İsmail Beşikci’ye cevabımızdır
Günümüzde Alevilik, kendine has farklı bir inanç olarak sözü edilen “Aleviliklerin” interaktif ilişkisi içerisinde değerlendirilebilir bir din/inanç olgusuna tekabül eder. Yani Alevilik; Sünni İslam, Yahudi ve Hristiyanlık gibi kitabı dinlerin dışında ve çoğu zaman da bunlara karşı gelişen farklı tasavvufi inanç formlarını belli ölçülerde Şiilik sembolizmi ve yerel kültürel öğeler ile bağdaştırıp, yorumlayarak bu dinler ile kurduğu esnek ilişki sonucu oluşan “senkretik” bir düzen veya etkileşim içerisinde anlaşılabilir.
Yalçın Çakmak/İmran Gürtaş
Sayın Beşikci, bir internet sitesinde yayımlanan yazınızda (1) Aleviliğin –sizin tabiriniz ile Rêya Heqîyê- tarihsel gelişimi hakkında bilgi vererek, editörlüğünü yürüttüğümüz Kızılbaşlık, Alevilik, Bektaşilik (İletişim Yayınları, 2015) başlıklı derlememiz hakkında da değerlendirmede bulunmaktasınız. Bu bakımdan, yazınız bağlamında bizleri de “Aleviliği İslam içerisinde göstermek için devletin veya üniversitelerinin direktifleri doğrultusunda çalışan” kişiler olarak sunmaktasınız. Söz konusu bu yazı/mektup da gerek Kızılbaş-Alevilik gerekse çalışmamız hakkındaki iddialarınızı mesnetsiz bulmamızdan ötürü hâsıl oldu.
Öncelikle, derleme çalışmamıza katkı sunan 25 yazarın her birinin içerik, disiplin ve perspektif açısından farklı makaleleri yer almaktadır. Yazarlarımızın bir çoğu birbirlerini çalışmaları dışında tanımadığı gibi içlerinde yabancı uyruklu bilim insanları da bulunmaktadır. İddianıza göre bu yazarların en azında ortak bir mesai gerçekleştirmeleri gerekiyor ki makalelerini de Aleviliği İslam içerisinde gösterme amacına uygun bir şekilde kaleme alsınlar. Bu derlememizde, başta akademik alan olmak üzere geniş bir spektrumda ve önemli oranda da birbirine zıt bir terminoloji ve perspektifle tartışılan Alevilik araştırmalarına katkı sunma amacı taşıdık. Zaten bu tür bir çalışmaya neden ihtiyaç duyduğumuzu ve Aleviliğe dair düşüncelerimizi de derlememizin önsözünde ziyadesiyle ifade etmeye çalışmıştık!
Giriş yazımızda iddialarınızı çürüten bir yığın hususa güçlü şekilde vurgu yaptığımızı düşünüyoruz. Eğer dikkatle eğilmiş olsaydınız, karmaşık bir inanç sistemi olan Aleviliğin aynı zamanda siyasal refleksli bir toplumsal kimlik olarak da karşımıza çıktığını ve bu nedenle sadece teolojik referanslarıyla değerlendirmenin Alevilik olgusunu açıklamaya yetmediğini görmüş olacaktınız. Ayrıca derlememizde makaleleri bulunan kimi yazarlarımızın -aşağıda ifade edeceğimiz gibi- kendileriyle aynı kanaatte olmasak da araştırma ve çalışmalarında sizin ile benzer bir terminoloji kullanarak Aleviliği “Rêya Heqîyê” olarak adlandırdıklarını da özellikle ifade etmek isteriz! Sanırım bu bile kitabımızın farklı düşüncelerden mürekkep, müdahalelere tamamen kapalı bir çalışma olduğunu gösteriyordur!
Bütün toplumsal gerçeklikler gibi Alevilik de toplumsal bir üretim olduğu için tarihsel olarak bir değişim, etkileşim sürecine tabi ve sosyal bir olgu olması hasebiyle yeni ihtiyaçlar ekseninde yeniden kurgulanabilen dinamik bir olgudur. Bu nedenle Alevilik gibi etnik heterojenliği çeşitli bir inanç sistemine getirilen statik, etnik milliyetçi yorumlar bu olguyu açıklamaya kafi değildir. İstisnalar hariç, inanç sistemlerinin etnik kategorilere sığmadığını bir sosyal bilimci olarak bildiğinizi düşünerek, şunu eklemeyi gerekli görmekteyiz: İnanç sistemleri inanan ile inandığı kutsal güç arasında bir ilişki kurgusu olduğu için etnik bir determinasyonu dışlar. Kurumsallaşmasına belli sebep ve ölçülerde “gecikmiş” olan Alevilik ne yazık ki sizin de yaptığınız gibi dışarıdan ve çoğu da siyasal ihtiyaçlardan kaynaklı bir takım tanımlamalara konu olmuştur. Bunları özetlersek Alevilik, 1) İslam’ın özgün bir yorumu 2) İslam’ın özü 3) Sosyalist sınıf mücadelesinin tarih içerisindeki bir formu 4) İslam’ın periferisinde konumlanmış heteredoks bir yapılanma 5) Türk veya Kürt ulusunun pre-İslamik dönemlerine ait arkaik etno-pagan etnik bir din 6) Felsefik bir yaşam tarzı ve 7) Şiilik gibi tanımlar ile karşılaşabilmekteyiz.
Bu yaklaşımlar göz önünde bulundurulduğunda Aleviliğin yorumlanışı farklılıklar arz etmektedir. Alevilik tariflerinin birbirinden farklı olmasının çeşitli tarihsel, siyasal ve sosyal sebepleri bulunmaktadır. Buna uzunca değinmek yerine, kısaca Aleviliğin; uzun bir süre merkezileşme ve modernleşme süreçlerine uzak ve sürekli yabancı egemenliklerin baskısında olduğu için kendine öteki bir kültürel hegemonyanın tesiri altında kaldığını vurgulamak isteriz.
Günümüzde Alevilik, kendine has farklı bir inanç olarak sözü edilen “Aleviliklerin” interaktif ilişkisi içerisinde değerlendirilebilir bir din/inanç olgusuna tekabül eder. Yani Alevilik; Sünni İslam, Yahudi ve Hristiyanlık gibi kitabı dinlerin dışında ve çoğu zaman da bunlara karşı gelişen farklı tasavvufi inanç formlarını belli ölçülerde Şiilik sembolizmi ve yerel kültürel öğeler ile bağdaştırıp, yorumlayarak bu dinler ile kurduğu esnek ilişki sonucu oluşan “senkretik” bir düzen veya etkileşim içerisinde anlaşılabilir. Aleviliğin bu özgün kimliği, teolojik referans ve ritüellerini dışlamaz. Zira yukarıda sözü edilen dinlerin kendisi de senkretik özellikler taşımaktadır. Hatta bir geleneğin devamı içerisinde de ele alınabilirler. Bu nedenle Y. N. Harari’nin dünyanın en büyük dini olarak “senkretizmi” göstermesi haksız bir iddia değildir.
Dinler sosyal olgular olarak temalaştırıldıklarında dinamik, değişim-dönüşüm ve yeniden yorumlanmaya açık olgulardır. Burada önemli olan husus, Alevilik anlaşılmaya çalışılırken özgünlüğünü belirleyen “sınır”ın tanınmayacak düzeyde belirsizleşmemesi ya da belirsizleştirilmemesidir. Ki Alevilik ve Aleviliğin etkileşim içerisinde olduğu bahse konu dinler açısından bu sınır oldukça belirgindir. Öyle ki Alevilerin cem ritüelleri, tanrı anlayışı, tanrı ile kurdukları ilişki, kadın-erkek ilişkisi, cem töreninde müzik, musahiplik ve kültürel yapılanması Sünni İslam ile aynılaştırılmayacak ayrıştırıcı özellikler taşır. Diğer taraftan güçlü İslami vurgulardan ötürü İslamdan tümden bağımsız bir Aleviliğin de çok açıklayıcı olamayacağı kanaatindeyiz. Bu bağlamda -İslam’ın da kendinden önceki kitabi dinlerin geleneğinden etkilendiği düşünüldüğünde- Aleviliğin İslam ile olduğu ileri sürülen ilişkisi de spesifik bir ilişkiden ziyade, aynı coğrafyada ortaya çıkan bütün dinlerin birbirlerini etkilediği ve Aleviliğe has bir özellik olmadığı hususuna önem kazandırır.
Çalışmamızın girişinde özet olarak değindiğimiz bu yaklaşımımıza rağmen -üzülerek belirtmek isteriz ki- bizleri ve çalışmamızı “milliyetçi tribünlerin iştah ve değerlendirmelerine damgalayıcı bir yaklaşım” ile sunmanız ve bizi adeta “İslami misyonerlik” ile itham etmeniz anlaşılır gibi değildir. Bunu kabul etmiyoruz! Dolayısıyla bu cevabımızı Aleviliği, Türk ve Kürt toplumlarında milliyetçi okumalara tabi tutan siyasi hegemonyanın bilimsel ve özgür düşünme üzerindeki vesayetine karşı bir yaklaşım olarak da okuyabilirsiniz. Bu bilim insanlarının apolitik olduğunu veya olması gerektiğini ifade etmez. Ancak toplumsal olay ve olgular bilimsel bir irdelemeye tabi tutulduğunda onlara gerekli bir mesafeden bakmak bilimselliğin temel normlarındandır.
Yaşam öykünüz, Türk üniversitelerinde başlayıp cezaevlerinde devam eden bilimsel-akademik faaliyetleriniz ve Türk-İslam Sentezi üzerine bina edilmiş Kemalist resmi ideolojiye karşı duruşunuz ile birçok kesimin takdirini kazandınız. Bu duruşunuz sizi özgür düşüncenin sembol isimleri arasına da yerleştirdi. Ancak ağır bedeller ödeyerek ispatladığınız rüştünüzü bir vesayet, bilirkişi kültünün inşaasına dönüştürmeniz ve bu inşaa doğrultusunda doğru ve yanlışa tereddütsüzce karar vermeniz resmi ideolojiye yönelttiğiniz radikal eleştiriler ile bağdaşmamaktadır. Eleştiri adına, size uygun olmayan tez ve düşünceleri eleştirip veya ispatlanabilir verilere dayanan argümanlarınız ve tezleriniz ile çürütmek yerine onları tıpkı “resmi ideolojinin yöntemlerine benzer bir yaklaşım ile damgalayıp, itibarsızlaştırmanız” asla kabul edilemezdir. Bu sizin açınızdan da –özellikle de Türk Dil ve Tarih eksenli bilim dışı icada karşı gösterdiğiniz faaliyetleriniz göz önünde bulundurulduğunda- çok vahim bir durum olsa gerek!
Bu uzun izahattan sonra gerek üslup ve tartışma gerekse tarihsel bir olguya yaklaşım tarzınızın problemli yanlarını ortaya koymak isteriz. Tabii eğer takdir ederseniz karşılıklı cevap haklarımızın saklı olduğunu hatırlatarak bilimsel bir tartışmaya açık olduğumuzu da Türkiye kamuoyu huzurunda beyan ederiz. Bu nedenle şimdilik sadece yazınızdaki birkaç tespitinizi ve aynı zamanda da çalışmamız üzerine ifade ettiklerinizi okuyucunun takdirlerine sunarak karşı fikirlerimizi dile getireceğiz.
1. “Alevi kavramının kullanılmasının en fazla 140 yıllık bir tarihi vardır. Osmanlı döneminde, İkinci Abdülhamid’den önce, Alevi kavramının kullanıldığı görülmemektedir.” (İsmail Beşikci)
Alevi kavramının kullanımına II. Abdülhamid döneminde ağırlık verilse de bu kavramın yüzyıllar öncesinde yerel düzeyde Kızılbaş topluluklarca kendilerini tanımlarken kullanıldığı görülmektedir. Bu nedenle 16. yüzyıldan birkaç örneğin kâfi geleceğini düşünüyoruz:
“Pîr-i fetîle-ser deyu şem'a mürîd olup
Pervâneler eder ‘alevîler gibi sema‘…
... ve "Çihresinde görüben lem‘a-i nûr-i Nebevî
Bir yalıň yüzlü ışıḳ şevḳine oldum ‘alevî" (Hayali Bey)
“Hüseynî'yim Alevî'yim ne dersin" (Pir Sultan)
"Cümle bir mürşide demişler belî
Tesbihleri Allah Muhammed Alî
Meşrebi Huseynî ismi Alevî
Muhammed Alî'ye çıkar yolları" (Kul Himmet)
Bununla beraber Bektaşi Tarikatı’nın yasaklanması amacıyla kaleme alınan fermanda da (1826) aynen şu ibarelere yer verilir:
“bu kezâlik bu güruh-ı Alevî ve revâfız...” (BOA. C. ADL. 29/1734 )
Demek ki Alevi kavramı II. Abdülhamid’den önce de Kızılbaşlarca kullanılıyordu!
2. “Kızılbaşlık Şii İslamla ilgili bir kavramdır. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’ (1429-1460) askerlerinin başlarına, düşman askerlerinden ayrılmasını sağlamak için kımızı revkli, oniki bölümlü fes giydirmiştir. Kırmızı rengin de Mezopotamya’da Rêya Heqîyê inancının yaşayan halklardan alındığını söylemek gerekir… Osmanlı’nın 15. yüzyılın sonlarından itibaren, Kızılbaş olarak dile getirdiği kesim aslında Şii İslam’ın bu kesimi yani Oniki İmamcı Şiilerdir. Daha sonra, Rêya Heqîyê inancında olanlar da bu kategori altında değerlendirilmeye başlanmıştır.” (İsmail Beşikci, alıntılardaki imla hataları olduğu gibi verilecektir).
Sayın Beşikci, Kızılbaşlık bugün yaşanan tarzda bir Şii İslam değildir. Hele ki o dönem için hiç değildir! Kızılbaş kelimesi de esas olarak Şeyh Cüneyd’den ziyade oğlu Haydar’ın 12 dilimli tacını temsilen “Tac-ı Haydari”ye yönelik bir vurguya sahiptir. Bu nedenle Şah İsmail’in de bugünkü “bildik anlamda” bir Şii olduğu söylenemez. Safevi Devleti’nde bildik anlamda Şiiliğin kurumsallaşması 16. yüzyılın sonlarına denk gelir. Şah İsmail’e ait divandan bugün bildiğimiz Şiiliği çıkaramayacağımız gibi özellikle de dedesi Cüneyd’in de bu minvalde düşündüğünü söyleyemeyiz. Çünkü “mehdilik, tanrının insan suretinde görünmesi ve ruhun bedenden göçü” gibi inançlar da tamamen dedesi Cüneyd dönemine uzanır. Bize inanmıyorsanız Aşıkpaşazade’nin Şeyh Cüneyd ile Şeyh Abdüllatif arasında geçtiğini dile getirdiği şu diyaloğa bakabilirsiniz:
"Şeyh Cüneyd, Şeyh Abdüllâtife sual etti: 'Ataya ashâb mı evlâdır, yohsa evlâd mı evlâdır?' didi.
Şeyh Abdüllâtif cevap virdi ki: 'Sual ettiğin makamda ashâb evlâdır, zira ashâbın hakkında Kelâm-ı Kadim'de 'muhacirin ve'l-ensar' deyü anılmışdır ve dahi mezahib-i erbaa ashâbdan alınmışdır, evlâddan alınmış değildir' didi.
Şeyh Cüneyd dahi Şeyh Abdüllâtif’e hitab idüb dedikim: 'Ol âyetler ashâb hakkında nâzil olduğu vakit sen anda bilemiydin' didi.
Şeyh Abdüllâtif dahi eyiddikim: 'Sen bu itikâdla kâfir oldun, ve dahi bu itikâdla sana uyanlar dahi kâfir olur' didi."
Bilin bakalım sonrasında ne oldu: 2. Murat bu söylediklerinden ötürü Şeyh Cüneyd’i topraklarından kovar! Cüneyd de bu yüzden güneye inerek ve kuvvetle muhtemel Ezidi ve Nusayrilerin meskûn olduğu topraklara geçti. Bu tercihi de tesadüf olmasa gerek!
Bu da Şeyh Cüneyd’in 12 İmam Şiiliğinden ziyade “gulat-ı Şia”ya (batıni, ekseriyetle de İsmaili) meyyal olduğunu düşündürtür. İlerleyen yıllarda Şah İsmail’in kendisinin de Anadolu’da benzer bir propagandaya giriştiğini söyleyebiliriz. Aksini iddia ediyorsanız Şah İsmail’in Anadolu’ya empoze ettiği inancın doğrudan “bugünkü” Şii İslam ile alakası hususunda bizi aydınlatmanızı rica ederiz!
Diğer yandan yazının ilerleyen fasıllarında yönelteceğimiz bir soruyu bu alıntınız için de geçtiği için alıştırma kabilinden şimdiden bir köşeye iliştirelim: “Rêya Heqîyê” olarak kavramsallaştırdığınız kelimeyi hangi tarihsel doneye dayanarak kullanmaktasınız? Hele ki 15'inci yüzyılın sonu 16'ncı yüzyılın başından bahsediyorsak!
Üstelik Aleviliğin “köklerine” dair yaptığınız tartışma faslına hiç girmiyoruz. Zira sizin mantığınızdan anladığımız kadarıyla bırakın Alevileri, bizzat tanrının kendisi de Kürt olsa gerek!
3. “İttihat ve Terakki döneminde yoğunlaşan, Rêya Heqîyê inançlılara Müslümanlığa döndürme çalışmaları Cumhuriyet döneminde daha yoğun daha kapsamlı, ve sistematik olarak sürdürülmüştür. Rêya Heqîyê inançlıların yaşadığı her köye bir cami, her camiye bir imam bu dönemin çok önemli bir özelliğidir.” (İsmail Beşikci)
Bahsettiğiniz asimilasyon siyasetinin mimarı İttihat Terakki değil II. Abdülhamid’dir. Kızılbaş/Alevi köylerine cami yapılması projesi bu dönemin teknik tabiriyle devletin “tashih-i akaid ya da itikad” siyaseti içerisinde karşılık bulmuş, sonrasında gelen İTC de bunu aynen devam ettirmiştir.
4. “Bugün, resmi ideoloji, Rêya Heqîyê inançlıları Müslüman kabul ediyor. İnancın, İslam’dan önceki varlığın hiç dikkate almıyor. Bu tarihi kökleri yok sayıyor. Bu inancı Şii İslam’la ilişkilendirmeye çalışıyor.” (İsmail Beşikci)
Ah İsmail Bey! Acaba resmi ideoloji sizin de ifade ettiğiniz gibi “Rêya Heqîyê” inancını gerçekten de Müslüman olarak kabul ediyor mu? Hatırlarsanız dönemin başbakanı R. Tayyip Erdoğan şu sözlerle tartışmaya noktayı koyup, tersinden bir hatırlatmayla gerçeği de ifşa etmişti: “Eğer Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse, ben dört dörtlük bir Aleviyim.” Bu ifadenin diğer türlü okumaları da şu kapıya çıkar: Hz. Ali’yi seviyorum ama Alevilik sadece Ali’yi sevmek değildir! Siz de zaten sadece Ali’yi sevmiyorsunuz! İsmail Bey siz bütün bu izahatları şöyle de değerlendirebilirsiniz: Sizin sevdiğiniz Ali ile bizim sevdiğimiz Ali aynı değil!
Yoksa Sayın Beşikci, yüz yıllık Sünni devletin Kızılbaşlık ve Aleviliğe yönelik “mülhid, rafızi” algısı değişti de bizim mi haberimiz yok? Misal, 1970’lerde sağcı ve muhafazakâr basındaki kimi yayınlarda da Aleviler Müslüman olarak görülür ama ne zamanki bir kriz neşet etti, bilinçaltındakiler hemen gün yüzüne çıkar: Dinsiz, ana-bacı bilmez Kızılbaşlar! Malları, kadınları ve çocukları helaldir! Nasıl tanıdık geldi mi? Özetle siz kardeşlik söylemine değil, bu ülkenin Kürt sorunundan da köklü, esas fay hattı Aleviliğe yönelik niyetlerin hâsıl olduğu kriz anlarındaki bilincin dışa vurumuna bakın!
5. Yazınızın ilerleyen kısımlarında Rıza Yıldırım’a hitaben düşüncelerinizi ifade ediyorsunuz. Hiç şüphesiz ki Yıldırım’a yönelttiğiniz eleştirilerin muhatabı ve söz hakkı kendisine aittir. Fakat eleştirilerinizde aktardığınız şu değerlendirmeye neden karşı olduğunuzu inanın anlamış değiliz:
“Bugün Aleviliğin, ‘İslam’ın özü’ olduğundan başlayıp ‘İslam’la alakasız, bağımsız bir din’ olduğuna kadar uzanan çok geniş bir yaklaşımlar spektrum ortaya çıkmış durumdadır.” (Akt. İsmail Beşikci)
Anlaşıldığı kadarıyla, Yıldırım burada Alevilik içerisinde halihazırda var olan bir durumu ortaya koymakta. Hatta bu yazının yazarlarından biri olarak (Yalçın Çakmak) biz de yakın bir zaman önce benzer minvalde bir değerlendirme yazısı kaleme almıştık.2 Ne yani Sayın Beşikci siz şimdi Alevilik içerisinde farklı tartışma ve yaklaşımların olmadığını mı düşünüyorsunuz?
6. “Şiilik, Araplardaki bir iktidar kavgasıdır.” (İsmail Beşikci).
Sayın Beşikci, kavgalar başlangıçta Araplar içerisinde meydana gelse de ilerleyen yıllarda Şia/Şiiliğin esas toplumsal tabanının Araplardan çok İranlılara (yer yer Türklere de) dayandığını bilmiyor olamazsınız! Şayet halen aksini düşünüyorsanız Farhad Daftary’nin bu husustaki ufuk açıcı çalışmalarını şiddetle tavsiyelerinize sunarız. Diğer yandan çatışmalar acaba sadece Şiilik ve Araplar arasında mı söz konusuydu? Misal yazınızda Rêya Heqîyê’nin köklerini dayandırdığınız Mihtra ve türevi inançların hepsinin sınıfsız, kaynaşmış bir toplum üzerinden yükseldiklerini mi düşünüyorsunuz? Bunları da anlatacaksanız eğer, lütfen muteber kaynaklardan anlatın ki herkes gibi biz de aydınlanalım!
7. “Ali, Hasan, Hüseyin, Kerbela, Oniki İmam, Fatıma ana, Ehl-i beyt, evlad-ı resul, Mehdi… kavramları Şii İslam’ın kavramalarıdır. Bunun, Kürdlerle, Mezopotamya’da, Anadolu’da Rêya Heqîyê inancını yaşayan halklarla bir ilişkisi yoktur.” (İsmail Beşikci, imla hataları yazara aittir).
Sayın Beşikci, bir sosyoloji doktoru olarak siz de takdir edersiniz ki herhangi bir inanç ne değişime kapalı ne de ilk ortaya çıktığı günkü gibi öylece durur. Hakeza, gerek toplumsal farklılıkların gerekse eski ananelerin bir çırpıda terk edileceği de düşünülemez. Bunda dinler arası etkileşimi de göz ardı edemeyiz. Dolayısıyla bir miktar suyu bardağa da poşete de koysanız su girdiği cismin şeklini almak dışında içeriğinden pek bir şey yitirmez. Sadece “poşetteki” ya da “bardaktaki su” olur. O nedenle bu durum yazınızda bahsettiğiniz “Mihtra, Xweda/Yezdan, Zerevan, Zerdeşt, Mani, Mazda, Hürmüz” inançları için de geçerlidir. Bugünden geçmişe bakarak adeta bir “batınilik, tarikat ve tasavvufi cereyanlar konglomerası” olan Kızılbaş/Alevilik içerisindeki bu etkileşimleri yargılamanız doğru değildir. Daha açık ifade edersek, bu durum Şii İslam’ın kavramları olarak kabul etmediğiniz isim ve kültler için de geçerlidir. Misal Ortadoğu kültlerinde önemli bir yer edinen “mesiyanizmin” Mehdi düşüncesiyle ifade bulması sadece Şii İslam’a özgü bir durum mudur? Aynı şekilde İslam dininde icra edilen hac, kurban ve sünnet ritüellerinin de yalnız İslam’a özgü ritüeller olduğu iddia edilemez. O nedenle meşruiyetinin önemli bir kısmını semavi (kitaplı) dinlerin geleneğinden alan İslam’dan kendinde önceki dinlere ait teolojik ve dinsel aspektleri çıkarırsak ortada İslam’a dair çok az şey kalır. Ve hiç bir din bilimci “bunlar İslam’a ait şeyler değil” diyerek İslam'ın veya herhangi bir dinin din olup olmadığını tartışmaz. Daha çok etkileşim süreçlerine, tarihsel değişim-dönüşüm veya kırılmalara bakılarak bir bilgi ortaya konulur. Sizlere, dinlerin de diğer sosyal gerçeklikler gibi bir etkileşim, değişim-dönüşüm ve bağdaşımın ürünü olduğunu hatırlatmaktan “üzüntü duyuyoruz”!
Güncel olarak yaşanan dinler ilk kökenlerine yabancılaşarak kurumsallaşmışlardır. Sizin köktenci mantığınızla din ya da inançlara yaklaşırsak İsa’nın ve Muhammed’in Hristiyanlık ve İslam öncesi inançlarını da sorgulamamız gerekir ki bu da geriye dönük bir “hiç”e dönüşür ve sosyal alan da bu yöntemle ortadan kalkmış olur.
Sayın Beşikci, acaba hiçbir Alevi velayetnamesi ya da menakıbını ayrıntılı olarak değerlendirme fırsatınız oldu mu? Çünkü aynı bakış açınıza göre de ya bu menakıblara konu kişilerin Alevilikle bir alakaları yoktur ya da bunlara inanan Aleviler tamamen kandırılmışlardır! Eğer zamanınız olur da bakarsanız -ister doğru ve sizin tabirinizle ister “sahte” olsun- hepsinin de soylarını seyyidlik üzerinden Hz. Ali’ye dayandırdıklarını görürsünüz! Yok, eğer bunları da şecereler gibi “sahte” buluyorsanız yüzyıllık tarihi ve inananları da hiç yaşanmamış sayabilirsiniz. Zira bütün bu çeşitliliğe de ne gerek var ki! Zaten hepimiz Türkiye bağlamında düşündüğümüzde “kimilerine göre Türk kimine göreyse Kürt olan Adem ve Havva’nın ilk gecesinden kardeş değil miyiz?
8. Bir önceki sorumuzla ilgili olarak ismini zikretmeden Buyruk’ta geçen Kırklar Cemi ve yüzük anlatısını bazı hususlarda eksik ele alsanız da İslam içi bir metin olarak “ne tamamen Sünni ne de Şii (burada Şiilikle kasıt Şah İsmail ve öncesinedir)” diyebileceğimiz Buyruk’tan yaptığınız bu alıntıyla mı Rêya Heqîyê inancının İslam dışılığını ispata çalışıyorsunuz? Çünkü Buyrukların Şah İsmail’in oğlu Tahmasb döneminde Safevi propagandası yapmak üzere Bisati adlı bir kişi tarafından kaleme alınıp, Safevi propagandası yapmak niyetiyle Anadolu’ya gönderildiği genel bir kabuldür. Bu bakımdan özellikle belirtmek isteriz ki Alevilerce kutsal görülen bu kitapta geçen tüm gerekliliklere bizzat topluluğun (oruç, namaz, abdest gibi) büyük bir kesimi de tamamen riayet etmez.
Fakat bu sadece sizin başvurduğunuz bir yöntem olmasa gerek. Zira son dönemlerde herhangi bir metni iç ve dış kritiğe tabi tutmadan kendi düşüncelerini ispat için kullananlar olduğu gibi, yine aynı metinde bu düşüncelerin aksini beyan eden hususların olduğu da bilinçli ya da bilinçsizce görmezden gelinmektedir. Bu nedenle özellikle de Aleviliğe hizmet için çalışmalar yürüten kimi bilim insanı ve araştırmacıların kendi ve tribünlerinin egolarını tatmin hususunda gösterdikleri bu “örgütlü cehalet” ziyadesiyle bıkkınlık verici düzeye ulaşmış bulunmakta!
9. Sayın Beşikci ne de güzel soruyorsunuz: “Başka önemli bir soru da şu olabilir. Şii İslam, Kerbela, Necef, Bağdat gibi alanlarda geliştiği halde, neden buralarda değil de, İran’da Erdebil de kurumlaşmıştır? Bu kurumlaşmada dini yön mü siyasal yön mü daha ağır basmaktadır? Sasani devlet anlayışının, Oniki İmamcı Şii Anlayışına ne etkisi olmuştur?” (İsmail Beşikci).
Acaba mezkûr sorunuzu Anadolu bağlamında da düşünsek: Birilerinin bugün gelip size “haydi Hristiyan olun” diyerek sizi Hristiyan yapmaları ne kadar mümkündür? Aynı şeyi Şiiliğin İran’da; Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve İsmail’in “Şiilik anlayışlarının” da Anadolu’daki topluluklara yönelik propagandası mahiyetinde düşünsek!
Tekrar belirtmek isteriz ki, bahse konu kişilerin Anadolu’da gerçekleştirdiği faaliyetler bugünkü Şiilikten ziyade Batıni (İsmaili) temayülleri daha ağır basan bir propagandanın eseriydi.
Tabii bu da “hadi biz getirdik siz de inanın” demekle bir anda gerçekleşmedi. Önemli bir kısmı konar-göçer olan toplulukların sürüleriyle özellikle güneye inip-çıkmaları, onları, Alamut sonrası buralara yayılan İsmaili dailerin propagandalarına zaten muhatap kılmaktaydı. Buna, benzer tasavvufi akımlara mensup dai ya da mutasavvıfların Anadolu üzerindeki tesirlerini de ekleyebiliriz. Bahse konu durum da Aleviliği yıllarca sadece Türkistan kökenli tezlerle izaha kalkışan teorilerin iflasıyla beraber Mezopotamya etkisinin de önemli bir etken olduğunu göstermiştir. Bu hususta karşılaştırma babında Vefailik ya da Otman Baba’nın İslam anlayışlarına bakmanızı özellikle salık veririz. Bunlar eğer Cizvit tarikatı mensubu değillerse ve tabi “siz de kabul ederseniz” kendilerine has bir Bâtıni İslam inancına sahiplerdi.
10. “14. yüzyılın ortalarından, 15. yüzyıl ortalarına kadar yaşayan, yüz yıl yaşadığı söylenen Kaygusuz Abdal, İslam karşısında, Rêya Heqîyê düşüncesini aksettiren şiirler yazmıştır.” (İsmail Beşikci).
Doğrusu Kaygusuz Abdal’ın (Gaybi) Abdal Musa’nın müridi olduğunu biliyorduk da her derde deva “Rêya Heqîyê” inancına mensup olduğunu ilk defa sizden duyuyoruz! Görünen o ki siz Kaygusuz’u da yanlış anlamışsınız. Zira Kaygusuz burada, genel anlamda tanrı düşüncesini değil, Sünni İslam’daki tanrı kavramsallaştırmasını eleştirmektedir! Buna mukabil, acaba Alanya Beyi’nin oğlu Kaygusuz da mı Kürttü de Kürtçeden “tanrı yolu” olarak çevrilebilecek “Rêya Heqîyê” inancına onu da müdahil ettiniz? Gerçekten, Kürt diliyle özdeş bu tabir sizce de çok kapsayıcı değil mi? Tarihsel bir kökenden ziyade günümüzde üretilen bu ifadeyi hangi done ile tarihe içkin kılıyorsunuz? Yoksa “Rêya Heqîyê” inancının beşikliğini Kürtler yaptı da Anadolu’nun Türkmenleri de buna sonradan mı eklemlendi? Acaba bize bu tabirin “tarihselliği” bağlamında terminolojik kullanımına dair bir tek örnek sunmanız mümkün müdür?
11. “Bugünün, politik ihtiyacı, kökleri çok eskiye dayanan Rêya Heqîyê inancını tamamen yok sayıp, Alevilik diye yeni bir isim altında, bu inancı İslam’a, bağlamaktır. Bu aynı zamanda, Rêya Heqîyê inancıyla ilgili kolektif belleğin de silinmesini yeni bir bellek oluşturulmasını gerekli kılmaktadır.” (İsmail Beşikci).
Sayın Beşikci, son sorumuzu tekrardan hatırlatarak şunu da eklemek isteriz: Tarihte bahse konu topluluğun kendilerini Kızılbaş, Sürhser, Alevi, Şii, Aliyullahi, Caferi ve hatta Yol oğlu gibi isimlerle adlandırdıklarına tanık olunurken, nasıl oluyor da bugün yeni üretilen bir “Rêya Heqîyê” ibaresi üzerinden bütün bunları görmezden gelebiliyorsunuz? Görmezden gelmeyi de bırakın kendilerince kullanılan tarihsel kavramları da eleştirip, tarihi mezarında ters döndürüyorsunuz! Sizin mantığınıza göre Bektaşi Tarikatı yasaklanınca Osmanlı devleti “bu güruh-ı Alevî ve revâfız” demekle Alevi kavramını olumlamakta ve Alevi kavramı da yeni bir tabirdi öyle mi? Bu değerlendirmenize yukarıda yeterince cevap verdiğimizi düşünüyoruz. İhtiyaç duyulması halinde örneklerimizi çoğaltabiliriz.
Yeri gelmişken ifade edelim: Değerlendirmeleriniz Alevi kavramının tarihini 19. yüzyılla temellendiren ve inancı da doğrudan Şamanizme bağlayan Irene Melikoff ile ne kadar da örtüşüyor! Ayrıca Rêya Heqîyê kavramı Türkçeye veya herhangi başka bir dile tercüme edildiğinde “Allah/Tanrı/Hak Yolu” olarak tercüme edilir ki bu açıklama da bütün dinlerin temel vurgusudur ve herhangi bir özgünlük veya din tarifi oluşturmaz. Zaten “yol/re,rêya” ve “heq/hak” sözcükleri bu konuda yeterince ipucu sunmaktadır. Yol ve tanrı kelimelerini, tanrıya ulaşmanın yolu olarak gündelik hayatın ötesine konumlandırılmış sakral bir gerçekliği tecrübe etmenin mekanizması olarak düşündüğümüzde, dinsel anlamda bir özgünlükten ziyade evrenselliğe tekabül eder. Bu nedenle Aleviliği karakterize eden bir kavram olmaktan uzaktır. Türk Dil ve Tarih Kurumu’nun 1930’lu yıllarda filolojik yaklaşımlarla zorladığı yöntem ve resmi ideoloji bilim adına ne kadar tutarsız ise, kelimelerin anlam veya çağrışımlarından yola çıkarak oluşturulmak istenen kavramlar ve çoğu zaman insan fantazisinin sınırlarını aşan çıkarımlar da o kadar tutarsız ve bilimsel yöntem dışındadır. Sosyal bilimler bir kavramı tartıştığında elbette ki onun semantik kökeniyle de ilgilenirler. Ancak etimolojik değerlendirmeler hiçbir zaman söz konusu kavramı tarif etmeye yetmez. Çünkü kavramların kelime anlamlarının yanı sıra bir tarihsel gelişim süreçleri ve bir de bu süreç içerisinde kazandıkları sosyal, kültürel, siyasal içerikleri de vardır ve en önemlisi de budur zaten.
Aleviliği sosyal mühendislik çabasıyla Türk ve Kürt milliyetçiliğinin çatışmasında veya her iki milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu pre-historik veya pre-İslamik etnik kökenin inşasında etnografik bir materyale indirgeme çabası Kemalizmin Türk tarih inşası ve anlatısının tersten bir okumasına denk düşmektedir. Bu bağlamda İttihatçılar da Aleviliği keşfettiklerinde bu inanca; İslami ümmet kültürü, aidiyeti ve sadakat formlarına karşı konumlandırdıkları ulus kimliği ve onun tarihsel öznesi olarak düşündükleri “Türk milletine” özgün bir din arayışı damgası vurdular.
12. “Bu yazıda, tarihte, Rêya Heqîyê inançlılara Müslümanlaştırmak için çok yoğun operasyonlar yapıldığı vurgulanmıştır. Müslüman olmayı kabul etmeyenler çok büyük kitleler halinde kitlesel katliamlarla yok edilmişlerdir. Rêya Heqîyê inançlılar, İslam’ın yayılmasından itibaren çok yoğun saldırılarla karşılaşmışlardır. Bu saldırılardan korunmak için, kendini Müslüman gösterme, inançta, geleneklerde bazı değişiklikler yapma yoluna da gidilmiştir. Bugün bu saldırı üniversite aracılığıyla da sürdürülmektedir. Bilimsel araştırma adı altında Rêya Heqîyê inançlılar Müslüman yapılmaktadır.…
…Bugün Alevi diye anılan Rêya Heqîyê inançlıları Müslüman gösterme sadece Rıza Yıldırım’ın işi değil. Üniversitenin tutumu böyle. Basının, aydınların, genel olarak yazarların tutumu böyle. ‘Kızılbaşlık, Alevilik, Bektaşilik, Tarih, Kimlik, İnanç, Ritüel’ (Derleyen Yalçın Çakmak, İmran Gürtaş, İletişim Yayınları, 2. baskı, 2016 İstanbul kitabı bu bakından dikkate değer…
Bu kitapta, Dersim doğumlu araştırmacıların, yazarların incelemeleri de var. Onların bazıları da, Munzur Baba’yı, Düzgün Baba’yı, Sülbüs Baba’yı, dağları, suları, Güneşi vs. unutmuş, Dedelerin, Ocakların, Kerbela’dan, Necef’ten, Erdebil’den vs. aldıkları şecerelerden, icazetnamelerden, Oniki İmamlara nasıl bağlandıklarından söz ediyorlar… Bu şecerelerin, icazetnamelerin hepsi sahtedir. Şah İsmail’in kendisini Yedinci İmam Musa Kazım’a bağlayan şeceresi de sahtedir. Şah İsmail’in atalarının, Irak’ta, Sincar tarafından, Kürd kökenli olduğu, Kürd olduğu bilinmektedir. 14. yüzyıl, 15. yüzyılın ilk çeyreği…” (İsmail Beşikci).
Bahsettiğiniz kitabımız bir derleme eser olup, isminde de anlaşılacağı gibi Kızılbaşlık, Alevilik ve Bektaşilik konularına eğilmiş ve hiçbir zaman da her şeyi söylediği iddiasında olmamıştır. Zaten “seçilme ve toplama” anlamlarına gelen derleme kelimesi de tamamen bu niyeti dışa vurur. O nedenle bu eser söz konusu başlığıyla alana dair sadece belirli yazıları toplama amacı gütmüştür. Ha siz bunu yetersiz bulduysanız elbette yeni bir yazar kadrosuyla kamuoyunu farklı yönlerden aydınlatabilirsiniz. Ama bir derlemede neden şu yok neden bu yok diye bir soru sormak doğrusunu söylemek gerekirse sizin gibi tecrübeli bir kaleme pek uymayan bir değerlendirme olmuş!
13.“Bugün, ‘Alevilik’ dile getirilen inancın esas adı Rêya Heqîyê’dir. Rêya Heqîyê doğa dinidir. İnsanlar, doğanın, kendilerini korumasını isterler. Bunun için de doğaya, örneğin, dağlara, sulara, ağaçlara, bazı hayvanlara vs. adaklar sunarak, doğanın kendilerinden yana olmasını, kendilerini korumasını sağlamaya çalışırlar. Rêya Heqîyê inancının 4000 yıldan fazla bir geçmişi vardır. Kökleri, Mihtra inancına kadar gitmektedir. Mihtra inancı, daha sonra, Xweda/Yezdan (yaratan) Zerevan, Zerdeşt, Mani, Mazda, Hürmüz inanci olarak gelişmiştir. Bugün, Alevi olarak dile getirilen Rêya Heqîyê inancının, İslam’dan çok önce oluşmuş, bir inanç olduğu besbellidir.” (İsmail Beşikci)
Makalenizin özeti olarak yazınızın başına konumlandırdığınız bu paragraf ile Alevilik hakkında asıl mesajınızı verirken, Aleviliğe ne denli yabancı olduğunuzu ve yaklaşımınızın argümanlarını oluştururken Sünni İslam hegemonyasının Alevilik algısını ödünç aldığınızı veya yaklaşımınızı Türk-İslam sentezci argümantasyon ile ne kadar da özdeşleştirdiğinizi göstermektesiniz. Doğa tapınmacı pratikler sadece Alevilikte yoktur. Dünyanın birçok kültüründe ve hatta kitabi dinler diye tarif ettiğimiz Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam inancı mensupları arasında da doğa tapınmacı pratikler söz konusudur. Hatta İslam’ın kanonik yazılı metinlerine ve kurumlarına rağmen İslam coğrafyasında bunun örnekleri ziyadesiyle mevcuttur. Türbe ziyaretleri, dilek ağaçları, kutsal doğa parçaları ve benzeri pratiklere Anadolu coğrafyasında sıkça rastlanılır. Bu pratikler İslam’ı ya da herhangi başka bir dini doğa tapınmacı din yapmadığı gibi Aleviler arasındaki benzeri ve çoğu lokal kutsal mekanın varlığı da Aleviliği doğa dinine indirgeyip,arkaikleştirmenizi engeller. Zira Aleviliğin merkezini oluşturan temel öğelerden en önemlisi pirlik kurumu, pir-talip ilişkisi, musahiplik ve cem ritüelidir. Örneğin Dersim’de Alevilerce kutsal olarak kabul edilen Munzur Suyu, örneğini verdiğiniz Hewreman’da veya Çorum’da aynı kutsallıkla değerlendirilmez. Aynı zamanda bir Çorumlu veya hadi Kürt olsun Maraşlı bir Alevi tarafında da ancak güzel bir doğa parçası olarak görülür ve daha çok turistik bir atraksiyona konu olabilir. Ancak bir ocak pirinin Maraş’tan Adıyaman’a Sivas’a veya Amasya’ya kadar talipleri vardır ve bir pir o bölgelere gittiğinde Aleviliğin merkezi ritüellerini gerçekleştirebilir. Ve o ritüellerde de ağaca, suya, bir dağa veya hayvana hürmetten ziyade, tam tersi kurumsallaşmış yapısı ile gündelik yasamın dışında konumlandırılmış kutsal varlığa hürmet edilir.
Sünni İslam da Aleviliği ele alırken sizin sahip olduğunuz bakış açısıyla yani doğa tapınmacı, ağaca, suya, taşa veya hayvana tapınan ve bırakın İslam dışı, adeta din dışı ilkel pratikler olarak değerlendirmektedir. Bu İslami hegemonyanın içselleştirilmesi değilse bir tesadüf müdür yoksa? Ayrıca birer Alevi olarak şu ana kadar herhangi bir hayvana adak sunduğumuzla ne karşılaşmışlığımız ne de duymuşluğumuz vardır!
14. “Bugün Hewraman’da ibadet sırasında, toplumda, saygın kabul edile on kadar kişinin adı sayılmakta,. onlar için dua edilmektedir. Bu kişiler arasında, Dersimli Sey Rıza’nın adı da sayılmaktadır.” (İsmail Beşikci)
Munzur Cem’den alıntıladığınız Seyit Rıza hakkındaki bu belirlemeniz hakkında doğru veya yanlış diyebileceğimiz her hangi bir kesin fikrimiz olmasa da buna şüphe ile yaklaşmamızı gerektiren bir çok sebeb vardır. Öncelikle, Seyit Rıza son yıllarda tartışılan oldukça güncel bir şahsiyettir. 4000 yıllık bir tarih ile ele aldığınız Reya Heqiye inancının kutsal bir figürü olması için Seyit Rıza’nın da hayli eski bir tarihte yaşamış mitolojik bir figür olarak sözkonusu yaptığınız inanç grubunun kültürel hafızasına dahil olması gerekmektedir. Bu konuda tezinizi destekleyecek herhangi bir veri söz konusu değildir. Reisi olduğu aşiret efradı tarafından hürmet görmesi, 1937 yılında ilerlemiş yaşına rağmen acımasızca idam edilmesi ve Dersim Katliamı etrafında yürütülen tartışmalar ile gündeme gelmesinin dışında Seyit Rıza’nın Alevilikte bir inanç sembolü olduğunu destekleyen herhangi bir veri söz konusu değildir. Hatta Seyid Rıza’nın idam sephasında söylediği iddia edilen “evlad-ı Kerbelayız, bi hatayız, bi günahız, ayıptır, zulümdür, cinayettir” sözü ne yazık ki savınız ile taban tabana zıt bir olguya işaret etmektedir. Bunu Türkçe söylemesi ise Aleviliğin sadece etnik kategoriler ile açıklamanın zayıflığına işaret etmesi bağlamında ayrıca dikkate değerdir!
Birkaç söz de yazınızda sıkça başvurduğunuz Reya Heqiye‘nin kolektif belleğine ve müdahalelerle silinmek istendiğine dair söyleminizedir. Aleviliğin kolektif belleğinin bazı iç ve dış etkenlerden kaynaklı bir refleks, restorasyon veya güncel ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden kurgulanma süreci yaşadığını kabul etmekle birlikte, bunun İslamlaştırma ile zorunlu bir ilişki içerisinde gerçekleştiğini veya o şekilde gerçekleşmesi gerektiğini düşünmüyoruz. Aleviliğin genellikle köy cemaatlerinin hakim olduğu bir alanda yaşam bulduğu sıklıkla işlenmiş bir konudur. Modernizm, göç olgusu ve asimilasyon süreçleri Alevi köy cemaatlerini ve yüz yüze gerçekleşen sosyal iletişimi çözmesiyle beraber, kültürel hafızanın aktarım mekanizmaları da bir çözülmeyle yüz yüze kalmıştır. Kentlere gerçekleşen göç süreçleri sonucu bu cemaatleri eski canlılığı ve işlevselliğiyle yaşatmak elbetteki önemli oranda ortadan kalktı. Bu yeni sosyal mekanlarda kendini bir kimlik ve inanç grubu olarak yeniden konumlandıran Alevilik doğal olarak yeni hasıl olmuş ihtiyaçlar çerçevesinde bir rekonstrüksüyon (yeniden yapılanma) süreci yaşamak zorunda kaldı. Bilim insanları bu süreçleri ancak neden-sonuç ilişkileri içerisinde irdeleyebilir.
Kolektif bellek bir toplumun veya sosyal grubun kolektif kimliğinin bilincini oluşturmak için baş vurduğu önemli bir kaynaktır. Kolektif hafızanın yardımı ile söz konusu grup kendi varlığına dair bir bilinç oluşturur. Bu bilinç kolektif olarak deneyimlendiği düşünülen uzak geçmiş tarihteki olayların hatırlanmasının ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Kolektif hafızanın ilk teorisyenlerinden olan Fransız sosyolog Maurice Halbwachs, hatırlamayı şimdiki zamanın sunmuş olduğu sosyal çerçeve (cadre sociaux) yardımı ile geçmişin yeniden kurgulanması/inşaası olarak formüle etmektedir. Bu vesile ile Jan Assmann da Halbwachs’a dayanarak bir gelenek sürekliliğine dayanan her kültürün bağlayıcı bir yapıya sahip olduğunu ve bu yapının grup üyelerini “sosyal ve zaman boyutlu” olmak üzere birbirine bağlayıp, kültürel bir grup olarak var olması ve kolektif bir kimlik oluşturmasını sağladığını söyler. Kolektif hafıza veya hatırlama bu bağlamda çok önemlidir ve söz konusu hafıza mitolojik ve tarihsel öz anlatıların temel yapı taşını oluşturur. Yani hafıza kartı değiştirir gibi değiştirilemediği ve istendiği zaman da kolayca silinemediğini vurgulamak gerekiyor. Özellikle de Alevilik gibi sözlü aktarım geleneği güçlü kültürlerde bu sözünü ettiğiniz hafızayı silme öyle kolayca gerçekleşebilecek bir olgu değildir. Çünkü geçmişe dair bilginin taşıyıcısı kolayca imha edilebilecek maddi bir kayıt aracı değil bilakis yaşayan ve hafızanın devamını sağlayan sosyal iletişim içindeki insanların hatırlama yetenekleridir.
Alevilik olayında ele alırsak pirler ve ritüeller bu hafızanın korunmasının ve geleceğe taşınmasının en önemli unsurlarıdır. Antropolojik bir zorunluluğa tekabül eden kültür ve toplum sembolik bir anlam dünyası üzerine inşaa edilir ve sembolik olarak aktırıldığı gibi sembolik olarak da yaşanılır kılınır. Dolayısıyla hatırlama kültüründe mitolojik olan öğe sembolik karakteriyle tarihsel olanın önüne geçer. Alevi kültürel hafızasındaki hatırlama figürlerinin birer mitolojik kurgu olduğunu göz önünde bulundurursak, mitleştirilmiş Alevi figürlerinin reel yaşamı Alevilik açısından zaten anlamsızlaşır. Yani mitolojik olarak kurgulanan ve sembolik olarak aktarılan ilk kurucu grup tecrübesi kolektif hatırlamanın merkezini oluşturmaktadır. Bu merkezi öğe etrafında sosyal kurgusal bir olgu olarak Alevi inanç ve kimliğinin güncel ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden kurgulanmaya açık oluşu bir aykırılık veya anomalik gelişme olarak değerlendirilemez. Zira hiç bir inanç veya kimlik veyahut toplumsal gerçeklik verili olmayıp, kurgusaldır. Mitolojik Ali ile reel Ali’nin yaşamlarının uyumsuzluğu burda herhangi bir şey değiştirmez. Yoksa İsa’nın bakire bir kadından Tanrı’ın oğlu olarak dünyaya gelmesi veya Musa’nın asası ile denizi yarması, Muhammedin Miraç‘a gitmesini mantıksal bir yaklaşımla açıklamamız mümkün olamaz!
15. Gelelim yukarıda birçok kere temas ettiğimiz, iddialarınızın temelini teşkil eden “Rêya Heqîyê” (tanrı yolu) nitelendirmenize. 1990’larla birlikte gündeme gelen bu kavramın özellikle de Dersim merkezli Kürt Aleviliğini nitelemek adına ön plana geldiği birçok kişinin malumu. Bugün ortalama bir Dersim yaşlısına “siz Alevi misiniz yoksa Sünni misiniz” sorusunu yönelttiğinizde size kendi Zazaki ve Kurmancisiyle vereceği cevap şöyle olur: Ma Kırmancim (Zazaki) ya da Em Kurmancine’dir (Kurmanci)=Biz Kürdüz! Buradaki Kürtlük vurgusu da (Kırmanc, Kurmanc) dilden ziyade doğrudan inancın kendisinedir. Yani aslında bir Dersimlinin bu soru karşısında yaptığı “Kürtlük” vurgusu da bugün bildik anlamdaki milletten ziyade inancadır. Hatta şöyle de diyebiliriz: Çorum’dan gelen bir Türk Alevisi de “noki maro, noki Kırmanco/Kurmanco”/Wa ji Kurmance wa ji Li me ye (bu da Kürt bu da bizden) şeklinde ifade edilirken, Alevi olmayan bir Kürd ise “No mara niyo, qurro/ wa li me nine, wa qure” (bu bizden değil, qurrodur) şeklinde ötelenir. Yani anlayacağınız, bahsettiğimiz bağlamda Dersimli için “Kürtlük” tamamen inançlarıyla özdeşleşmiş teknik bir tabirdir. Bu durum da esasında sadece Dersimlilere özgü değildir. Geçmişte olduğu gibi bugün de gerek Tahtacılar gerekse bazı Balkan Alevilerinde “Türklük” Sünnilikle özdeşleştirilmiştir. O nedenle kendilerinin Türk olarak nitelendirilmesini hoş görmezler!
Demek ki, Kürt ve Türk ifadeleri bugünün ayyuka çıkan milliyetçilik tartışmalarının dışında bazı Aleviler içerisinde farklı bir anlama sahiptir. Devam edersek… “Rêya Heqîyê” tabirinin ortaya çıkması da demin bahsettiğimiz Dersim merkezli Kırmanc/Kurmanc=Alevi tabirlerine karşı bir yeniden inşa süreciyle başlamıştır. Bunun başını da özellikle Kürt milliyetçiliği tandanslı yazar ve araştırmacılar çekmektedir (Burada, söz konusu milliyetçilik algısının dışında yer alan sayıları sınırlı bir yazar kadrosunun olduğunu da özellikle vurgulamak isteriz). Neden mi? Çünkü bu çevreye göre “Kırmanc” ve “Kurmanc” gibi ibareler Kürtlüğün lehçelerini niteleyen isimler oldukları için inancı adlandırmada kullanılmaları doğru değildir! Bir daha neden mi? Kürt milliyetçi bütünlüğü kavramların çeşitliliği üzerinden bozulmasın diye! Üstelik bu da sizin gibi tarihin ve gerçekliğin hilafına uydurulup, yerine ikame edilen “Rêya Heqîyê” tabirinin tarihselliği iddia edilerek gerçekleştirilmektedir.
16. Peki ya ocaklar ve dedelerin elindeki şecerelere göndermede bulunarak, dile getirdiğiniz şu değerlendirmeye ne demeli: “Bu şecerelerin, icazetnamelerin hepsi sahtedir.” Sayın Beşikci, sahtelikten anladığınız nedir? Kızılbaş/Alevi inancını Rêya Heqîyê diye yeni bir türedi kavram üzerinden yok saymanız bir yana, inancın önemli kurumları arasında yer alan ocak ve dedelerin elindeki bu şecerelerin hepsini sahtelikle itham etmeniz hangi mantığın ürünüdür? Acaba Kur’an’daki kıssalar, uygulamalar ve kimi peygamberlerin adları öncesinde Tevrat’ta geçiyor diye İslam diye bir dini de mi reddediyorsunuz? Aleviliğe boca ettiğiniz bu keyfi değerlendirmelerinizi Sünniliği de “hedef alıp” bu denli eleştirebiliyor musunuz? Bu rahatlık da acaba ismini kullanmaktan imtina ettiğiniz Alevi inancındaki kısmi hoşgörü ortamından kaynaklanıyor olmasın mı Sayın Beşikci?
Bitirirken, Kızılbaşlık ya da Aleviliği doğrudan Şii İslam ile özdeş görmenizin bugün İran Şiiliğini Aleviler içerisinde aktifleştirmeye çalışanlar ile birebir örtüştüğünü ifade etmek isteriz. Zira bu anlayışa göre de “Alevilere Alevilikleri unutturulmuş” ve “Alevilik=Şiiliktir”. Bize inanmıyorsanız !
Bu faslı bitirirken son sözü, meramımızı daha anlaşılır kılacağı kesin olan Şah İsmail’e (Hatayi) bırakıyoruz. Ve elbette ki şu soruyu da iliştirerek: Acaba o devrin hükümdarı Şah İsmail aşağıdaki dizeleri sizin Şiilikten anladığınız bu devrin İran’ın da yazsaydı nasıl bir muameleye maruz kalırdı!:
“Yoh idi yir ü gökler men ezelden var idüm
Gevherün yek dânesünden ileri pergar idüm
Gevheri âb eyledüm durdı cihânı ser-be-ser
Yiri göği ‘arş u kürsi yaratan Settâr idüm
Gâh Hüseynî vü Nesîmî gibi soydı kâdılar
Gâh Mansûr donuna girdim ene'l-Hak dâr idüm
Girdüm âdem cismine kimsene bilmez sırrumu
Men bu beytu’llâh içinde tâ ezelden var idüm
On şekil min ‘âleme men gerdiş ile gelmişem
Ol sebebden Hak ile sırdâr idüm serdâr idüm
Dünyesinden men anun sırrın bilirdüm ol meni
Bahr-ı rahmet içre men bir lü'lü-i şehvâr idüm
Men Hatâyîyem Hakkı hak tanımışam bi-gümân
Anun içün ol yaratdı men ana derkâr idüm”
Saygılarımızla…
(1) “İsmail Beşikci yazdı, Rêya Heqîyê”