İskân politikaları ve köylülükten 'alaturka' çıkış 

Tarım toplumundan alaturka çıkış, büyük kentlerin çevresindeki tarım alanlarının, ormanların, kıyıların özel mülk haline getirilmesi, konut, sanayi gibi tarım dışı faaliyetlere açılmasıyla sonuçlandı.

Abone ol

Sema Erder*

Cumhuriyet öncesi ve sonrası ile ilgili tartışmalarda çoğu kez kesintilere vurgu yapılır, sürekliliklerin ne kadar önemli olduğu ise ihmal edilir. Bu tartışmalarda Cumhuriyet’in ilk dönemindeki düşünceler, yasalar, uygulamalar gündeme getirilir ve bunlar mensup olunan kampa bağlı olarak kimi zaman yüceltilir, kimi zaman eleştirilir. Bu yazıda ele alacağımız iskân kurumu da Cumhuriyet dönemindeki uygulamaları nedeniyle eleştirilen ama sürekliliği vurgulanmayan kadim kurumlardan biridir. (1) 

Radikal değişimler getiren Cumhuriyet, kaçınılmaz olarak, bazı yapısal özellikler açısından -kurucu kadrolar da dahil- geçmişin izlerini taşımaktadır. Bu nedenle, kestirme bir anlayışla Osmanlı’yı “geleneksel”, Cumhuriyet dönemini ise “modern” olarak nitelendirmek doğru değildir. Bu yazıda, vurgulamak istediğim konuya açıklık getirmek için - şematik olmaktan kaçınmadan- 19. yüzyılda Ferdinand Tönnies’in geliştirdiği cemaat/cemiyet kavramlarını ve daha sonra farklı yaklaşımların kullandığı, geleneksel/modern, premodern/modern ya da prekapitalist/kapitalist gibi kavramları yeniden gündeme getireceğim. Bu arada popüler dilde karşılığı olan “alaturka ve alafranga” terimlerine de başvuracağım. 

Cumhuriyeti, yönetim açısından, küçülen imparatorluktan ulus devlete geçiş, toplumsal yapı açısından ise “çok milletli” köylülükten, “tek milletli” köylülüğe geçiş olarak da tarif edebiliriz. Bu yazı, ulus devlete geçişin genel siyasal ya da ekonomik sonuçlarından çok, köylülükten çıkışa odaklanıyor. Savaş sonrasında kurulan yeni düzen, köylü toplumundaki otoriter yönetim geleneğini, kır/kent çelişkisini ve geleneksel hukuk anlayışını uzun bir dönem sürdürdü. Bunun anlamı, 1960’lı yıllara kadar nüfusun yüzde 80’ine yakın bir kesiminin köyde yaşamaya devam ettiği düşünüldüğünde daha iyi anlaşılabilir. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devir aldığı devlet/toprak/insan ilişkileri ve köylülüğü yeniden üreten çok işlevli geleneksel hukuk kurumu da bu süreçte ve sonrasında boy atan otoriter popülist siyasette çok önemli bir rol oynamıştır. 

Sosyal bilimlerde farklı yaklaşımlara ilham vermiş olan bu çok boyutlu köylülükten çıkış süreci, nesiller boyunca sürebilir. Sosyal bilim literatürü, farklı toplumlarda, farklı dönemlerde, farklı yönetimlerin egemenliği altında köylülükten çıkışın nasıl gerçekleştiğini ve birbirinden farklı “modern” toplumların nasıl oluştuğunu gösteren örneklerle doludur. Bu birikimden anladığımıza göre modernleşme sadece kentlere bakarak değil, aynı zamanda nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylerde yaptığı etki dikkate alınarak anlaşılabilir. Sıkça vurgulandığı gibi Cumhuriyet, kentli yaşamda değişimi hızlandırmış, canlılık yaratmış ve kurallı yaşamı kurmuştur. Ancak, bu canlılık köyle olan çelişkiyi azaltmamış aksine premodern kentlilerin o dönemdeki popüler deyişle “alafranga” yaşamını beslemiş ve çelişkiyi daha görünür kılmıştır.

Bu aşamada, iskân politikalarını aktarmadan önce, geleneksel/modern ve premodern/modern kavramlarını tartışmak için, statü toplumu ile geleneksel hukuk anlayışının anlamı üzerinde duracağız. Geleneksel toplumların “statü” toplumu olması, kişilerin doğdukları yerin kent ya da köy olması ve doğdukları hanenin etnik ya da dinsel aidiyet statüsüne bağlı biçimde yaşamlarını sürdürdükleri anlamına gelmektedir. İster kentte ister köyde yaşasınlar, bireyler özerk değildir ve akrabalık ilişkilerinin eşitlikçi olmayan, hiyerarşik ve otoriter iç hukuklarına tabidirler.  

Geleneksel hukuk ise, çok işlevli, otoriter ve esnek yapısıyla toplumdaki eşitsizlikleri ve hiyerarşik ilişkileri ilahi ve doğal kabul eden bir anlayışı yansıtır. Yönetenlere kutsallık atfedilen geleneksel toplumlarda eşitsizlikler “kader”, muktedirin kararları da “emir” olarak kabul görür. Modern hukukun kapsayıcı, nesnel ve bireyin özerkliğini kabul eden anlayışından farklı olan bu hukuksal düzende “devlet/insan” ilişkilerinin sorgulanması söz konusu değildir. Köy ve kentteki farklı kurallar doğal kabul edilir, ne kentliler ne de köylüler tarafından sorgulanır. 

Zorla yerleştirme, toprağın hayati önemde olduğu toplumlarda sadece tarımsal üretim için değil güvenliğin sağlanması için de yaygın olarak başvurulan bir uygulamaydı. Bireysel gönüllü göç, modern dönemlere özgü insan hareketi olarak emeğin özgürleşmesi, insan haklarının kabulü ve yaygınlaşmasından sonra ortaya çıkacaktı. Dolayısıyla, Osmanlı’da yaygın olarak uygulanan “şenlendirme, sürgün ve yerleştirme” işlemleri, sadece savaşta, isyanlarda değil, barış dönemlerinde de gündeme gelirdi. Köylüler, yerleştirildikleri toprakta üretim yapma, geçimliklerini sağlama karşılığında, zorla askerlik yapmak ve ürününün bir kısmını ayni vergi olarak yöneticiye aktarmakla mükellefti. Köylülerin muhtar ve jandarma eşliğinde devam eden yaşamları, toprakla ilişkileri, devlete bağımlı, çok kırılgan ve eğreti bir kullanım hakkı anlamına gelen zilyetlik ilişkisiydi. Köylülerin devletle olan ilişkisindeki eşitsiz durumu olağan gören bu anlayışın yarattığı kültürel ortamın sonuçlarını hâlâ yaşamaktayız. (2) 

Köylüyü köyde, kentliyi kentte tutan iskân kurumunun başarısında devletle ilişkiyi yürüten köy muhtarları ve jandarma teşkilatı önemli rol üstlenmiştir. Bu kurumun işlemleri köylülerin devletle ilgili algılarını, geleneklerini oluşturmuş ve hafızalarında yer etmesini getirmiştir. Bu deneyim, bazı cemaatler için ayrımcılığa uğramış olmanın acısı, bazıları için ise kayrılmış olmanın övüncü olarak yer etmiştir. Devletin kentliler, köylüler ve farklı cemaatlerle ilişkisindeki eşitsizliğin ve seçmece kayırmacılığın yarattığı birikim, köylülüğün çözülme sürecinde de etkili olmuş ve otoriter popülist yönetime temel oluşturmuştur. Aşağıda, alaturka köylülükten çıkış sürecindeki iskân politikalarını kuruluş dönemi, kentleşme dönemi ve post kentleşme olarak üç farklı dönemde ele alacağım. 

KURULUŞ DÖNEMİNDE İSKÂN POLİTİKASI 

Akademik dünyada iskân kurumu sıkça, 1923 sonrası mübadillerin yerleştirilmesi ve 1934 İskân Kanunu’nun dış göçle ilgili hükümleri bağlamında gündeme gelmektedir. İskân kurumunun muhacirlerden kimlerin “vatandaş” olabileceği ölçütünü “Türk kültürüne” ait olmakla sınırlaması modern vatandaşlık hukukuna aykırı bulunarak, “etnikçi”, “kan bağı” ölçütlü (jus sanguinis) olarak eleştirilmektedir. Araştırmalar, mübadillerin ve muhacirlerin vatandaşlığa kabulü ve yerleştirilmesi sırasında da ayrımcılık yapıldığını, Türk kültürüne bağlı “Sünni/Hanefilerin” kayırıldığını ortaya çıkarmıştır. Bu saptamalar, yeni kurulan ulus devletin “tek milletinin” bileşenleri olarak kimleri tanımladığını göstermesi açısından önemlidir.  

İskân kurumunun hükümleri ve uygulamaları esas olarak devlet/toprak/insan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesiyle ilgiliydi. Yöneticiler için savaşta nüfusun azalmasından ve Müslüman olmayan nüfusun göçünden sonra, boşalan topraklarda üretimin başlaması hayati öneme sahipti. Boşalan tarım alanlarına mübadiller, muhacirler ve yerleşik olmayan göçerler hızla yerleştirilmeye çalışıldı. Yerleştirme sırasında köy kökenliler köye, kentliler ise kente “hane halkı” ya da “cemaat” olarak yerleştirildi. Bu dönemle ilgili araştırmalarda, Balkan göçmenlerinin kayırıldığı, buna karşılık Kürtlere ve Alevilere ayrımcılık yapıldığı vurgulanmaktadır. Bu arada, farklı etnik, dinsel cemaatlerin güvenlik amacıyla, dağınık bir biçimde yerleştirilmesi de önemlidir. Bu siyaset, “Müslümanları”  türdeşleştirmek için uygulanan bir toplumsal mühendislik çabası olarak yorumlanmakta, eleştirilmektedir. 

Cumhuriyet’in bu dönemde köylüler için en önemli düzenlemesi ayni vergiyi kaldırmak oldu. Bu düzenleme köylülerin vergiden muaf olarak yaşama geleneğini başlattı. Diğer taraftan, köylüler jandarmanın yanı sıra tarımsal destek, halk sağlığı uygulamaları ve ilk öğretimin yaygınlaştırılması gibi refahlarını artıracak yeni uygulamalarla ve bu uygulamaları yürüten kurumlarla tanıştılar.  

KENTLEŞME DÖNEMİ İSKÂN POLİTİKALARI

Kentleşme dönemini çok partili dönemden başlatarak 1950 sonrası olarak kabul edebiliriz. Bu dönemde, nüfus artış hızı yükselince toprakta işgücü fazlası ve iç göç baskısı yükseldi. İskân kurumunun insan hareketlerini denetleme güç ve isteği azaldı. Yerleştirme faaliyetleri sadece deprem, sel felaketi ve sayısı oldukça azalan muhacirlerle sınırlı kaldı. Bu döneme sanayileşme ve kalkınma politikasıyla artan yol, baraj gibi kamu yatırımları, tarımı kapitalist pazara açma amacıyla yapılan müdahaleler damgasını vurdu. Ve “zorla yerinden edilme” dönemi başladı. Köylüler için bu dönemdeki olumlu gelişme, zilyetlik hakkının kalıcılaşması ve “hak sahibi” olma gibi yeni ve eğreti bir konuma kavuşmaları oldu. Pazara açılma küçük üreticiliği yaygınlaştırdı. İskân kurumu yerinden olan “köylülere” toprak tahsis etme yerine onları borçlandırarak konut edindirmeye başladı.  

Bu dönemde köylüler için en önemli değişim, siyasal partiler arasındaki rekabet sayesinde, köy muhtarı ve jandarmadan daha yetkili yeni aktörler olan siyasetçilerle tanışmak oldu. Köyler oy devşirme peşinde olan siyasetçilerin ve yerel aracılarının sıkça uğradığı ve ilgilendiği alanlar olmaya başladı. Böylece nüfusun büyük bir kesimini oluşturan köylülerle siyasetçiler arasında kayırmacı ilişkilerin rağbet gördüğü popülist siyasetin ağları kurulmaya başladı. Aynı siyasetin yardımıyla, kente göçle gelen köylüler de kentlerin çevresindeki kırsal alanlarda “köy hukukunun” esnek kurallarına benzer ya da kent hukukuna göre kuralsız yeni iş ve konut piyasaları oluşturdu. “Gecekondu” popülizmi, köylülüğün hafızasını da kentlere taşıdı. Kentin kurallarıyla yaşamaya alışmış kentlilerin yadırgadığı, küçümsediği bu “alaturka” ilişkiler ve siyaset oradaki “alafranga” kültürle tuhaf bir şekilde iç içe geçerek bir süre sonra kentlerin kültürünü değiştirdi. 

POST KENTLEŞME DÖNEMİ VE KÖYLÜLÜKTEN ALATURKA ÇIKIŞ 

Kırsal nüfusun azaldığı, köyden göçenlerin iki-üç nesildir kentte yaşar hale geldiği 2000 sonrası dönemi post kentleşme dönemi olarak tanımlamak mümkün. Bu dönemde iskân kurumu çok işlevli olma niteliğini kaybetmiş, çoklu işlevleri ayrışarak farklı kurumları doğurmuştur. Bu dönemin temel özelliği, kent topraklarının değer kazanması, buna karşılık tarımın gözden düşmesi ve toprağın anlamının değişmesidir. Yönetime gelen yeni kentliler köy geçmişlerini silmek, unutmak ve unutturmak hayaliyle “alaturka” kentliliği kurmaya başladılar. Bu emellerine, zanaatkarlığı da, teknolojiyi de reddederek, kolayca kullanabileceklerini zannettikleri, bilimsel bilginin bir ürünü olan çimento/beton tüketimiyle ulaşacaklarını zannettiler. Bu arada, artan kadastro faaliyetleri kırsal alanlarda özel mülkiyeti yaygınlaştırmış ve kırılgan “zilyetlik” hakkının da sonuna gelinmişti. Çok masraflı ve teknik bilgi gerektiren kadastro işlemlerinden kimlerin yarar sağladığını, kimlerin tasfiye edildiğini bilmiyoruz. Kentlerde ise, “imar hakkı” yoluyla yeni kentlilerin kentsel ranttan pay almalarının önü açılmıştır. 

Tarım toplumundan alaturka çıkış, büyük kentlerin çevresindeki tarım alanlarının, ormanların, kıyıların özel mülk haline getirilmesi, konut, sanayi gibi tarım dışı faaliyetlere açılmasıyla sonuçlandı. Bu arada kentsel alanların dışında kalan meralar, orman alanları gibi köylülerin ortak kullanım alanları da enerji, madencilik, baraj inşaatları gibi amaçlara tahsis edilerek özelleştirildi. Bu dönemdeki iskân politikasını kısaca doğanın, tarımın ve kırsal alanların değerinin acımasızca inşaat ve istihraç (extraction) faaliyetlerine kurban edilmesi ve insanların fiilen buradan sürülmesi olarak da tarif edebiliriz. 

Sonuçta, Cumhuriyet’in ilanından bu yana oluşturduğu ve toplumun büyük bir kesimini ilgilendiren uygulamaların köylerde yarattığı ortamın, köylülüğün çözülmesinin niteliğini de belirlediğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda, premodern statü toplumuna özgü cemaatçi ilişkiler hemşerilik, akrabalık, dindarlık, etniklik gibi kimlik politikalarını etkisizleştirmek yerine, onların iyice canlanmasına, geleneksel hukuk ise, kent hukukunu yozlaştırarak, esnek ve kayırmacı popülist kuralsızlığa dönüşmüştür. Bir anlamda, premodern kentlilerin oluşturduğu alafranga düzen, bütün karşı koymalarına karşın, köylerden akıp gelen alaturka düzenle iç içe geçerek daha da yozlaşmış, bir tür post-alaturka düzen haline gelmiştir. 

Bu yeni düzenin kentlere, doğaya, kırsal alanlara ve tarımsal üretime verdiği zarara itirazlar, Gezi hareketi, HES karşıtı köylü eylemleri, kadın hareketleri gibi çeşitli toplumsal hareketler olarak sesini yükseltmiş ancak bu ses yönetimlerce dikkate alınmak bir yana sadece ölçüsüz bir tepkiyle karşılanmıştır. Ancak son dönemde yaşadığımız deprem ve sel sonrası ortaya çıkan her bakımdan büyük yıkım aslında, “çimentonun” yeni kentlileri emellerine kavuşturacağı umuduyla, bilgiye dayanmadan, sorumsuzca, yerli yersiz tüketilmesine etkili bir karşı çıkış olmuştur. Bu karşı çıkışa verilecek cevap umarız köylülükten alaturka çıkışın bu umarsız sürekliliğinin getirdiği zararlardan geri dönülmesine yardımcı olur. 

*Prof. Dr.

(1)  İskân politikaları hakkında ayrıntılı bilgi için: Erder, Sema (2018): Zorla Yerleştirmeden Yerinden Etmeye, İletişim Yayınları. 

(2)  Erder, Sema ve Nihal İncioğlu (2023): Değişen Türkiye, Değişmeyen Merkeziyetçilik: Yüzüncü Yıl Ansiklopedisi, TTV ve İBB, (yayınlanacak).