Müslüman bir arkadaşımla (belki bunu söylemek haddime değildir, ama bana kalırsa bir dinin namusunu, şeriatını değil nomos’unu ayakta tutmak bahtsızlığına savrulmuş üç beş kişiden biri) sohbet ediyoruz. Bir kriz olarak okuyor içinden geçtiğimiz durumu; kendisi ‘kriz’ sözcüğünü değil de ‘korkunç, mide bulandırıcı’ gibi ifadeleri kullansa da. Tanıklık ettiği şeye dayanma gücünü bulmakta bazen zorlandığını söylüyor. O da dahil olmak üzere, hepimizin tanıklık ettiği şey, aslında, İslami söylemin hem öte dünyanın hem de bu dünyanın ontolojik statülerini eşitleyerek yol alması. Bu durum hem din-dışı hem de siyaset dışı bir toplumsallık hali yaratıyor. Kendi krizini siyasal olana da bulaştıran ve bizzat ‘siyasal’ı da ortadan kaldıran bir modern İslami söylem bu.
Türkiye’de bütün temsil örüntülerini ele geçirmelerinden sonra yalnızca onları görür olduk. Fakat kimi şeyler, temsil örüntüleri içerisinde yeniden üretilerek dolaşıma sokuldukları anda kendi varlıklarını ve geçerliliklerini yitirirler. Çünkü bu bazı şeyler, söylem(en)in oluşturduğu temsille görünür oldukları anda, kendinde varlıklarını yitirir; var kalabilmek için temsile muhtaç hale gelirler. Fethi Benslama Ölüm Siyaseti adlı kitabında modern cihatçılığın psikanalitik boyutlarını kavrama çabası içerisinde, oldukça ilginç bir anekdot aktarıyor. Bir cihatçının babası, oğlu hakkında, “Oğlum bir süredir kendisini Allah’ın babası sanıyor” diyor. Üzerine titrediği, başka herkesten (belki çok köklü bir kıskançlıkla) esirgediği, başka herkese karşı koruma arzusu duyduğu, korumak için gerekirse ölebileceği bir evlat gibi bir Tanrı… Bahsettiğim ontolojik düzeylerin eşitlenmesinin bundan daha açıklayıcı bir örneğinin olabileceğini zannetmiyorum. Söz konusu cihatçının psişik dünyasında, var olabilmek, var kalabilmek için kendisine muhtaç olan bir Tanrı tahayyülünün olduğu, dolayısıyla bu tahayyül içerisinde bizzat Allah’ın temsil edilmeye muhtaç olduğu biçiminde teolojik bir saçmalık ortaya çıkıyor. Allah’ı esirgediğini, koruduğunu düşünen bir kimse için her şeyin meşruluk kazanacağının, her şeyin yapılabilir hale geldiğinin yeterince açık olduğu kanısındayım.
Geçen haftaki yazımda İslami şiddetin çağdaş biçiminin Benjamin’in ‘mitsel şiddet’ kavrayışına daha yakın göründüğünü söylememden rahatsızlık duyanlar olmuştu (elbette iyi ki rahatsızlık duydular; onaylamış olsalar, gerçekten oturup nerede yanlış yaptığımı düşünürdüm). Benjamin ‘mitsel şiddetin’ örneğini Niobe mitinde bulur ve bu şiddet biçiminin asli ilkesinin ‘cezalandırma’ olmaktan ziyade, Tanrıların kendi varlıklarının öne sürülmesi olduğu, Tanrıların kendi varlıklarını ortaya koyma edimlerinin bir şiddet olarak belirdiği saptamasında bulunur. Özellikle Enfal Suresi'nin çağdaş kullanımlarında, tam da bu varolma boyutunun ileri sürülmekte olduğunu görmemek için gerçekten kör olmak gerekir. Ama zaten insanlar çok büyük bir çoğunlukla, kendilerini kendileri kıldığına inandıkları ‘fanteziden’ (sözcüğün Lacan’daki anlamıyla elbette) vazgeçmenin, kendi narsistik kuruluşlarından vazgeçmek olduğu yönündeki bir korunma refleksiyle, canlarından vazgeçer, fakat ‘fantezilerini’ terk etmezler. Narsistik bir öznellik biçimi ile dinsel bir anlatının iç içe geçmesinin ürettiği bir mutlak haklılık duygusu, öz eleştirinin ve öz-düşünümün önünü kapatır. Öyle ya, bir türlü yeryüzüne inememiş bir Tanrı bu insanlar aracılığıyla inmektedir yeryüzüne.
Bu insanların dünyalarının korkunç parçalanmış bir dünya olduğunu da eklemek gerekiyor buna. 'Birleşik-birlikli' olarak sunulmuş bir evren içinde düşünce, bire karşı çok'u meşrulaştırmaya girişir ve bu nedenle bir ‘çokluk mantığı’ gelişir; buna karşılık bölünmüş (ilk formlarından biri bu dünya ile öte dünya arasındaki bölünmedir) bir evrende, düşünce Bir'i, Bir Olan'ı düşünmeye ve temellendirmeye yönelecektir. Parçalanma büyüdükçe Bir’e tutunum da kuvvetlenir ve parçalanma bazen o kadar büyük bir ivme kazanır ki dışsal Bir'in varoluşunu bile tehdit etmeye başlar. Tam bu noktada belirir modern cihatçı söylem: Yedirmeyecektir!
Siyasalın çöktüğü, dost-düşman ayrımının klasik modern devletin dost-düşman kavrayışı ile kutsal savaş öğretilerinin dost-düşman kavrayışının tuhaf bir sentezi içinde belirdiği bir dünyada düşman Mutlak Düşman halini alacaktır. Mutlak düşmanla müzakere edilmez; o mutlak anlamda yok edilmesi gerekendir. Polis kurumunun ordulaşması ve ordunun da polisleşmesi biçiminde tezahür eden çağdaş güvenlik devletinde ‘düşman’ artık her yerdedir. Ya da Agamben’in müthiş ifadesiyle, artık bütün yurttaşlar potansiyel birer ‘terörist’ (yani hem ius divinum’un hem de ius profanum’um, yani hem ilahi hukukun hem de dünyevi hukukun dışına atılmış bir figür) haline getirilmişlerdir. İslami söylemin krizinin bir başka görünümü de budur; ‘terörist’ sözcüğü etrafında açıklığa kavuşan bu işbirliği, tam bir karşıtlık içerisinde olduğu dünyevi hukuksal biçimlerle sinsi işbirliğini açığa çıkarır ilahi hukuk addedilen şeyin. Yersel bir tanrı devleti kurma arzusunun kendisi, bizzat göksel olanı yeryüzüne indirme, indirebilme arayışının da kendisidir aynı zamanda.
Bunun hem korkunç örnekleri var, hem de gülünç örnekleri. Bir köy düğününde tanıklık etmiştim. Halay filan çekilmeyen düğünde, meydana halılar serilmiş ve semazen kıyafetli bir grup bu halıların üzerinde bir gösteri yapmıştı. Dönünce internette biraz aratmış ve epey yaygın bir şey olduğunu şaşkınlıkla görmüştüm. İslami düğün organizasyonlarının olmazsa olmaz öğelerinden biri haline gelmişti bu semazen gösterileri. Böyle bir şeyi tüketme iştahıyla dolu insanların durumu, ister istemez insanın aklına Veblen’in ‘gösterişli tüketim’ kavramını da düşürüyor. Sünni ahlakı ve Türkiye kapitalizminin ruhu diyesim geliyor.