Dışişleri mesleği alt-üst, bir başka deyişle usta-çırak ilişkisi içinde öğrenilir. Mesleğin ilk yıllarında amirleriniz “yapa-yapa” ve “yaza-yaza” derler. Kimi zaman ayırır anlatır, çoğu talimat vererek, sonuç ve o sonucu çabuk bekleyerek sizi “yetiştirir.” Bir bakıma, yüzmeyi bir çocuğa onu suya atarak öğretmek gibi.
Gelen telgraflar önce “kapalı-açık” diye ayrılır, sonra kapalılar da “gereği için-bilgi için” diye. Gereği için olan kapalılar arasından da “işlem dairesi biz miyiz” diye en önce yapılması gereken işler en üste konur. Bunların da içinden ivedilik derecesine göre en hızla işlem görmesi gerekenler mesaide haliyle öncelik alır.
İşte amirinizden “işlem paragrafında ne diyor şekerim?” sorusunu ilk duyduğunuzda, muhtemelen gözlerinizi kırpıştırıp, elinizdeki kağıdı evirip, çevirir, ne olduğunu bilmediğiniz o sihirli “işlem paragrafı” birden gözlerinizin önünde belirsin de sorgudan kurtulun diye soğuk terler dökersiniz. Nihayet sabrı tükenen amiriniz, “ver canım” diyerek ve ne denli işe yaramaz olduğunuzu hissettirerek, yüzünüze bakmadan elini size doğru uzatır.
Halbuki ne de güzel okuyup, tüm ayrıntıları ve değerlendirmeleriyle hatmetmişsinizdir o uzun ve sizce önemli telgrafı. Artık sizin öylece masasının karşısında bön bön ayakta kalakaldığınızı umursamayan amir çatık kaşlarla elinizden aldığı telgrafı daha masasına koyarken keskin bir hareketle “haşırt” diye ters çevirir, işaret parmağını yahut kaleminin ucunu en son paragrafa koyar. Belki kendi kendine konuşur gibi “ne istiyor?” diye sorar.
Artık özgüveniniz hepten örselendiği için “efendim, kem küm…” diye söze girecekken amirin tamamen o gizemli “işlem paragrafına” odaklandığını görür, sessizliğe gömülürsünüz. Amir, adeta röntgen veya kan tahlil sonuçlarını inceleyen bir hekim gibi tekrar başa, yukarıdaki paragraflara dönüyorsa, işlerin çetrefillendiği, hastanın durumunun ağır olduğu anlaşılır.
Ameliyat, yani operasyon, yani işlem gerekecektir. Hem de süratle. Zira yine hariciyede, “mükemmel iyinin düşmanıdır.” Nişantaşı’nda muayenesi olan bir estetik cerrahtan ziyade, cephede top ateşi altındaki donanımı eksik bir sahra hastanesi çadırında yaralı askerlerin kollarını, bacaklarını kesen bir sıhhiye subayınınkine benzetilebilir hariciyecinin işi.
Eh bazı işler, hatta işlerin çoğu da burnunuzu tutmanızı gerektirir. “Sana gül bahçesi vaat etmedim” derler ya, yahut hani askerde “burası ana kucağı değil, asker ocağı”, onun gibi. Zorla devlete hizmet olmaz tabii, dileyen memur olur, dileyen sırma saçlarını sabah meltemine bırakır. Tabii bunun anlamı memurun eleştiriden, denetimden, hesap vermekten korunmuş olması demek değil. İç işleyişten söz etmek istedim.
Pekiyi bunları neden anlattı masalcı amcanız durduk yerde? Söyleyecek sözü yok da onun için. Söylenecek söz yoksa uzun konuşmak da hariciyede yapa yapa, amirlerden görerek öğrenilen bir başka haslettir. “Ne yapiyim canım, talimatım yok Ankara’dan” diyerek ellerini iki yana açar, omuzlarını kaldırır biçare misyon şefi.
Bendeniz cennetkuşu da ne Çankaya’da yapılan Türkiye-Rusya-İran liderler zirvesinde odadaydım, ne talimatım var, ne bilgim. Liderlerin söylediklerini okudum. “Ne diyor birader?” diye ense kökümde bekleyen okura açıklama yapabilmek için hemen gözlerimi işlem paragraflarına, cümlelerine kaydırdım. Vakti dar olanlara, en kısa yönetici özeti: “Sıkıntı yok, oyuna devam.” Ondan az biraz daha fazlası ise aşağıdaki satırlarda.
Putin Bey diyor ki, “kusura bakma dostum Erdoğan, Idlip’te seni biraz daha üzeceğiz patron. Daha önce ‘terörist’ diye üç ülke lideri birlikte etiketlediğimiz kim var yok, kim yok kesinlikle size zarar vermeden oradan temizleyeceğiz. ‘Terörle mücadele’ sözünü dilinden düşürmeyen siz değil misiniz? İşte keser döner, sap döner, herkesin teröristinin taksiratı bir gün dolar.”
Putin Bey’in ikinci “müjdesi” de anayasa yazım komitesinin Cenevre’de çalışmaya başlayacak olması. Demek Ruslar da, İranlılar da ABD ile birlikte Cenevre yoluna girmiş artık. Oturduğum yerden tahminim, bizimkiler her ne kadar Putin “anlaştık” dese de, ayak sürümeye, Cenevre yoluna açık, kapalı taş koymaya devam edecektir.
Ruhani Bey ise Türkiye’nin “operasyonel” sınırlarını işaretlemiş. Mahut Adana Mutabakatı’na atıfta bulunmuş. “Orada yazdığı kadar, ötesi misafirliğin suistimali olur” demeye getirmiş. Idlip için de zanlının profil resmini çiziktirip masaya bırakmış. “O resme bakınca kendini göreceksin” demiş sanki Erdoğan’a. Velhasılı kelâm, Ruhani ile Putin, Idlip’te “ameliyata” devam konusunda hemfikirler.
Erdoğan’ın ise Idlip’i masada bırakmak durumunda kalınca, üçlü zirveden PKK’yle mücadele konusunda bir ortak irade devşirmek ve uluslararası bir resmi belgeye bu yönde bağlayıcı bir kayıt düşmek çabası gösterdiği anlaşılıyor. Ayrıca “PKK varlığı Suriye içinde devam ettikçe, TSK’nin de Suriye içinde mevcudiyeti meşru olacaktır” hattına yaslanmış. Yani Ankara kendi penceresinden Kuzey Suriye’yi Kuzey Irak’laştırmış. Bu yaklaşım orta vadede tutar mı, onu zaman gösterir.
Başta anlattığım “işlem paragrafının” kralı yine cumhurbaşkanının ifadeleri arasında. Erdoğan, “Amerika ile iki hafta içinde arzu ettiğimiz hedefe ulaşamazsak kendi harekât planımızı uygulamaya başlayacağımızı her iki dostumuza da anlattım” diyor. Tahminen, “her iki dostumuz” da bunu duyunca ellerini ovuşturup, kendi itikadlarınca “amin” diyerek bildikleri duaları okumuşlardır.
Zira, Erdoğan diğer “dostumuz” Trump’a, 23 Eylül haftasında BM Genel Kurulu marjında gerçekleşmesi beklenen henüz kesinleşmemiş ikili görüşmede ABD dediğimize gelmezse, TSK’nin tek taraflı olarak Fırat’ın Doğusu’na gireceği ültimatomunu böylece vermiş bulunuyor. Yanisi, Türkiye PKK terörüyle mücadele uğruna NATO müttefiki ve tek küresel güç ABD ile savaşmaya hazır olduğunu duyuruyor. O yapılacak “işlemin” zamanı da belli: İki haftaya.
Belki bunlar kadar önemli olanı, odada olmayan ama ülkesi hakkında konuşulan söylemiş. Beşar Esat’ın tam bu zirve öncesinde genel af ilan etti ve kleptokratik rejimin en zengin ve en yolsuz işadamlarından Rami Makluf’u içeri tıktı. Makluf’un İran’a yakın olduğu da söyleniyor. Dahası, Beşar Esat BMGS’ne yazdığı bir mektupla SDG’yi “bölücü terörist milis” gücü olarak tanımlıyor, SDG’yi “ABD ve İsrail’in komplolarına hizmetle” de suçluyor. (Şam’da Fransızların ilk otel yatırımlarını yaptıklarını da bir kenara yazalım: “Damascus - Now open for business!”)
O arada, Suudi Arabistan’ın petrol üretim tesislerini yangın yerine çeviren İHA “sürüsü” saldırısının ise İran kaynaklı olduğu iddia ediliyor, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo Riyad yoluna düşüyor. İsrail (Netanyahu), tam seçim arefesinde, Suriye-Irak sınırındaki Abu Kemal’de İran iltisaklı milisleri vuruyor. Gördüğünüz üzere, sular ısınıyor, insanı hırsından Kulp Belediyesi’ne kayyum atayacak hale sokuyor işte bu monşerlerin başımıza sardığı liderler zirveleri, Astana’lar, Cenevre’ler, bilmem neler.