İslamofobi: Aynı oyun, ayrı kurallar

İslam zaten belli, yanına da “fobi” gelince sanki anlam kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi bir varsayım var. Böyle bakılınca, İslam ile olumsuz bir bağ kuran veya dine hayır diyen her şeyi kolaylıkla İslamofobi torbasına atabiliyorsunuz. Gazete köşelerini dolduran ciddiyetsiz ve sığ İslamofobi eleştirilerinin sayısındaki artış, bu eğilimin ne kadar yaygın olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

İslamofobi teriminin son zamanlarda Türkiye’de yaygın bir kullanım alanına kavuştuğu görülüyor. Cumhurbaşkanı’ndan bakanına, müsteşarından kaymakamına kadar tüm devlet ricali İslamofobi konusunda alarm ziline basmış durumda. Terimin kazandığı yaygınlık, iktidarın ona yaptığı stratejik yatırımla doğrudan bağlantılı. İktidara müzahir kalemlerin, İslamofobi’yi bir “buzzword”e dönüştürmesini de bununla açıklayabiliriz. 15 Temmuz gecesi solcular mı dışarı çıkmadı? Gelsin İslamofobi. AB Türkiye’yi hak ihlalleri konusunda mı eleştiriyor? Gitsin İslamofobi. Bu geliş gidişler arasında, terimin Türkiye’deki anlaşılırlık koşullarının, daha ilk baştan polemik stratejilerince yönlendirilmiş olduğunu görüyoruz.

Bir de tabii, İslamofobi teriminin Türkiye dışında bir serüveni var. Terim, günümüzdeki popülerliğini Runnymede Trust adlı kuruluşun 90’lı yıllarda İngiltere’de yaptığı bir araştırmaya borçlu. Araştırma, Müslümanların maruz kaldığı sistematik ayrımcılığı açığa çıkaracak ve kamu politikalarının karşı karşıya kaldığı meydan okumanın boyutlarını belirleyecek ölçütler üzerinden yürütülmüş. Araştırmanın bulguları, ortada ciddi bir sorun olduğunu ve İslamofobi’nin yaygın ve işlevsel bir ayrımcılık türü olarak teşhis edilmesinin büyük önem taşıdığını ortaya koyuyor. Özellikle 11 Eylül sonrasında yaşananlarla, İslamofobi’nin Batılı toplumlar önünde son derece ciddi bir problem alanı olarak yaygın kabul görmeye başladığını görüyoruz.

İslamofobi’nin anlamı üzerinde düşünürken, kavramın sorunlaştırıldığı düzeylerin farklılığını gözden kaçırmamak gerekir. Ancak düşünce dünyamızda böylesi bir dikkatin eksikliğini ziyadesiyle hissediyoruz. Türkiye’de kelimelerin “esas” anlamını, onların etimolojik kökeninden hareketle anlama yönünde güçlü bir eğilim var. İslam zaten belli, yanına da “fobi” gelince sanki anlam kendiliğinden ortaya çıkıyormuş gibi bir varsayım var. Böyle bakılınca, İslam ile olumsuz bir bağ kuran veya dine hayır diyen her şeyi kolaylıkla İslamofobi torbasına atabiliyorsunuz. Gazete köşelerini dolduran ciddiyetsiz ve sığ İslamofobi eleştirilerinin sayısındaki artış, bu eğilimin ne kadar yaygın olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Halbuki Türkiye, farklı mantıklara sahip dört ayrı düzeyde İslamofobi oyununa dahil oluyor. Oyunun adı aynı olsa da, her birinde ayrı taraflar ve ayrı kurallar söz konusu. Bu minvalde, birinci ligde, sonradan gelmiş azınlık statüsünde olan Müslümanlar ile Batılı liberal demokrasilerin temel aktörlerinin top koşturduğunu görüyoruz. İkinci sırada, “Müslüman toplumlar” ile küresel hakimiyet mücadelesi içindeki güçler arasında, “teröre karşı savaş” adı altında gerçekleşen karşılaşmalar geliyor. Üçüncü olarak, Müslümanların kadim ve yerleşik ahaliden olsalar da, sayıca az oldukları ülkelerin ön plana çıktığını görüyoruz. Son olarak, İslamofobi teriminin, İslami siyasal aktörler ile onların muarızları arasındaki mücadelelerde kullanıldığını görüyoruz.

Liberal demokrasilerde İslamofobi, çokkültürcülüğün kriziyle ilgili bir mesele olarak ele alınıyor. Kriz, hoşgörü, tanıma, birlikte yaşama ve grup hakları gibi liberal değerlerin, İslam söz konusu olduğunda sert bir duvarla karşılaşmasında kendini belli ediyor. Sorun sadece, seküler bir toplumda dini değerlerini sürdürmekte ısrarlı olan Müslümanların topluma entegrasyonuyla ilgili bir mesele olmanın da ötesine geçiyor ve bir bütün olarak çokkültürcülüğün sorgulanmasına varıyor. Batıda yükselen sağ popülist dalganın ideolojik harcının karılmasında, İslamofobi’nin ağırlıklı bir yeri var. Bu yönüyle mesele ırkçılık, cinsiyetçilik veya homofobi gibi sorunlarla bir arada değerlendiriliyor ve ayrımcılık karşıtı siyasetin genel bir bileşeni haline geliyor.

Teröre karşı savaş ile başlayan küresel gelişmeler İslamofobi’nin tezahür ettiği bir başka düzeyi temsil ediyor. Burada esas problem, liberal demokratik değerlerinin İslam akidesiyle ne ölçüde uyumlu noktasında yoğunlaşıyor. İslam ve demokrasi ilişkisi, Batı’daki terörün kaynağı olarak görülen Müslüman figürünü üreten siyasi ve toplumsal düzenlenişi dönüştürmek açısından tartışmaya açılıyor. Afganistan, Irak, Libya ve son olarak Suriye’ye dönük askeri müdahalelerin, buraları bir savaş alanına dönüştürmesiyle açığa çıkan dinamikler İslamofobi’nin bu yüzünü temsil ediyor. Bazı örneklerini Bosna, Hindistan veya Arakan meselelerinde gördüğümüz üçüncü kategorideki İslamofobi, Müslüman topluluklar ile olan geleneksel çatışmaların küresel savaş iklimine eklemlenmesi ve boyut değiştirmesiyle ilgili bir sorunlar yumağı olarak kendini ortaya koyuyor.

Yukarıda belirttiğim üç düzeydeki İslamofobi eleştirisi esasen, Müslümanlara yönelik şiddet, ihlal ve boyun eğdirme girişimlerini deşifre etme gayesine odaklanmış ayrımcılık karşıtı bir söylem gibi duruyor. Tabii ki ayrımcılık karşıtı bir siyasal eleştiri olarak İslamofobi’nin tümüyle sorunsuz olduğu söylenemez. Öncelikle bu terime dönük bazı kavramsal ve yöntemsel eleştiriler var. Dahası cinsiyet eşitliği veya ifade özgürlüğü gibi bazı insan hakları ilkeleri üzerinden ortaya çıkan başka bir meydan okuma da var. Yani insanların İslam’a dönük korkularının pek de temelsiz olmadığı, dolayısıyla bir “fobi” sayılamayacağı yönünde bir itiraz da söz konusu. Bu eleştirilerin haklı oldukları bazı noktalar olsa da, önemli bir hususun gözden kaçırıldığını düşünüyorum. İslamofobi eleştirisi, demokratik ve haklara dayalı bir siyasal toplum tahayyülünün sunduğu olanaklar sayesinde mümkün olabilmiştir. Bu bakımdan, genel ve esas olarak, bir şiddet eleştirisi ve hak mücadelesi olduğu söylenebilir. Yani İslam’dan duyulan korkunun haklı bir temelinin olabileceği varsayılsa bile, bu yine de Müslümanlara karşı ayrımcılık yapılmasını hiçbir şekilde doğrulamayacaktır. Çünkü, hak sahibi olmak için, haklı olmaya gerek yok.

Ancak İslamofobi’nin kullanıma sokulduğu ve Türkiye’nin de dahil olduğu dördüncü düzeye baktığımızda çok farklı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Burada siyasi iktidar, dış politikayı ilgilendirdiği ölçüde İslamofobi eleştirisini, yerine göre bir nefret söyleminin eleştirisi, hak talebi için meşru bir çerçeve veya mazlum milletlerin maruz kaldığı sömürgeci şiddetin eleştirisi biçiminde sunmaktadır. Türkiye içindeki tartışmalardaysa kavram sıklıkla iktidar pratiklerini ve çoğunluk zorbalığını görünmez kılamaya yarayan bir iktidar söyleminin parçası olarak kullanılmaktadır. Örneğin bir ateistin İslam peygamberini eleştirisi, bir Hıristiyanın dine daveti veya birinin yılbaşı kutlaması pekala İslamofobik motivasyonlara bağlanabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, İslamofobi eleştirisi inanç özgürlüğünün değil ibadet zorunluluğunun, eşit saygı ve onur çerçevesinde kurulacak bir ortak yaşamın değil tabiiyet ve boyun eğdirmenin, ifade ve tartışma özgürlüğünün değil susma veya “konuşma mecburiyeti”nin çerçevesi haline gelmektedir.

Türkiye’de İslamofobi eleştirisinin resmi bir devlet öğretisi, hatta yeni devlet aklının temel dayanaklarından biri haline gelmesi, bu zıt karakterli, çelişkili tutumlardan bağımsız düşünülemez.AKP, her alanda olduğu gibi, bu konuda da yerine göre ve ihtiyaç duyduğu kadar İslamofobi eleştirisi yapmaktadır. İslamofobi karşıtı söylemin, ilk üç düzeyde hak ve demokrasi talebi biçiminde ileri sürülürken, son düzedeyse iktidara muafiyet sağlama ve tahakkümü meşrulaştırılma aracı olarak kullanılması bu çelişkinin esasını oluşturur. Bu çelişkili tutumun somut bir örneğini, aynı zamanda Cumhurbaşkanı danışmanı olan İbrahim Kalın’ın John Esposito ile beraber İslamofobi üzerine yazdıkları eserin farklı okur kitlelerine farklı şekillerde sunulmasında görebiliyoruz. Eser, İslamofobi’yi çokkültürlülüğün sınırını gösteren bir korku ve nefret söylemi olarak eleştiriyor ve kitabın genel havası İslamofobi’yi cinsiyetçilik, ırkçılık ve homofobi gibi ayrımcılık uygulamalarıyla bir arada eleştirmek üzerine kurulu. Kalın’a ait olan yazıda, Almanya’nın Müslüman karşıtı uygulamalarının eleştirildiği 47. sayfadaki bir pasaj aynen aşağıdaki gibidir:

“...Alman tabiiyet kanunu uyarınca başvuru sahibinin liberal-demokratik değerleri resmen “kabul etmiş olması”nın onun “gerçek kanaatleri” ile uyuşup uyuşmadığı. Görücü usulu evliliği, (homofobi) yabancı korkusunu [aynen böyle], ataerkilliği, peçeyi ve terörü emretmek veya reddetmek gibi tüm sorular liberal demokrasi ile belli bir İslam fikri arasındaki ikili zıtlığa bağlı olarak formüle edilmiştir...”

Evet, İslamafobi’nin eleştirildiği bir kitapta, üstelik onun cinsiyetçilik veya homofobi gibi ayrımcılık türlerine benzer bir şekilde normalleştirilmesine açıkça itiraz edilen bir eserde, homofobi kelimesinin anlamının “yabancı korkusu” olarak verilmiş olmasını nasıl anlamak gerekir? Böylesi bir açıklama eserin İngilizce orijinalinde yok ve böyle bir “hatanın” basit bir çeviri yanlış olması bana pek mümkünmüş gibi gözükmüyor. Elbette, buradan yazarın entelektüel veya akademik yeterliliğine veya sorumluluğuna dair bir sonuca gidilemez. Ama sorun sadece çevirmen veya editörün yayıncılık sorumluluğuyla da sınırlı değildir. Asıl mesele televizyon yayınlarında, yazılı veya basıl eserlerde giderek normalleşen bu “tevil ve tahrif kültürü”nde yatmaktadır. İslamofobi eleştirisi yaparken dahi ayrımcılıktan kaçınmamak, bu eleştirinin ikircikli karakterini ve farklı düzeylerde nasıl farklı amaçlara hizmet edebileceğini akılda tutmanın gerekliliğini bize açıkça gösteriyor.

Tüm yazılarını göster