkinlik döneminden, iş yaşamından çok daha öncesinde belirginleşmiş, biçimlenmiştir. Bu gözlem ve değerlendirmeyi yapan kişi Nâzım Hikmet’tir. Evlilik ilişkisinin koptuğu dönemde, gerçek anlamda canıyla boğuştuğu sırada 2.2.1950’de Piraye’ye şunları yazacaktır:
Sen de oğlum da çok kusursuz insanlarsınız. Çok dürüst, çok temiz insanlarsınız ve bu, ömrün boyunca senin işkencen oldu, korkuyorum ki oğlum da aynı işkenceyi çekmesin. Mükemmel bir insan tipi düşündüğüm zaman hep sen gözümün önüne gelirsin. Bir hamlede çizilmiş dosdoğru bir çizgi gibisin, öyle aydınlık, öyle kesin, o kadar temiz ve dürüst. Oğlumun bugünkü dünyada senin gibi olmasını istemezdim, fakat neyleyeyim ki o da sana benziyor.
***
Burada “oğlum” diye anılan kişi Memet Fuat.
1926 doğumlu olan Memet Fuat, 1930’da 4 yaşındayken Nâzım’la tanıştı. 1933 – 1934’deki hapislikle kesintiye uğrayan ilişki tahliye sonrası 1935’de Nâzım - Piraye evliliğiyle aynı evde yaşamaya dönüştü. 1938’de tekrar hapislikle yine parmaklıklar arkasından ve mektuplarla sürdü 1950’ye dek.
Nâzım’ın nihai kopuş sürecinde yukarıda andığımız mektupta Memet Fuat’a ilişkin değerlendirmeleri sadece tanıklığa, gözleme dayanmıyor. Birilerinin iddia ettiği gibi Piraye’yi yeniden kazanma çabasıyla da hiç alakası yok.
EMANETÇİ
Baba – oğuldan hayli öteye, bir tür düşünsel/yazınsal danışmanlık, rehberlik, arkadaşlıktan yaşam biçimi, toplum, insan, hayat algısına uzanan paylaşımlarla dolu mektuplaşmalar, Nâzım’ın Memet Fuad’a bakışını oluşturuyor ve ortaya koyuyor. 1943’de doğrudan mektuplaşmalar başladığında Memet Fuat 17 yaşında, Mart 1950’de son bulduğunda 24 yaşındadır. Üniversite eğitimi, düşünsel yönelimleri, iş – seçimi büyük ölçüde bu ilişki ve mektuplarla biçimlenmiştir. 1946’da ilk kitabını -arkadaşı Tuna Baltacıoğlu’yla ortaklaşa- yayımlamış, yine Baltacıoğlu’yla birlikte Memleketimizde ve Dünyada Kitaplar dergisini yayımlamıştır 1950’de. Nâzım ilk üç sayıyı okumuştur.
Piraye’ye mektuptaki değerlendirmeler bütün bunların toplamına dayanıyor.
Nâzım hapisten kurtulmak için açlık greviyle canını ortaya koyarken, tahliye sonrası çeşitli suikast girişimleriyle boğuşurken ve nihayet 1951’de ülkeyi terk ederken, “vatan haini” ilan edilirken, fotoğrafları yüzüne tükürülsün diye yayımlanırken eski – yeni eşleri, öz – üvey, şimdilerde kullanılan ifadeyle “biyolojik – gerçek” oğlu dahil yanında yöresindeki hemen herkes çeşitli derecede pay alır bu kanlı sürek avından. Bakanlıkça Memet Fuat’ın yardımcı öğretmenlikten uzaklaştırılması da bunlardan sadece biri.
Ama bu Memet Fuat için hiçbir şey.
20’li yaşlardan itibaren onun yüklendiği asıl temel görev, tüm o büyük abluka altında, ebediyen sürecek gibi görünen kati yasak ve sansür karşısında Nâzım’ın her anlamıyla “miras”ına ve elbette öncelikle yazdıklarına sahip çıkmaktır. Her şeyiyle Nâzım’ı korumak, yok oluştan, imhadan kurtarmak, ait olduğu yere; topluma ve tarihe devredebilmektir.
Nâzım’ın ölümünden sadece iki yıl sonra 1965’de Yön dergisinde Kuvâyı Milliye Destanı’ndan pasajlar yayımlayarak sansür ve yasağın kırılmasının önünü açan odur. Ardından, kendisinin 1960’da kurduğu de Yayınevi’nde kitapları yayımlamaya başlayan yine Memet Fuat’tır.
PARA - PUL VE BİYOLOJİK MESELE
Nâzım’ı anadiline, yurduna yeniden kazandırma, yeraltından çıkarma çabası 12 Mart 1971 darbesiyle kesintiye uğradı. Çok geçmeden, 1970’lerin ikinci yarısında toplumsal muhalefetin yükselişiyle sol yayın pazarı genişledi, Nâzım da bazı fırsatçılar tarafından metalaştırıldı. Arşiv taramasına dayanan, görece sağlıklı ilk Toplu Eserler düzenlemesi Asım Bezirci – Şerif Hulusi ikilisinin emeğiyle 1975’den başlayarak Cem Yayınları tarafından sekiz cilt halinde yayımlandı. Telifi yasal mirasçı; öz oğlu Mehmet Hikmet’e ödendi.
12 Eylül darbesiyle 1980’den itibaren sansür ve yasak yeniden geldi.
Bugün Yapı Kredi Yayınları’nın 28 cilt olarak yayımladığı Nâzım Hikmet külliyatı, Memet Fuat’ın o bilinen titizliğiyle nokta, virgül, milimine dek aslına sadık kalmaya yönelik arkeolojik emeğine dayanır. 1987’den başlayarak Adam Yayınları’nın gerçekleştirdiği dizinin doğrudan tanığıyım. Kuruluşundan itibaren Adam Yayınları’nın telif kitaplar yönetimini ve danışmalığını da üstlenen Memet Fuat korunması, hazırlanması tamamen kendi emeğine dayanan bu dizi için herhangi bir ek ücret – telif vb almamıştır.
***
Bugüne dek Memet Fuat’ın “Tek başına Nâzım Hikmet benden sorulur havası”na girdiğini söyleyen oldu mu, bilmiyorum. Duymadım. Keza başkasına ait telifin üstüne konma gibi “etik sorun” ithamını da duyan olmadı…
Bunları dillendiren Gündüz Vassaf daha da ileri giderek, neredeyse ruhsal patoloji analizine kadar taşıyor Memet Fuat eleştirisini:
Nâzım Hikmet’in oğlu gibi kendini gösteren, öyle diyenlere de hayır ben oğlu değilim demeyen birisi... Her ne kadar annesiyle evli de olsa, Nâzım Hikmet ona ‘oğlum’ dese de biyolojik oğluymuş gibi tanınmaya pek de karşı çıkmamış.
***
Okuru olduğum, saygı duyduğum, üstelik ruhsallık eğitimi alan birinin bu sözleri gerçekten şaşırtıcı.
Sözü Nâzım’a bırakalım.
Oğlum,
…. Evvela sana hayatının sonuna kadar unutmamanı istediğim bir şey söyleyeceğim: sen benim, ben Nâzım Hikmet’in oğlusun. Her insan başka bir insanın değil, başka iki insanın –biri kadın, biri erkek- oğludur, fakat sen annenle ilgisiz benim oğlumsun. Meryem babasız çocuk sahibi olmuş, ben anasız çocuk sahibiyim. Seni kendi düşündüğüm, kendi yazdığım ve yüreğimden, kafamdan çıkmış bir eserim gibi benimserim, sen o kadar benimsin, oğlum. Ananla aramızdaki sosyal münasebetin şekli ne olursa olsun, sen benim oğlumsun.
….
Sen benim biyolojimin değil, bende olan en güzel manevi şeylerin devamısın.
***
27. 1. 1950 tarihli bu mektup, ilk kez 1968’de yayımlanan Oğlum Canım Evlâdım Memedim – Nâzım Hikmet Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar kitabında yer alıyor. Saklı-gizli, bilinmedik değil. Ortada.
Memet Fuad’ın Piraye’nin ilk eşi Vedat Örfi Bengü’den çocuğu olduğunu, Nâzım’ın üvey oğlu olduğunu edebiyat – yayın dünyasında, ilgili çevrede bilmeyen yok. Öz oğlu havasına büründüğünü gören, duyan da yok.
O halde?