İskender Savaşır’ın şiir şapkası

İskender Savaşır entelektüel olarak da, şair olarak da bağımsız kaldı; eleştirel ve tarihsel maddeci bir çizgide yürüdü. Şiirinde olduğu gibi hayatla ve sosyal ilişkilerinde de iktidar üretmekten kaçınarak var oldu.

Abone ol

DUVAR - Şairler ölür. Arkalarında sesler, dizeler, imgeler dahası bir dil bırakarak ayrılırlar yaşamdan. O dil, o dolaşımdaki dile müdahale olan, yeni arayışlarla yeni olanaklar yaratma uğraşı yürüten şiir dili, şairin ölümünden sonra zamana karşı varlık savaşımına girer. Kazanır ya da kaybeder… Şairin doğumunu ya da ölümünü aslında o savaşımın sonucu belirler. Erken denecek yaşta yitirdiğimiz İskender Savaşır, aynı zamanda bir şairdi. İlk kez yetmişli yılların sonunda dergilerde yayımladığı şiirlerle görünür olmuştu. Entelektüel olarak tanınır, bilinir olmaya açılan kapıdaki eşikten ilk kez şiirle geçmişti. Buna karşın özgeçmişinde yer alsa da şair kimliğini pek ön plana çıkarmadı. Seksen ve doksanlı yıllarda şiirle, sonraki yıllarda olduğunda daha fazla ilgilendi.

Bu dönemde yazdığı şiirleri dergilerde yayımladı. Ama o zaman da, dergilerde şiirleri yayımlanırken de şair kimliğiyle öne çıkmadı. Bunun bir tavır olduğunu söyleyebiliriz. Bilinçli bir tercihle şiiri yüceltmekten, kutsayıcı tutum almaktan kaçınıyor ama hor görülmesine karşı da tavır alıyordu. Aynı tavır şair kimliği için de geçerliydi. Şiir onun bir entelektüel olarak ilgilendiği alanlardan biriydi. Kendi tabiriyle “şapkalarından” biriydi. İlk şiir dosyamı okuduktan sonra telefon etmişti. Görüşme günü ayarlamıştık. O ilk buluşmamızda, “Şimdi şiir şapkamı takıyorum” diyerek karşılamıştı beni İstanbul Elmadağ’daki ofisinde… Hikâyeler yazdı, roman yazdı; denemeciydi, incelemeciydi, eleştirmendi, çevirmendi, yayıncıydı, hocaydı, terapistti. Ancak bana kalırsa “şiir şapkasından” hiçbir zaman vazgeçmedi. İlgilendiği tüm alanlara şiirin, şiirsel duyarlılığın ışığını düşürdü. Türkiye’nin seksen sonrasında kültürel, düşünsel ikliminde alternatif oluşturan, yeni bakış açısı getiren, modernizmin ve postmodernizmin kuramsal ölçekte enine boyuna tartışılmasını, anlaşılmasını sağlayan, yayın kurulunda da yer aldığı Defter dergisinin ilk sayısında yayımlanan “Kavafis’in Veda Ettiği İskenderiye” başlıklı yazısı Kavafis ve meşhur “Şehir” şiiriyle ilgiliydi.

DEFTER'DEKİ SAVAŞIR İMZASI

O belli etmese bile Defter dergisindeki yazılarında olsun, başka platformlarda, ortamlardaki etkinliklerde olsun entelektüelliğiyle, düşünürlüğüyle iç içe geçmiş şiirle olan ilgisi, şair kimliği dışa yansıyordu. Birçok panele, söyleşiye, konuşmaya, konferansa katıldı. Bunların bir kısmı şiirle ilgiliydi. Ve o şiir üzerine düşünen bir entelektüel olarak çağrılıyordu. Derin ve geniş şiir bilgisi entelektüelliğinden olduğu kadar şairliğinden de beslendiği anlaşılıyordu. Bağımsız entelektüel duruşunu tamamlayan şair duyarlılığı da bir hayli dikkat çekiciydi. Edip Cansever’in ölümünden sonra “Bir Yabancının Ölümü” başlığıyla bir yazı kaleme almıştı. Yıllar önce kesip sakladığım o yazıyı paylaşmak istiyorum:

“Genellikle gençlik şiirleri bir şairin olgun sesi hakkında pek fazla fikir vermez. Gerçi Edip Cansever’in ilk şiirlerinde de, onun daha sonra keşfedeceği müziğe ‘Garip’si bir söyleyiş egemendir, ama daha ‘Masa’ şiirinde bir yabancı olarak konuşmaya başlamıştır bile. Masaya hayranlıkla karışık bir afallama duyar, ama bunun kaynağı sıradan eşyanın yaşananlara karşı kayıtsızlığıdır aslında.

Sıradan eşya ile yaşananlar arasındaki bu insicamsızlık, Garip şiirin gayri ciddilikte direnen dili ile ifade edilemeyecek kadar koyu bir duyarlıktır. ‘Umutsuzlar Parkı’ bir anlamda bu keşfin kitabıdır. Bu kitaptan sonra Edip Cansever’in şiiri saf bir müzikaliteye yönelir (‘Petrol’, ‘Nerde Antigone’, ‘Tragedyalar’). Sanki ‘anlatılamazı anlatma’ya çalışmaktan vazgeçmiş, onu anıştırmak, daha da doğrusu terennüm etmekle yetinmeye karar vermiş gibidir.

Onun için ‘öznel’ demek, bir anlamda doğrudur. Ama onun öznelliği kendi duygusal durumlarını ciddiye almakla, öznelliğini önemsemekle ilgisi olmayan bir durumdur. Bir durumdur, çünkü onun kendi içine kapanması, zorlanmışlıkla, bir dünyanın yitirilmişliğiyle, alışkın olduğu, kendisine cevap verecek bir dünyayı bulamamasıyla ilgili bir öznelliktir. Dili iyice zorlaşır, içine kapanır. Ama bu zorluğun dili zorlamakla, çarpıtmakla, Türkçenin dışında bir dil kurmaya çalışmakla bir ilgisi yoktur. Türkçenin bu en güzel sesi, artık anlaşılamayan bir şeyi ifade etmeye zorlanan, unutulmuş bir lehçedir:

Çocuklar ekmek yiyorlar gibidir sesin

Ön dişleriyle belli belirsiz

Bir martı kalıyor gibidir hiç olmayandan

Çünkü biz ikimiz de çirkin değiliz

Evet mi hayır mı pek anlamadan.

Sanırım bu dönemde azınlıklarla kurduğu duygudaşlık da bununla ilişkili. Azınlıklar kendi tasalarıyla yoğrulmuş hiçbir eşyanın barınmadığı bir dünyada yaşamaya zorlanan insanlardır. Bu yüzden ifade edilemeyen zengin birikimleri anlaşılmaz bir yük olup çıkmıştır hayatlarına:

Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış

Bu kadar uzaklardan nedir bu kadar gelen

Bir uzun çan kulesi bembeyaz Samatya’da

Belki bir söz yığını, yıllar var konuşulmamış

(...)

Asılırlar boşluğa çocuksu seslerinden

Birtakım dünyalarla önce ve güzel

Kış güneşi, sarmaşık, kim ne anlıyor sanki ölümden

O yanık ikindiler, sonrasız, loş gecelerden

(...)

Bir ölüm kadar şaştığımız onlar ve kendileri

Yani bu dünyanın en yılgın havarileri

Orada çan kulesi bembeyaz öldüğünden

‘Çağrılmayan Yakup’ ve ‘Kirli Ağusto’ta Edip Cansever kendisine dışardan bakar; kendi hikâyesini kurar, kendi konumunu teşhis ve teşrih eder.

ŞAİR DUYARLILIĞI

Edip Cansever'in yalnızlığı, 1970’ten sonra, ‘Kirli Ağustos’un hemen ardından okurlarının bunalımı ve yalnızlığı ile örtüştü. Cansever artık temsili bir nitelik kazanmıştı. Edip Cansever’in altın çağını yaşadığı bu dönemde, söz konusu yalnızlık paylaşılabildi ve bizim yalnızlığımız haline geldi. Ve dünya, alışmış olduğumuz farkı geçmişlerimizin, bizi hazırladığı dünyaya, giderek daha az benzemeye başladı. Edip Cansever, iletemediği geçmişi terennüm ettikçe, sanki bizim adımıza konuşuyor gibiydi. Sonra Cansever öldü ve biz de kendi seslerimizden birini yitirmiş olduk.” İskender Savaşır’ın şiir okumasının, yorumlarının genel olarak entelektüel, eleştirmen yönünü kuşatan şairliğiyle, gerçek anlamda şair duyarlılığıyla iç içe geçmiştir. Şiir yazmış olmaktan, şairliğinden beslenmiştir. Bu metinde de görüldüğü gibi Savaşır, çok açık bir biçimde Edip Cansever şiiri üzerine bir eleştirmen, bir entelektüel olmaktan çok şair olarak düşünen, konuşan duyarlılıkla söz almıştır. İskender Savaşır’ın bildiğim kadarıyla yayına hazır bir şiir dosyası vardı.

Doksanlı yıların başında kendi kurduğu Cumartesi Yayınları'ndan önce öykülerini topladığı “Masaldan Sonra”yı yayımlamıştı. Ardından, parasal kaynak bulur bulmaz şiir kitabını da yayımlamayı tasarlıyordu. Ancak yıllar içinde bu tasarısı gerçekleşmedi. Onun şiirleri üzerine düşünürken şimdilik dergilerde yayımlananlarla yetiniyoruz. Umarız şiirlerinin yer aldığı “dosyası” da kısa zamanda kitaplaşır. Ancak şairliğiyle ilgili yorum olanağımızın sınırları bir hayli geniş. Şiir üzerine yazdıklarını, söylediklerini değerlendirerek de şairliğiyle, şiir anlayışıyla ilgili saptamada bulunmak mümkün. Örneğin rol yapmayan, rol kesmeyen bir şiir amaçladığını söyleyebiliriz.defter dergisinde yayımlanan “Vaiz” başlıklı şiirinden bir bölüm paylaşmak istiyorum:

Zamanı gelir her şeyin

Unutanların ve hatırlayanların

Vakitsiz aşkların, kaçırılan trenlerin

Hep erken olan ölümlerin

Çalınan dizelerin

Zamanı gelir

İskender Savaşır’ın şiirde “samimiyet”e, şairin içtenliğine, duyarlılığa, duyarlılığın yaşamın ayrıntılarına ulaşacak kadar geniş bir alana yayılmış olmasına önem verdiğini, ayrıca hiyerarşi karşıtı iddiasını şiirlerine yansıtan bir tutum sergilendiğini de belirtmek gerekir. “Aşk ve İş” başlıklı şiiri de Defter dergisi aracılığıyla okurla buluşmuştu. O şiirden bir bölüm:

I

Her şey söylendiği gibi oldu

Yetmiş ya da yirmi küsur yıl gerekti

Zamanın bağrına sözlerle, silahla,

Akılla kurulan pusuya

Sonuncu ceketi de teyellediler

Terziler gittiler

Şimdi bütün kunduralar İtalyan

Bütün ceketler konfeksiyon

Ve bir mücadelenin geçmişi

Thermopylae, Kızıldere ve saire

Ruhun kaç parça

Gövden kimden yana

Onun yaşamöyküsünü dile getirdiği “Ulysses’ten Kalan” başlıklı şiirinin ayrı bir önemi vardır. Savaşır, şiirinde yaşlanmış ama yola devam etmekten vazgeçmeyen bir bilgeyi konuşturur. Entelektüel bir birey olarak yaptıklarını ve yapmayı amaçladıklarının dökümünü yapar. Bize öz yaşamöyküsüyle birlikte bir yol ve yön çizer. Tüm bunların yanı sıra poetik tavrını da bütünlüklü bir biçimde yansıtmayı amaçlamış gibidir. Şiir biçim ve biçimsel özellikleri bakımından bir yandan antik Yunan’dan başlayarak tüm tarihsel birikimi kuşatır. Öte yandan modern şiirin tüketilmemiş olanaklarından da cömertçe yararlanır. Homeros’tan Kavafis’e, ordan modern şiirin dil ve söyleyiş özelliklerine uzanan, şiirin uzun yolculuğunun izlerini yansıtır. Epik şiirle dramatik şiirin birbirine yaklaştığı, aralarındaki mesafenin kısaldığı, açının daraldığı özelliklere yaslanan bir model sunar. Şiirin mirasının modern şiirle sınırlayan anlayışı ve tutumu aşmak gerektiğini, tarihsel mirasın tüm olanaklarının önemli bir kaynak oluşturduğunu sezdirmek ister. Buna ilişkin bir model sunar. Sözünü ettiğimiz “Ulysses’ten Kalan” başlıklı şiiri okuyalım:

Yaraşmaz avarelik bu ihtiyara

Oturup kalmak sönmüş bir ocağın başında

Günü geçmiş bir hikmetten inciler saçmak

Ona hala kulak kabartan, tıkınan, tüketen ve bildiklerimi bilmeyen

Bezgin bir halktan kalanlara.

Duramam daha

bir kez daha yola çıkmadan duramam

Kana kana içmeye kalkışmadan hayatı son damlasına kadar.

Evet, büyük keyifler yaşamış,

Çok acılar çekmiştim, hem dostlarımla birlikte, hem yalnız başıma,

güvenli kıyılarda, dalgın sularda ve başıboş akıntılar boyunca

huzursuz ederken denizi

Çok şey gördüm, çok bildim, öğrendim,

İnsanların şehirleri hakkında, iklimler, töreler, darbeler ve hükümetler hakkında

Kendim hakkında da en önemlisi, ve saygıda kusur etmedim

Hakkı neyse vermeye çalıştım her birinin

Ve akranlarımla mücadele etmenin şarabından içtim

Kolaylık olsun diye Troya diye anmaya devam ettiğimiz boşlukta.

Karşılaştığım her şeyin bir parçası oldum.

Yine de bütün bu yaşananlar bir geçitten ibaret

Ben yaklaştıkça sınırları silinen o ufka.

Ne kasvetli şey durmak, duraksamak, dinlenmek,

O ebedî sükûttan kurtarılmış her dakika, her saat

Yeni haberle, yeni muştular, yeni çağrılarla gelmeli insana.

İşte şurada liman, işte kararıyor engin denizin dalgın suları

Dostlarım, akranlarım, tayfam, bizler yaşlandık

Ama ölüm bizi sonsuzluğa almadan,

İhtiyarlığın da bir haysiyeti, bir zahmeti olmalı,

Yapılacak soylu bir iş daha

Bir zamanlar tanrılarla yarışmış insanlara yaraşan…

Gelin dostlar, ufukta akşam oluyor,

Ay aheste adımlarla yükseltiyor geceyi,

Dalgın sular binbir sesle fısıldaşıyor, çok geç değil daha

Yeni bir dünya aramak için…

Ola ki yolda kayalarda telef olur teknemiz,

Ola ki, Cennet Adaları’na kavuşuruz

Bir zamanlar yeri göğü titretmiş olan

Kudret değilsek de artık,

Çok şey alındıysa da bizden yol boyunca

Kalan kaldı işte, şimdi neysek oyuz,

Zamanla ve kader yorulmuş yürekler, gövdeler

Ama adını koyamasak da uğruna gayret etmekten

Aramaktan yılmayacağımız

Biz hareket ettikçe uzaklaşan ufka doğru yelken açan

İSKENDER SAVAŞIR BAĞIMSIZ KALDI

Kararlı bir irade….

İskender Savaşır entelektüel olarak da, şair olarak da bağımsız kaldı; eleştirel ve tarihsel maddeci bir çizgide yürüdü. Şiirinde olduğu gibi hayatla ve sosyal ilişkilerinde de iktidar üretmekten kaçınarak var oldu. Onun şairliğini ve şiirlerini aslında tam da Cemal Süreya’nın dediği gibi düşünmek gerekir: “Düzyazı, biz nasıl düşünüyorsak öyledir. Şiir, biz nasılsak öyle.” Bir gün İskender savaşır’ın şiirleri ve şairliği hakkında yazacağım hiç ama hiç gelmemişti aklıma. Onun şiir üzerine yazdığı onca yazı varken hele. Şimdi ben de onun Edip Cansever’le ilgili sözlerini taklit ederek söyleyeceğim. İskender Savaşır öldü. Biz de üzerimize ışığı düşen yıldızlardan birini yitirmiş olduk… O şimdi, “kararlı iradesiyle” miras bıraktığı düşünce ve deneyimlerinin oluşturduğu gökyüzünde başka bir yıldız olarak parlıyor…