Geçen haftaki yazımı İslam’ın bir krizi nasıl okuduğu (ya da okuyup okumadığı) sorusuyla bitirmiştim. Kendi adıma bir köklü krizin mevcut olduğu fikrini ilk olarak Enfal Suresi'nin (özellikle de 17'nci Ayet'in) kullanımlarına tanıklık ettiğimde hissetmiştim. Walter Benjamin’in sadık bir izleyicisi olma çabasına sahip biri olarak, zihnime düşen ilk imge bir tür ‘ilahi şiddet’ imgesiydi. Çünkü Bedr Savaşı'nın ardından beliren bu sure ve özellikle de 17'nci Ayet savaştaki şiddeti bizzat Allah’ın şiddeti olarak kodluyordu: “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” (Diyanet çevirisi). “Enfal” sözcüğünün benim belleğimden çağırdığı ilk şey ise Saddam Hüseyin’in yürüttüğü Enfal Operasyonu (Halepçe Katliamı da bu operasyonun bir parçasıydı) olmuştu. Sorduğum ilk soru ise Kur’an metninin, Allah kelamı olarak kendi kendini ortaya koyma, kendini temsil etme, kendini sunma becerilerinden yoksun kalarak aklıma Saddam’ı düşürmesinde teolojik bir sorun olup olmadığı olmuştu. Öyle ya, herhangi bir insanın zihninde Allah’ın kelamı olma iddiasını değil de bir çıplak devlet şiddetini uyandırıyorsa Allah’ın sözü, bizzat Allah bir devlet şiddetine ve dolayısıyla da devlet aygıtına yedeklenmiş olmuyor muydu?
Ayet açık. Ayet, Bedr’deki şiddetin bizzat Allah’ın şiddeti olduğunu belirtiyor. Bu nedenle de Enfal Suresi'ne yapılan başvurular, kimi şiddet edimlerini ilahi şiddetin bir tür dışlaşması olarak kodlamak arzusunu güdüyor. Fakat bu sözlerin bizzat Tanrı tarafından dile getirilmesi ve Tanrı’nın bir şiddeti üstlenmesi ile insan tarafından dile getirilmesi ve insanın kendi şiddet edimini bu sözlerle açıklaması arasında da oldukça büyük bir mesafe söz konusu. İnsanın insanlığını unutup Tanrı olmayı arzulamasıdır bu biraz da. Geçenlerde bir arkadaşım bir sohbette söyledi. Fransa yurttaşı bir cihatçının babasıyla yapılan bir röportajda, baba, oğlu hakkında şunu söylemiş: “Evet, ben onun babasıyım, ama oğlum Allah’ın babası olmak istiyor.” Eh, bu biraz da Tanrı’yı maniple etmek anlamına geliyor; üstelik Tanrı’nın kendi sözleriyle onu maniple etmek. Bu manipülasyonun hedefinin de Tanrı’nın yerini almak olduğu da açık. Örneğin Saddam, yirminci yüzyılın dünyasında nasıl da Mısırlı bir tanrı-kral gibiydi.
Elias Bickerman ve Karen Armstrong’un titiz Eski Ahit çalışmaları sayesinde, insanların bir ‘tek-tanrı’ figürünü pat diye önlerinde bulmadıklarını; bunun yavaş ve kimi temel kaymalarla gerçekleşen uzun erimli bir sürecin sonucu olduğunu biliyoruz. Elbette bu kaymaların biri İbrahim meselinde söz konusu olduğu üzere bu yeni Tek-Tanrı’nın insan kurbanı kabul etmemesidir. Diğer pagan tanrılarından ilk ayrışması bu yöndedir. Bir diğeri ise Yahudilerin tek tanrısının kendisini “Ben ben olanım” ifadesiyle tanıtmasıdır, adı sorulduğunda. Bunun en azından ikili bir iddiası var: İlkin Tanrı kendisiyle özdeş olduğunu söylemektedir. Hiçbir şeyin değişimden kaçamadığı bir evrende ancak Tanrı kendisiyle özdeş kalabilir. İkinci olarak da kendi adını, kendi gerçek adını vermeye yanaşmamasının anlattığı bir şey var. Arkaik-büyüsel geleneklerde manipülasyonun en önemli aracı ‘ad’dır. Çünkü kadim dünyada birinin adını bilmek, bu bir tanrı bile olsa, insana adını bildiği varlık üzerinde bir tür güç bahşediyordu (bu ad temasını, sıkı bir antropoloji okuru olduğunu bildiğimiz Ursula K. Le Guin de Yerdeniz Üçlemesi’nde nasıl da incelikli bir biçimde işler). Özellikle de kimi ritüellerde ve kültlerde tanrıların adını ritmik bir biçimde tekrarlayarak dile getirmenin söz konusu tanrıların davranışlarını etkileyeceğine inanılıyordu. İşte adını vermemek bu türlü bir manipülasyonun da önüne geçmek yönünde bir edim olarak belirmektedir.
Bu türlü çeşitli kaymalardan geçe geçe bir Kadir-i Mutlak tek-tanrı figürü oluşur (Eski Ahit’te anlatıldığı haliyle Yunus meseli de çok ilginç bir meseldir, meraklısına). Fakat ilginç bir biçimde, hepimiz sağımızda solumuzda bu Kadir-i Mutlak tek-tanrıyı, yani Allah’ı, yine Allah’ın olduğuna inanılan sözlerle, kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmeye, aslında manipüle etmeye dönük çok sayıda pratiğe tanıklık etmişizdir. Çocuk sınavda başarılı olsun diye Kur’an okumaktan tutun da kendi yok edici şiddetini Allah’ın şiddeti olarak sunma girişimlerine kadar… Belki de bir türlü yeryüzüne inememiş bir Tanrı’yı yeryüzüne indirme arzusunun da dışavurumlarıdır bunlar.
Kimi isimler, bu türlü öğelerin İslam’a sonradan girmiş pagan öğeler oldukları kanaatindeler. Bu hususta da çeşitli ülkelerdeki pratiklerden örnekler vererek, bir fark tespit etmek ve bu farkı da biraz Anadolu’ya özgülemek yönünde bir eğilim içerisindeler. Bana kalırsa bu ‘fetih’ mantığını anlamamaktan kaynaklanıyor. Fetih, ele geçirilen yerin kutsallığını bozma ve yeniden kutsama mantığını içerir. Örneğin kutsal kabul edilen bir mezarı muhafaza edebilir fatih, fakat yeni bir hikâyeyle, içinde yatanı örneğin bir Hıristiyan ermişi olmaktan çıkarıp bir sahabeye dönüştürür. Bu türlü bir kutsallığını-dağıtıp yeniden-kutsallaştırma ediminin en ünlü örneklerinden biri Şam Emevi Camii’dir. İlkin Aramiler tarafından Adad kültüne adanmış bir tapınak olan bu yer, Roma’nın Şam’ı fethetmesiyle Jüpiter kültüne adanmış bir tapınağa dönüştürülmüş, sonra Hıristiyan İmparator Theodosius tarafından St. John’a adanmış bir katedral haline getirilmiştir. 634 yılında Şam’ı fetheden Araplar, katedrali yıkıp yeniden inşa ederek camiye dönüştürmüşlerdir. Fethin mantığı mekândaki işaretleri silmek ve mekânı yeniden işaretlemek üzerine kuruludur. Yani eğer tek-tanrılı bir inanç sistemi olarak İslam’a sızmış kimi Anadolulu pagan öğeler söz konusuysa bile, bunun sorumlusu paganlık değil, kodlarını dağıtma ve yeniden kodlama mekanizmasıyla fetih hareketlerinin kendileridir. Yani bizatihi fetih ediminin içinde gizil olarak bulunur pagan öğeler. Bu da pagan öğelerin sonraki bir karşılaşmanın ürünü olmaktan ziyade, bizzat İslam’ın kendi içinde taşıdığı öğeler olduklarını görünür kılmaktadır. En nihayetinde Şam Emevi Camii üzerinde geliştirilen mekân işaretleme tekniğinin önce pagan ve ardından da Hıristiyan Roma pratiğinden öyle uzun boylu bir farkı bulunmamaktadır. Hatta kendi adıma, İslam’ın tam da kendi içinde bu öğeleri barındırdığı için daimi bir çabayla bunları başından savmaya çalıştığı kanısındayım. Kendi içindeki paganlığın suçunu paganlara yükleyen bir tek-tanrılı inanç sistemi…
İslamcılar bunun sorumlusunu İslam dışında her yerde aradılar; özellikle de son iki yüzyılda. Hatta öyle ki sömürgecilik karşıtı pozisyonlarla iç içe geçen İslamcılık biçiminin entelektüel önderleri (özellikle de Seyyid Kutup, onun kadar keskin olmasa da Muhammed İkbal vs.) bir tür kökene dönüş projesi başlatmışlardı. Kökenden sonra olup biten neredeyse her şeyi bir tür yozlaşma, bir tür saflık yitimi olarak görüyor, bir anlamda tarihin kendisine bir savaş açıyorlardı. Bu nedenle neredeyse her edimleriyle kökenlerin bir tür yeniden canlandırılması işine soyunuyorlardı. Günümüz İslamcılığının devraldığı miraslardan biri de böylesi bir yeniden canlandırma mekanizması olduğu için başvuruldu Enfal Suresi'ne Türkiye’deki silahlı çatışmalarda. Elbette Bedr’in yeniden canlandırılması girişimiydi söz konusu olan. Bir yandan da saflığın yitimine neden olduğu farz edilen bir ‘kanserli ur’un kesilip atılması olarak da gösteriyordu kendisini bu girişim. Hiç kuşku yok ki ‘düşmanlar’ Bedr’in müşrikleriyle özdeşleştiriliyordu. Tabii bu aynı zamanda kendilerini de Bedr’in Müslüman savaşçılarıyla özdeşleştirdikleri anlamına geliyor.
Kökenin geri çağrılmasıyla ya da kökene bu gidişle ve sözüm ona bir ‘ur’un kesilip atılmasıyla İslam kendi krizinden kurtulmuş oluyor muydu? Elbette hayır; çünkü bir grup insan kendi şiddetini bir tür ‘ilahi şiddet’ olarak kodlamaya meylediyordu. Oysa inanışa göre Kur’an Allah’ın sözüdür; yani ancak Allah “…onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü” dediğinde anlamlı olabilen sözler, insan dilinde de anlamlıymış gibi devreye sokulursa, bu açıkça birilerinin Allah’ın kelamını kendi hesabına geçirdiği anlamına gelir. Allah’ı ve toplumu, bizzat Allah’ın sözüyle maniple etmeye kalkışmakta ters, paganca bir şeyler mevcut değil mi? Tek tanrılı inanç sistemlerinin gelişim seyri açısından düşünüldüğünde bu bir hayli geriye doğru bir sıçrama içermiyor mu?
‘İlahi şiddet’ kavramını Walter Benjamin’e borçluyuz. Hukuk alanının dışındaki iki şiddet biçimi olarak ‘mitsel şiddet’ ile ‘ilahi şiddet’ kavramlarını geliştirmişti Benjamin. Biraz da araç-amaç dikotomisinin dışında duran iki şiddet biçimi olarak… Mitsel şiddetin asli niteliğinin her şeyden önce tanrıların kendi varlıklarının öne sürülmesi olduğunu belirtiyor ve bu nedenle de mitsel şiddetin yasa koyuculuğunun ilkesinin çıplak iktidar olduğu saptamasında bulunuyordu. Buna karşılık ilahi şiddetin ilkesi ise adaletti. “Eğer mitsel şiddet yasa-koyucu ise ilahi şiddet yasa-yıkıcıdır; ilki hudutları tesis ediyorsa, ikincisi hudutsuz bir biçimde bu hudutları tahrip eder; eğer mitsel şiddet aynı anda hem suçluluğu hem de intikamı getiriyorsa, ilahi şiddet yalnızca kefaret eder; ilki tehdit ederken ikincisi vurur; ilki kanlıysa ikincisi kan dökücü olmaksızın ölümcüldür.”
Eh, Enfal Suresi'ne başvurunun kendisi bile bir şiddet biçimini ‘ilahi şiddet’ kılamıyorsa, her yönüyle mitsel bir şiddet olarak beliriyorsa İslamcı şiddet, bizzat İslami teolojiye kök salmış mitik ve pagan öğeler nedeniyledir bu. Fakat Müslüman düşünce İslam dışında her şey üzerine düşünmeye ve söz geliştirmeye fazla alışkın olduğundan, ‘Batılı’ bir tabirle self-refleksiyonu bir türlü beceremediğinden kendi krizlerini başkalarında teşhis etme yolunda ustalaşmıştır. Kendinden olmayana dönük bu kadar güçlü bir nefret duymasının bir nedeni de başkalarına dönük olarak –ve bir enflasyonla– geliştirdiği eleştirilerin asli muhatabının kendisi olması ve eleştirilen başkasının da aslında bunu hatırlatmasıdır.