Kısa değil, uzunca yaşadım bu ülkede ama insanın beynini sulandıran, içini bulandıran birbirinden beter olayların nasıl böyle arka arkaya gelebileceğine hâlâ aklım ermiyor. Şu geçirmekte olduğumuz haftaya bir bakın mesela… Yüksek Seçim Kurulu’nun İstanbul seçimlerini iptal gerekçesini bulamayışını 200 civarında sayfaya ancak sığdırmasından Osman Kavala’nın suçunu bilmeden neredeyse 600 güne ulaşan tutsaklığında hak ihlali bulamayan Anayasa Mahkemesi’nin hukuk düşmanı kararına, İstanbul seçimlerini alabilmek için “her yolu mubah” ilan eden iktidarın pervasızlığından YSK’nın açıkladığı uzun kararla yandaşlık pekiştiren sözde basına, 19 Mayıs’ta Samsun’daki törenlerin ardından çekilen o malum fotoğrafta bu toprakların su götürmez gerçeği olarak gözümüze sokulan erkeklik, Türklük, Müslümanlık ittifakından Tunceli İl Belediye Meclisi’nin kente Dersim adının iadesi kararıyla tetiklenen milliyetçi reflekslere, Barış Akademisyenlerinin haksız hukuksuz yargılamalarında yağdırılan cezalardan kendisine sistematik cinsel saldırıda bulunan Nurettin Gider'i öldüren Nevin Yıldırım’a verilen indirimsiz müebbet cezasına, ekonomik krizin derinleştiğinin göstergelerinden biri olan tüketici güven endeksindeki gerilemeden Türk Lirası'nın değer kaybına, önlenemez biçimde artan işsizliğin kahredici sonuçlarından devlet kasasının dibine çoktan darı ekilmiş olmasına kadar pek çok olay… Her biri üzerine sayfalarca yazılabilir. Ancak insan hakikaten bazen ümitsizliğe kapılıyor. Bunca yıldır her şeyin bir gün düzeleceği umudunu canlı tutmaya çabaladıktan sonra geriye dönüp bakınca, o masal sözündeki gibi bir arpa boyu bile yol gidememiş olduğumuzu görmenin ıstırabı anlatılamaz. İnsan kendini istop kolu olmayan bir dönme dolaba binmiş gibi hissediyor. Önüne baktığını sanırken başlangıç noktasından defalarca geçmenin eziyetine bizleri maruz bırakan bu ülke, görüp görebileceğimiz en büyük işkence evi gibi… Sayıları gün geçtikçe azalan güvenilir birkaç haber sitesinde gezinip bu yazı için bir konu ararken hissettiklerim, düşündüklerim bunlar. İç bulantımı engelleyemiyorum.
Herhangi bir tek tanrılı dine inancım olsa cenneti zaten bu dünyada aramama gerek olmazdı. Vaat edilen cennete kavuşma hayaliyle avuturdum kendimi. Şu dünyanın pis işlerine şaşırmazdım. İyilik nadirse fazlasını beklemeye ne hacet, öyle değil mi?
Nihilist olsam zaten gözümde her şey değersiz olurdu. Erdem, ilke, ideal, değer… Çabalasan da çabalamasan da boş. İşte öyle gelmişiz öyle gideceğiz, derdim.
Kaderci olsam yine kolaydı işim. Alnımıza yazılmış olana katlanmak lazım, derdim geçerdim. Kader ne derse o, değil mi ama? Kim alın yazısını değiştirebilmiş ki?
İflah olmaz bir romantiğin iyimserliğine sahip olsam, safça iyiliğin zaferini beklerdim. Bugün değilse yarın. Beklemeye devam. Eninde sonunda iyinin kötüye galebe çalacağı o sona dikerdim bakışlarımı. Bön bir sabırla beklerdim.
Akılcı olsam, hesap kitaba havale ederdim geleceği. Oturur aklın akılsızları dizginleyebilmesi için stratejiler oluşturur, oyunlar kurar, taktikler belirlerdim. Akılsızlığa karşı aklı, cehaletin karanlığına karşı bilginin aydınlığını yaygınlaştırmak için eğitimin gücüne inanırdım. Herkesi eğitmeyi başardığımız gün kötülükler üzerindeki kontrolümüzün de artacağına böylesine inanmışken sabretmek sorun olmazdı.
Ama ben gerçekçiyim. Gerçekleri kabul etmeden safça umut beslemek bana göre değil. Mücadele etmeden, suskun kalarak, konumlarımızın rahatlığından vazgeçmeyi göze almadan herhangi bir değişim yaratmanın olanaklı olabileceğine inanmam. Sözün, eylemin gücüne bel bağlamayı tercih ederim umutlu olabilmek için. Vaat edilen kurtuluştansa kazanılmış bir özgürlük… Ötelenmiş, ertelenmiş hayallerdense, mücadeleyle gerçek kılınmış bir gelecek… Her şeye rağmen susmadan, her şeye inat doğruda ısrar ederek…
Hadi şimdi sağlıcakla kalın.