Geçen hafta Gazete Duvar’da yazdığım “Liberal aydının krizi yazısını neden
yazmadım” başlıklı yazının başında bu haftaki yazının başlığını
ifade etmiştim. Bu iki yazı da büyük ölçüde yine Gazete Duvar’da
yazdığım “Solcu aydının krizi” ve
“Sağcı aydının krizi”
yazılarından sonra bana yöneltilen bazı sorular üzerine yazıldılar.
Bu nedenle okurlara bu dört yazıyı birlikte okumalarını
öneriyorum.
İlk iki yazıdan sonra bana yöneltilen sorulardan biri de
“İslamcı aydın” üzerine yazıp yazmayacağım idi. Oysa ben özellikle
2020 Türkiye’sinde artık genel olarak sağdan mesafelenmiş bir
İslamcı aydın tipolojisinin pek kalmadığını düşünüyorum. Bu
ifadenin de bir genelleme olduğunu ve elbette istisnalar
barındırdığını biliyorum. İslamcı aydın kategorisinin artık pek
kalmadığından söz etmek bir zamanlar böyle bir kategorinin var
olduğunu düşündüğüm anlamına da geliyor elbette. O zaman meseleyi
şöyle de ele alabiliriz: Bir zamanlar Türkiye’de sağdan bağımsız
bir İslamcı aydın kategorisi vardı ama bu kategori son dönemde
müthiş bir hızla sağcılaştı. Bu yazının ironik başlığı altında işte
bu konuyu ele almak istiyorum.
İslamcı aydın söyleminin sağcılaşması bir anlamda
ekonomik/dünyevi asabiyenin ağır basması şeklinde okunabilir
basitçe. Türkiye’nin modernleşme tarihini “anti-teist” (1)
özellikler taşıyan bir girişim olarak değerlendiren İslamcılık
aslında bu bilincin bir ideolojiye dönüşmesi anlamına da geliyordu.
Yani teolojinin ideoloji haline gelmesi. Ben bu durumun ilişkisel
bir süreç olduğunu düşünüyorum. Yani Türkiye’nin laik(çi)liği ile
İslamcılığı birbirlerini sistematik olarak ürettiler. Cumhuriyetin
laik(çi) filtreleri dindarlığı siyasal bir kimlik haline getirdi ve
ona içi çok da dolu olmayan bir muhalif karakter kazandırdı. İşte
tam da bu nedenle yaklaşık 10 yıllık bir iktidar tecrübesi
İslamcılığın sağcılaşması için yetti.
Toplumsal süreçleri ahlaki kriterlerle yargılamak yerine, onları
analiz etmenin daha doğru olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu bağlamda,
hızlı toplumsal değişim süreçlerinin insanlar üzerinde felsefi,
ahlaki tahribat yapması da kaçınılmaz olabilir. Yaygın anlamda
İslamcı okuryazarlığı işte bu açıdan eleştirmek ise mubahtır. Bunun
elbette istisnaları olabileceğini tekrar ifade etmem gerek. Ancak
bu yoğun sekülerleşme sürecinin sakilliğini aslında bir maneviyat
açığının bir sonucu olarak da değerlendirebilmek lazım. Bir olgunun
toplumsal, tarihsel olarak açıklanabilir, anlaşılabilir olması
ahlaki çözülmeleri meşrulaştırmaz. Tıpkı sebeplerinin olmasının
günahı ve suçu aklamayacağı gibi. Çalmak hem günahtır hem de
suçtur. Çocuklarınızın rızkı için çalmış olsanız bile.
İslamcılığın sağcılaşması aynı zamanda uhrevi değerleri dünyevi
olanla çok kolay değiş tokuş edebilmenin de tarihidir. Bunun bir
adı da sekülerleşmedir. Ancak sekülerleşmenin bile kendi içinde
katmanları, seviyeleri vardır. Aynı kuşak içinde takvadan “günah
işleme özgürlüğü”ne geçişin sakil gözükmemesi mümkün değildir.
Benim kuşağımın İslamcıları eskiden kendilerini sağcı olarak
görmezlerdi. Hatta böyle nitelenmeyi kendilerine bir hakaret
sayarlardı. Bugün ise kendilerini neredeyse tereddütsüz bir biçimde
öyle gördükleri söylenebilir. O dönemde İslamcıların sağa yönelik
eleştirelliklerinin birinci boyutu sağın iktidarı, statükoyu temsil
ediyor olmasıydı. İkinci boyut ise insani düzlemde sağcılığı ahlaki
açıdan fazla yozlaşmış bulmalarıydı. Türkiye tecrübesi açısından
bence oldukça önemli bir mesafeydi, ama korunamadı. Son kertede bu
tarihselliğin öznelerinin yaşadıklarını sadece “trajik” olarak
nitelendirmek bile onlara fazla paye vermek anlamına gelebilir.
Trajik olan hazırlıksız yakalandığınız bir seçim yapma
zorunluluğunu içerir. İslamcı okuryazarlık açısından böyle bir
hazırlıksızlık belli ölçülerde söz konusu olabilir. Ancak şahsiyet
aynı zamanda krizlerle karşılaşana kadar kendinizi yoğurduğunuz
hamurun kalitesiyle de ilgilidir. Bu nedenle, ben “traji-komik”
sıfatının bu durumu daha iyi tarif edebileceğini düşünüyorum. Hem
daha önce ifade ettiğim sakillikleri daha iyi anlatması hem de
seçimlerin aşırı dünyeviliği ve içgüdüselliğini vurgulamak
açısından.
İslamcı okuryazarlığın sağcılaşması aynı zamanda dışarıdan çok
net görülebilen ancak belli ki içeriden hissedilemeyen bir
entelektüel savruluş ile de kendini gösterdi. Gençliğinde
Nietzsche, Marx, Heidegger, Gadamer, Habermas, Foucault,
Feyerabend’i hatmetmiş bazı insanlar vülger, popülist, otoriter bir
sağcılığın kalemşoru haline geldiler. Bir zamanlar en iyi
reklamcıların solcu şairlerden çıkması gibi belki. Türkiye’nin
ortalama solcu okuryazarlığı büyük ihtimalle bu süreci de “takiye”
kavramıyla açıklamakla yetinecektir. Ancak ben bunun yeterli bir
açıklama olmayacağını düşünüyorum. Bu insanlar gençliklerinde
İslami Batı, modernlik, kapitalizm eleştirilerini Batı’nın yukarıda
örneklediğim eleştirel kuramcılarıyla birlikte okudular. Yani Batı
ve modernlik eleştirileri sadece geleneksel İslami referanslara
dayanmıyordu. Aynı zamanda Batı’nın içinden çıkmış en önemli
modernlik eleştirmenlerini de iyi biliyorlardı. Ben bu hattan
önemli şeyler çıkabileceğini düşünmüştüm doğrusu. Ama maalesef
mümkün olmadı. Bunun yerine cari olan bu birikimin basit bir
iktidar apolojizmine harcanmasıdır.
Oysa Foucault’nun “iktidar” hakkındaki tespitleri sadece Paris
için geçerli değildi. Marx “sınıf” derken sadece İngiltere’den söz
etmiyordu. Oysa bugün bu İslamcı bakiyenin kapitalizmle hiçbir
sorunu olmadığını rahatlıkla görebiliyoruz. Artık sağcısına
dönüştükleri toplum, gelir dağılımının en kötü olduğu toplumlardan
biri dünyada. Eskiden İslamcı okuryazarlık eleştirilerini
“modernlik” kavramı üzerinden kurardı. Bugün ise sözünü ettiğim
modernlik eleştirisi, kültürel bir Batı karşıtlığına kadar geri
çekilmiş duruma geldi. Kapitalizmle hiçbir sorunu olmayan,
modernlikle barışmış bir hareketin sağcı olarak nitelendirilmesine
sanırım kimse itiraz etmez. Kendileri de artık pek itiraz
etmiyorlar zaten.
(1) Bu kavramı değerli meslektaşım Tayfun Atay’dan ödünç alarak
kullanıyorum.