Aslına bakarsanız İslamcılık değil hiçbirşeycilik. Yalnızca
deneme-yanılma yoluyla, el yordamıyla, “ben öyle inanıyorum,
öyleyse doğrudur” kafasıyla koca bir ülkeyi yönetmek. Buna
eklemlenen harami yaklaşımı, mala mülke çökmek. Mağduriyet kısvesi
altında yağma, çeşme akarken küpü doldurmak, bildik “bal tutan
parmağını yalar” durumu. Tüm bunları paketleyen din, millilik,
yerlilik, özetle hamaset. Hamaset acaba günümüzün “gerçek ötesi”
tanımının atası olabilir mi? Sözde modern kısmı da, sürekli
sersemletmeye, giderek bıktırmaya, uyuşturmaya dayalı bir iletişim
stratejisi.
Bütün bunlar işin “soft” (yumuşak”) kısmı. Bu yumuşak bölüm
“seçilmişlere”, seçimle iş başına gelen yönetime ait. Bu utangaç
tekadamcı, parti-devletçi, korporatist ve hayli kleptokrat rejimin
en fazla “ısırabildiği”, hukuku, yargıyı travestileştirerek,
altındişli şark kurnazlığının aracı durumuna indirgemek. Kamu İhale
Yasası’ndan, torba yasalara, atamayla mahkemeden mahkemeye
gezdirilen “cellât” savcılardan, yıllarca uzatılan tutuklama
sürelerine, uydurma “gizli tanık” garabetlerinden, oynanan,
gizlenen, hasıraltı edilen istatistiksel verilere, satın alınmış
medyadan, RTÜK eliyle yürütülen “aç-kapa” uygulamalarına, kaba
hatlarıyla karadüzenin portresi bu.
Bu karadüzen portresine sırıtan bir yüz çizip, adını
“İslamcılık” koyarak, onu ciddiye alıp, muhatap kabul ederek, bir
düşünce tartışmasına girmek gereksiz. Hem gereksiz, hem sakınılması
gereken, oyunu kendi sahasında kabul ederek, o karadüzene meşruiyet
kazandıran bir tutum bu. Yılışmaya ortak olarak, tutup “şimdi
siyaset zamanı değil” demekse akla aykırı, yozlaşmaya omuz vermek
ve kısaca muhalefetin topluca istifasını gösteren bir hal. Hukuk
dışılığı görmezden gelmek, bu yeni karadüzenle simbiyosise girmekte
gecikmeyen karanlık geçmişin “zinde kuvvetlerini” de görmezden
gelmek demek. Bir yanda ergen imam-hatipli, onun yanında ergen
askeri liseli hayallerinin, “nihayet” sevinciyle, ittire kaktıra
gerçekleştirilmesini teşhirden kaçınmak.
Bu “soft” yanakla, “hard” (“sert”) kanat arasındaki tuhaf yol
arkadaşlığı bizi vardığımız durağa getiren, cumhuriyetimizi
içeriden kemiren kurtlar. Burada biz yağmaya, laik cumhuriyeti
iğdiş etmeye devam edelim; orada siz “saldıray vitesinde” motoru
bağırtmaya devam edin. Yeter ki ekmeğe soğan doğranmasın. Gün ola
harman ola. Seçilmişler, atanmışlar, seçilmemişler kol kola kendi
nurlu ufuklarına. Sersemletilmiş, çocuklaştırılmış toplum da
sürekli bir uğultu, sürekli bir alkış-kıyamet, sürekli bir beka,
sancak-ezan tehlikede safsatası içinde sağırlaşmış, gözleri
kamaşmış, elleri belinde, oyuncu değil seyirci konumunda. İhtiyaca
göre yamultulmuş bir tarihsel anlatı ise bu olan bitenin sahne
dekoru.
Bunlar ciddiye alınıp üzerine konuşulacak, hatta devran nihayet
bir gün döndüğünde herhangi bir tortu bırakacak işler de değil.
Ayaklar oynak çamurun içinde, kaygan zemin üzerinde laf ebeliği,
deve güreşi yapmaya çalışmaya gerek yok. Üzerinde durulacak somut
konular var ve muhalefetten ayağını uzatması beklenen toplar da
bunlar. Bu konular da battal boy bir çöp torbasına doldurulup, ağzı
bağlanıp, “cumhuriyet demokrasiyle taçlandığında” kapının önüne
konulacak gibi değil. Evin temeli lağımın üzerindeyse, çöpü dışarı
da çıkarsanız, o kötü, burun direklerini sızlatan çürük yumurta
kokusundan kurtulamazsınız.
Buraya kadar Yalçın Küçük gibi “on defa okudum, bu adamcağızın
ne anlattığını anlamadım” demeden geldiyseniz eğer, esasen şunu
anlatmaya çalışıyorum. Belki tarihin o
uzun eğrisi biz doğru yere taşıyor olabilir. Ben öyle olduğuna
da inananlardanım. Buna karşılık, hemen yarın her şey çok güzel
filan olmayacak. Yarın, bugünden daha karanlık. Köşenin ardında
kötünün iyisi değil beterin beteri bekliyor bizleri. Filmin sonu
yaklaştıkça, daha nice bölüm sonu canavarları göreceğiz. Kibir
dağlarına tünemiş, dudak büken kötücül büyücü yamakları buldukları
her yangına odun taşımaya devam ediyor. Kerametleri kendinden
menkul, çakmak bakışlı-çatık kaşlı, omuzlarına nereden edindikleri
belirsiz “halaskâr zabitan” pırpırları takmış olanlar da söz konusu
pusun içinde akıllarınca kendi hesap vermez programlarını
uygulamayı
sürdürüyor.
Son altı yılda TBMM’deki üçüncü büyük parti HDP’nin eş
başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları dahil yirmi bin
üyesi gözaltına alınıp, on bini tutuklandı. Yine HDP’nin seçimle
kazandığı belediyelerden kayyum atanmayan topu topu iki ilçe, dört
belde. Siyasal rehinlikten yalnızca iki çarpıcı örnek vermek
gerekirse Osman Kavala bin günü, Selahattin Demirtaş dört yılı
aşkın süredir tutsak. Mahkemelerin durumu ortada: Yalnızca Burhan
Kuzu’nun ölümüyle anımsatılan ülkemizde mukim İranlı narkotik
baronu Zindaşti’nin serbest bırakılması ve “kozmik albay”
Büyükköprülü’nün Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan söyleşide İpek
Özbey’in sorularına yanıtla anlattıklarına bakmak dahi içinde
bulunduğumuz traji-komik, üçüncü dünyayı mumla aratır durumu
yeterince betimliyor.
Düşünün, iyi ki eski sıkı gazeteci Ahmet Şık gibi bir girişken
milletvekilimiz var da Van-Çatak’da iki yurttaşın* “askeri
helikopterden atılması” diye yarım yamalak öğrendiğimiz ve
Mezopotamya Ajansı ve JinNews’dan dört gazetecinin** olayı
haberleştirdikleri (!) için tutuklanmalarıyla sonuçlanan olayın
ayrıntılarına vakıf olduk. MV Şık’ın söz konusu raporu bile CHP için
“uyandırma servisi” görevi görmemeli mi? Rapora göre, helikopterden
beton zemine atılma da yok değil, ama asıl edim “askerler
tarafından yapılan işkence ve kitlesel dayak.” Üstelik kurbanlar
zaten 1990’ların köy yakmalarında yurtlarından devlet eliyle
göçürtülmüş, son zamanlarda ise yaylalarına geçici olarak geri
dönmüş köylüler.
Durum böyleyken AKP oyları ilk kez yüzde otuzun altına iniyor,
buna karşılık MHP ile İYİP oyları da herhalde toplamda yüzde otuzu
aşıyor. Görülmedik bir hızla sermaye Türkiye’yi terk ediyor ve
ulusal para birimimizin değeri de o denli hızla eriyor. Yoksulluk,
işsizlik, gelir dağılımdaki bozukluk artıyor. AKP il kongrelerinin
de ortaya koyduğu üzere “soft” yanak, İzmir Depremi’nin dahi o
sersemletici anlatısını kesintiye uğratmasına izin vermiyor. “Hard”
kanat ise daha büyüyen bir pervasızlık ve hesapvermezlikle, içeride
ve Irak’ta “PKK’ye nihai darbeyi vurma” ve yakın çevrede de
“sahadaki kinetik yatırımların, masalarda diplomatik kazanıma
tahvili” kısvesi altında gemi azıya almış gidiyor. Bu gidişatı da
Doğu Akdeniz, Libya, Suriye’de Idlip ve Fırat’ın Doğusu ama
özellikle “kendi çöplüğümüz” Irak zeminlerinde örneklendirmek,
yapmaya çalıştığım üzere mümkün.
Bu bağlamda, Prof. Dr. Baskın Oran son
yazısında yine ufuk açıcı biçimde Toynbee’nin
“Herodcular/Zelotlar” ayrımına değiniyor. Değerli hocamızla akıl
yarıştırmaya ne muktesebatım, ne terbiyem el verir. Ancak burada
tam katılamadığım yahut eksik gördüğüm iki husus var. Birincisi
Atatürk’ün mücadeleyi kazandıktan sonra “herodcu” programı uygulama
cüreti ama aynı zamanda altı yüz yıllık devlete başkaldırma cüreti
de, yani “zelotluğu” da olması. İkincisi, Oran’ın “işte bu” diye
olumladığı HDP açıklamasına, eşbaşkan Sancar’ın getirdiği
özeleştiri. Ki, o özeleştiri de bizi başlıktaki “herhangi bir renk
tonundaki İslamcıdan, samimi Müslüman demokrat çıkar mı?” sorusuna
geri götürüyor.
Dön, dolaş, yarınki kilidin anahtarı, bugünün ezilen, oyun
dışına itilen HDP’si. Kürt meselesinin değil demokrasinin, benim
yeğlediğim deyişle yeni cumhuriyetin de. Başka bir yana dönecek,
kendimizden başkasından medet umacak halimiz yok. Önce aynaya
bakacağız. Öyleyse CHP ve HDP’den beklentimiz, yerinde “herodcu”,
yerinde “zelot” olmaları. Doğası gereği sosyoloji siyasetten ağır
ilerliyor. Siyasetin doğrusu sosyolojik dönüşümü hızlandıracak
olanı.
*Servet Turgut ve Osman Şiban
**Mezopotamya Ajansı muhabirleri Adnan Bilen ve Cemil Uğur
ile Jinnews muhabiri Şehriban Abi ve gazeteci Nazan Sala.