Bir zamanlar İslamcı aydınlar vardı, mazlumun yanında gücün karşısında duran. Televizyon ekranlarında, insan hakları konulu panellerde söz alıp, doğruları konuşan. İslamcı aydın değil miydi o laik despotizmin yol açtığı haksızlık çölünde ve hürriyet kuraklığında sivil toplum duasına çıkan? Bir zamanlar iddiası olan İslamcı aydın vardı Heidegger gerip Gadamer kasan. Ne oldu da gaip (kayıp) oldu bu İslamcı aydın? Bunca kiralık gürültücü arasında sesi çıkmaz mı oldu İslamcı aydının? Yoksa o gürültü kervanında en çok bağıran gürültücü o mu? İslamcı aydının nesli nasıl oldu da birdenbire tükeniverdi?
Cevabınızı duyar gibiyim: Meşguller. İşgale uğradılar. Eskiden yokluktan konuşurlardı. Şimdi varlıktan yapıyorlar. Adam tarih yapıyorken, sen kalkmış onun sessizliğinden sekva ediyorsun. Dilini yutmuş olabilir mi? Belki de yüzü kalmadığı için dili de kalmamıştır. Yüzünü yitiren, dilini yutar, sesini çıkaramaz. Çıkardığında da hakkı söyleyemez, en fazla bir suçu inkar ve haksızlığını örtbas etmek ister. İslamcı düşünce namına harıl harıl bir gürültü var, inşaat kabilinden. Mesela kirlenme yarışında birinciliği son dönemde “medeniyet” sözcüğüne vermişler. Üniversitelere bile isim yaptılar. Bu gürültüye eşlik eden derin bir sessizlik de var. Maddi olarak saraya dönüşen İslamcılık, düşünce olarak tam bir yas evi gibi. Belli ki İslamcı aydınlar mazide kaldı yahut mevta oldular. Hatta bir kurum olarak İslamcı aydın figürü pert oldu denebilir. Bu inkıraz öyle gizliden olmadı. Hepimizin gözüne sokularak vuku buldu. İslamcı aydının düşüşü mahcup bir sessizlikle değil vicdanları kanatan görkemli bir gürültü ile gerçekleşti. Öyle ki İslamcılık ile entelektüel namusun yolları birbiriyle artık kesişmez oldu. Bugün İslamcı olan ile entelektüel olan arasında bir kan uyuşmazlığı, bir doku reddi var. Birbirlerine tenezzül ve tahammül edemiyorlar. Haksız değiller.
Halbuki ne güzeldi bir zamanlar; herkes inanmıştı. “İslam bambaşka bir yaşam biçimidir, adil bir medeniyet alternatifidir” diyordu İslamcılar; özgünlük naraları atıyor ve açlığına oruç süsü verebiliyordu bu insanlar. Bir de onlardan korkan ve kafası az çalışan karşıtları vardı: Bilumum Kemalistler, İslam denince özcülük yapmaktan sakınamayan Batılı İslamofobikler. Hepsi tarihi Huntington’dan eskiye giden “medeniyetler çatışması” tezinin iki kanadında sıralanmış aynı kuru gürültüye alkış tutuyorlardı. Birinin tekbir'i ile diğerinin lahavle’si aynı yalan ateşe odun taşıyordu. İslamcılığın elindeki sandığın içinden efsunlu bir şeylerin çıkacağına iki taraf da kendini inandırmıştı. Dost olanın ümidi ile düşmanlık yapanın korkusu birbirini besleyip aynı sanrıya hizmet etmişti. Liberal iklimin rehaveti ve postmodernizmin sağladığı dış vade olmasa İslamcı otantisite balonu çoktan sönmüş olacaktı. Ama şanslıydı.
İslamcıların elindeki köhne sandık aslında çok daha erken açılacaktı. Ve o sandığı kısmen açan erken dönem (Mehmet Akif gibi) Müslüman modernleşmeciler sandığın içinin tamamen çürük olduğunu hissetmişlerdi (ve şereflerini bu sandığa bağlamadan Batı'dan bilim-tekniği alıp, kendi kültürümüzle yaşamak gibi fena sayılmayacak bir formül üzerinde çalışmışlardı). Ama onlar kimlik değil iyilik peşindeydiler. Ahir zaman İslamcıları ise kimlik siyasetinin ikliminde iddiaya fırsat bulmuş mahalle esnafıydı. Bütün yatırımlarını kimliğe ve özgünlüğe yaptılar. Sömürge-sonrası teori, oryantalizm eleştirisi, postmodern özeleştiri derken meydan epey bir boş kalmış, 80’ler ve 90’ların İslamcı düşüncesinin ziyadesiyle havaya girmesine imkan tanımıştı. Halbuki postmodern tevazu ve istiğfar Batı'nın müktesebatını kibirden arındırma ve tadil amaçlıydı. Ancak bu ortam farkında olmadan henüz günaha fırsat bulamamışlara paklık gururu için fırsat veriyordu. İslamcılar, ellerindeki sandıkta alternatif bir medeniyet sakladıkları izlenimini başarıyla verdiler. Hatta dünyada başka güzellikler olmalı hüsnüzannıyla hareket edip, İslamcılarda İslamdan yana bir faziletin, bir özgünlüğün olması gerektiğine dair yanlış bir ümide kapılan kimi Batılılar ve gayri-dindarlar da İslamcıların yanılsamasına engel ol(a)madılar.
Halbuki İslamcı aydınlar Batı'dan aldıkları (ve aldıklarını belli etmemeye çalıştıkları için çaldıkları) fikirler ile Batı'yı dövüyor, alternatiflik vehmi ile kendilerinden geçiyorlardı. Ta ki iktidarla temas edinceye kadar. İktidarla temas ve esaretten çıkış ile birlikte İslamcı aydınlar birer birer düştüler. Altından sütun sanılanlar kartondan kule kadar bile menfaat rüzgarına karşı dayanamadılar. Parti imkanları bir elektrikli süpürge gibi İslamcı aydınları vakumladı. Dinamik ve gürültülü idiler ama söyledikleri artık söz olmaktan çıkmıştı. Kendileri bile söylediklerine inanmıyordu.
İslamcılığın sıradanlığı güç ve iktidarla temas edince birden ifşa oluvermiş, sandık açılmış, efsun bozulmuştu. İslamcı aydınlar artık bekçilik yapıyordu: Çirkin bir Müslüman milliyetçiliğinin, sonradan görme fahiş bir tüketim çılgınlığının ve kamu kaynaklarının talan edilmesinin meşrulaştırıcıları derekesine düşmüştüler. Sandık açılınca (iktidar olununca) içinden köhne bir neo-Osmanlıcılık, yalandan bir yerlicilik, en fazla bir dizi dizi film çıkmıştı. Dizilerin final episodunda ise şunlar oluyordu: Siyasi rüzgara vicdanını kaptıran İslamcı aydınlar sürüklenerek kendilerini faşizan bir popülist siyasetin yakıcı çölünde buluyorlar. İsimleri ve aparatı haline geldikleri iktidar zikredildiğinde ekser insanların aklına artık sadece adaletsizlik, zulüm ve çürüme geliyor. Bugün hiçbir düşünce insanı göğsünü gere gere ben İslamcıyım diyemiyor. Gerçek İslamcılık bu değil diyerek mazilerini bu haysiyet heyelanından kurtarmak isteyen tek tük vicdan ehli eski İslamcı hariç.