İsmail Gezgin: İnsan kovulduğu cennetin (hayvan oluşun) özlemini içinde taşıyandır
İsmail Gezgin'in 'Homo Narrans ‘İnsan Niçin Anlatır, Mit, Masal ve Hikâyenin Arkeolojisi'' kitabı Redingot Kitap tarafından yayımlandı. Gezgin'le kitabını konuştuk.
DUVAR - İnsan türünü anlamak, yapıp-ettiklerini sorgulamak şimdide dünyanın durumunu tahayyül etme imkânı veriyor. İnsan verili doğasından ve kendisini hayvan oluştan uzaklaştırdıkça dünyadaki anlamından da uzaklaştı. Bu nedenle insanın dünyada anlam arayışı bitmedi, bitmeyecek gibi de görünüyor, kendini anlamlandırmak için hikâyeler kurgulamaya ve bu kurgularla kendini yeniden yeniden inşa etmeye devam ediyor. Sonlu bir varlık olarak bulunduğu dünyada, ölüme doğru sürdüğü yaşamı varlığının bitmeyen sıkıntısı olarak karşımıza çıkıyor. Bu bilgiyle varlık çabası verirken, hırçınlaşırken, dünyayı da kendisinin fail olduğu anlatının parçası yapmaya çalışıyor bu da kendi dışında kalan varlıklar üzerinde tahakküm kurmasına karşılık geliyor ve insanın yolu türcü bir yere çıkıyor. Dille kurduğu simgesel evrende, bununla birlikte gelen toplumsal yasa, onun cezası hâline geliyor. Ayrıca bir devrim gibi sunulan Neolitik Dönem; insanın daha çok mutsuz olmasına, eşitsizliklerin derinleşmesine, ikili cinsiyet sisteminin getirilerine boyun eğmesine, çeşitli hastalıklarla mücadele etmesine, kısaca mutsuzluğuna sebep oluyor. İnsanın tarih içerisinde serüvenine bakınca bu bahsettiklerimiz ona dair olanın çok küçük bir kısmını içeriyor.
Bu bağlamda, İsmail Gezgin’in, Redingot Kitap tarafından basılan, “Homo Narrans ‘İnsan Niçin Anlatır, Mit, Masal ve Hikâyenin Arkeolojisi’” adlı kitabı bize türümüz hakkında zihin açıcı bir yol çiziyor. Metin, yukarıda bahsettiklerimizden çok daha fazlası üzerine kafa yormamızı sağlarken bizi insanı anlamaya biraz daha yaklaştırıyor. İsmail Gezgin, kitabı hakkında sorularımı yanıtladı, umarım bu söyleşi kitap hakkında fikir vermenin ötesine geçerek, dünya ve insan türü üzerine düşünmeye vesile olur.
“İnsan, dünyayı, yaşamı anlamak, açıklamak hastalığından mustarip trajik bir varlıktır” diyorsunuz, üzerine düşününce kendi trajedisini kendi yaratan bir tür olduğumuzu da söyleyebiliriz sanırım. Çünkü bugün gizemsiz, büyüsüz sıkıntılı bir dünyada yaşıyorsak bunu sizin de bahsettiğiniz “hastalıklı” bir şekilde dünyayı açıklama çabasına girişen kendi türümüze de borçluyuz. Kitap boyunca aslında insanı yücelten değil, onu sorgulayan ve kendi kendisini içine düşürdüğü durumlardan çıkarmaya çalışan, bunun için anlatılar oluşturan, kaçışlar bulan bir tür olarak tasvir ediyorsunuz. İnsanın geçmişten bugüne içinde bulunduğu bu olumsuz durumun en temel sebebinin; doğayla ilişkisini bozmasından, kendisini onun verdiği yaşamın dışına atmasından kaynaklı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Gizemsiz, büyüsüz bir dünyada yaşadığımızı doğrusu söyleyemeyeceğim, binlerce yıldır oluşturulmuş aynı mitolojik dünyanın içinde yaşıyoruz, eskilerden hiçbir farkımız yok. Örneğin, hâlâ dünyanın bir kısmı eşcinsel evlilik hakkı için Papa’dan medet umuyor ve hâlâ binlerce yılın birikimi olan “mitik anlamlar” dünya siyasetini belirlemeye, gündelik hayatı organize etmeye devam ediyor. İnsanlar inançları için diğerleriyle kıyasıya savaşıyor. Üstelik anlam arayışı da dünyanın ve yaşamın ne olduğu da yoğun biçimde araştırılıyor. İnsanın kendini yaşamın merkezine koyarak türcü bir varlığa dönüşmesinin nedeni de yine mitolojik bir dünyada yaşadığımızın göstergeleri. Tüm bunların nedeni ise evet insanın ait olduğu doğadan kendini ayırma çabası, onunla onu ötekileştirerek mücadeleye girmesidir. Kendisine varlık imkânı ve bir beden sunan doğayı bir mücadele alanı gibi görmeye başlamasıdır. “Homo Narrans”ta da sözünü ettiğim gibi, insan bedenini koparamasa da kimliğini doğadan ayırmış ve hatta onun karşısına koymuştur. Kendi kurguladığı kimliği, giydirdiği bedeniyle doğaya savaş açmıştır. Trajedi de burada başlar. Sonlu olduğu bilgisiyle sonsuzluğu arzulayan insan, kendi yaşamının iradesini de elinden yitirmesine yol açacak çabalarına karşın, arzuladığına asla ulaşamamış, Homo deus olmayı başarmamıştır. Şunu da elbette vurgulamakta yarar var, insan türünün tarihi dikkate alındığında günümüze yaklaştıkça doğayla ilişkinin daha çok bozulduğu anlaşılır. Doğayla mücadelesinin şiddeti huzursuzluğu, buhranı daha da artırır. Çünkü bu ayrılık onu yaşam için hiç de uygun olmayan kalabalık kentlere sürüklemiş, bedeni ipotek altına alınmış insan, kendi hayatını yaşayamaz hale getirmiştir. İnsan kendi bedeninde tüm arzuları sınırlandırılan bir yabancıya dönüşmüştür. Tarım, kentleşme, ticaret ve endüstriyel yaşam bu sürecin temel kırılma noktaları olarak kabul edilebilir.
'DİL, DOĞASI GEREĞİ KAPSAYICIDIR'
Tevrat’ta yer alan “dilin karıştırılması” hikâyesi, insanın Tanrı’ya ulaşmak isterken cezalandırılması olarak karşımıza çıkıyor kitapta, insan tanrı olmak isterken farklı dilleri konuşan, birbirini anlamayan bir türe dönüşüyor. Size göre bu hikâye, Mezopotamya’da binlerce yıl önce yaşayan insanların, farklı coğrafyalarda farklı dillerin kullanılmasını nasıl açıkladıklarıyla ilişkili. Peki, dil nasıl insanın cezası hâline geliyor?
Tamamen anlaşma üzerine kurulu bir sesler sistemi olan “arkaik/kök dil”in binlerce yıllık süreçte yavaş yavaş yerini daha insani bir lisana bırakması bana psikanalizde bebeğin dille karşılaşmasıyla birlikte simgesel dünyanın yörüngesine girmesini hatırlatıyor. Sadece bedensel ihtiyaçların gündeme geldiği yaşamdan dille birlikte, toplumsal insanın yasalı dünyasına giriliyor. Bundan böyle, içinde bulunulan anlam coğrafyasının tüm detayları bireylerin öğrendiği dille birlikte yüklenir ve ona uygun yaşaması beklenir. Çünkü dil doğuştan gelmez, ana dili değildir, dil yabancıdır. İçinde doğulan semiosferin dilidir ve onu kullanan herkes kurallarına uymakla da yükümlüdür. Ceza durumu daha buradan başlamaktadır, bundan böyle bireyin kendi arzularını dile getirmesinden söz etmek mümkün değildir, biyolojik gerçeklik dillin simgesel dünyasıyla yer değiştirir. Toplumsalın üzerinde uzlaştığı göstergelerden oluşan bir dili kullanmanın kendisi bizatihi bir cezadır. Ancak ve ancak kendinden beklenilenin, istenilenin söylenilebildiği bir diskurun içine düşülür. Tüm canlılarla anlaşabildiği arkaik dili terk eden insan, önce doğanın diğer canlılarıyla sonra başka anlam coğrafyalarındaki kendi türünden bireylerle iletişim sorunu yaşamaya başlamıştır. Dil bu andan itibaren, insanı bedensel arzularını terk etmeye zorlayan ve toplumsal yaşamın değerlerinin yeniden üretilebileceği ortak paydalarda toplayan eğitim aracına dönüşmüştür. Bundan böyle konuşmak da susmak da yasaya tabidir. Ne söyleneceği, nasıl söyleneceği ne zaman susulup ne zaman konuşulacağı dahi söylemin iktidarına ve aynı zamanda iktidarın söylemine bağlıdır. Bu yüzden kutsal metinlerdeki hikâye aynı dili (arkaik/kök dili) konuşan bir türün, insanları farklılaştıran, araya sınır koyan lisanı kullanmaya geçişinin hikâyesi olarak okuyorum. Farklı diller kullanmaya başlamasıyla bütünlüğü kaybeden insanın öyküsü.
İnsanın doğadan kopuşu onu eksilten bir durum, metinde de bu konu geniş bir şekilde yer alıyor. Doğanın dili, insanın diline dönüştüğünde, bir şekilde doğaya ait varlıkların da bir “fark” olarak kurulmaya başladığını söyleyebilir miyiz? Ayrıca, doğanın dilde bir temsile dönüşmesi onun insan-dışı türlerini “şeyleştirmeye” de sebep oluyor değil mi?
Dil, doğası gereği kapsayıcıdır, tüm bireylerini içine alsa da tür olarak insanın iktidarını tesis eden hiyerarşik bir evren kurgular. Neredeyse tüm kültürlerin kutsal metin kurgularında merkeze konulan insan diğerlerini isimlendirir. Onları birer isimle dilin dünyasına taşıyarak diğer tüm canlıları ve hatta tüm doğayı dilde göstergelerle kaplar. Bu yüzden etrafındaki her şeyle temas bu göstergeler ve onlara yüklenen anlamla mümkün olabilir, böylece dil onların anlamını ve öykülerini de içermeye başlar. Kendi dilinde insan diğerlerinin sözcülüğüne de soyunur. Kendini özne olarak kurguladığı mitler ve diğer anlatılarla onları şeyleştirir, pasif ve edilgen kılar. Zamanın ruhuna ve ihtiyaca göre diğerlerine biçilen roller değişse de onların nesnelik hali sabittir çünkü tüm evren kuran mitlerin merkezinde “her şey insan içindir” mottosu yer alır. Hâl böyle olunca da türcülük illeti kaçınılmaz oluyor. Merkez, başrol, öznelik insana ait olurken diğerleri dilde kendilerine düşen payla yetinmek zorunda kalıyor. Uygarlık tarihi boyunca yakın zamanlara gelene kadar kimse aksini dahi düşünmemiş. Varlığın bir bütün olduğunun, tekil bir varlığın kendinden başka bir şeyden ayrı ve farklı olmadığının, farkın varlığın kendinde fark olduğunun tartışılmaya başlanması için çok uzun süre geçmesi gerekmiştir.
'İNSAN TÜM BEDENSEL YETENEKLERİNİ TEKNOLOJİYE YÜKLEDİ'
İnsanın alet yapıcı bir misyon kazanması, verili anlatılarda bize âdeta bir devrim gibi sunulur. Açıkçası bu edimin kitapta bahsettiğiniz bedenle ilişkilenen yanı bana epey ilginç geldi, “her alet yapımıyla, insan bedeninin bir eylemi, beden dışına taşınmış, sese ve söze yerleşmiştir” diyorsunuz, bu konuyu biraz açabilir miyiz? Alet yapmak insanın bedeniyle ilişkisini nasıl etkiledi, bu nasıl dilsel bir faaliyete dönüştü?
İnsan-nesne ilişkisi bir hayli dolanık ve karşılıklıdır. Her ne kadar dil üzerinde kurulan bu ilişkide pasif kılınan nesne olsa da eylemde bir hayli etkin ve belirleyicidir. Aletten söz ettiğimizde ise bu etkinliğin zirve yaptığı söylenebilir. Alet üretiminin insanın dilini değiştirmesinde önemli bir rol üstlendiğini vurgulamak gerekir çünkü insan yaşamına giren her bir alet, bir sesle, göstergeyle, en az birkaç fiille ve pek çok sıfatla gelir. Daha önceden olmayan, aletle birlikte zuhur eden bu yeni sesler, alet sayısıyla birlikte artarak insan diline eklemlenip insanın doğaya yabancılaşmasına etki etmişlerdir. Öte yandan her bir alet bir tasarımın ürünüydü. Taş baltaları yapan insanın, taşa bakan gözlerinden içindeki aleti gören bir zihin düşünülmeli. Alet yapan el becerisi ile zihinsel melekelerin ilişkisini ortaya koyan birçok çalışma var. Ancak senin de vurguladığın gibi, insan-alet ilişkisinde gözden kaçan bir taraf da hedeflenen/arzulanan eylemin insan bedeninden alete aktarılmasının sonuçlarıdır. Pişirmek için kullanılan alet teknolojisinin insanın sindirim sisteminden ağız-çene yapısına kadar ciddi sonuçları vardır. Elbise yüzünden tüylerin kaybedilmesi, cildin doğa koşullarına karşı daha hassaslaşması bunun örnekleri arasında gösterilebilir. İnsanın alete yüklediği eylem bedeninden bir yeteneğin veya bir özelliğin yitirilmesi, körelmesiyle sonuçlanmıştır. Bu konudaki en güzel örneklerden birisi Platon’un Phaidros (Platon, Phaidros, 274c-275b) diyaloğunda Sokrates tarafından aktarılır. Buna göre, Mısır tanrılarından Theuth, halk için pek çok şeyi icat ve keşfetmişti ve bunları Thamos’a ballandırarak aktarıyordu. Sıra yazıya gelince yaptığından gurur duyan bir edayla yazı sayesinde Mısırlıların nasıl daha güçlü bir hafızaya sahip olacaklarını ve bilgeliklerini nasıl artıracağını sayıp döktü. Buna karşın Thamos bir süre düşündükten sonra, yazıyı öğrenenlerin ruhlarında hafıza tembelliği oluşacağını, kendi bedenlerinde olmayan bir aygıta bilgiyi yükleyeceklerini, hafızalarını hiç kullanamayacaklarını ve amaçlananın tam tersine kendilerini bilgili olarak kabul eden cahil insanlara dönüşeceklerini söyleyerek bu icada muhalefet etmişti. Gelinen noktada binlerce yıl sonra ellerdeki cep telefonları olmaksızın hiçbir şey bilmeyen insana bakıldığında Thamos’un müthiş bir öngörüye sahip olduğunu söylemek gerekir. Pusulasız yönünü bulamayan insan tüm bedensel yeteneklerini teknolojiye yükledi…
SONLU VARLIK OLDUĞUNU BİLMEK
İnsan türü için en belirleyici görünen şeylerden birinin sonlu varlık olduğunu bilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu bilgiyle yaşamak insanın bitmeyecek krizlerinin sebebi olarak bile görülebilir. Bazen bunca hırçınlığının altında yatanın da bu olabileceğini düşünüyorum. Egosantrik bir tür için bu bilgiyle yaşamak, ölüme doğru bir yaşam sürmek onun edimlerini de etkiliyor elbette. Siz de kitapta ölüm bilgisine atıfla, “homo sapiens bu bilmenin bedelini ödüyordu” diyorsunuz. Bu bilgi insanın doğayla ve onun türleriyle ilişkisini nasıl etkiledi, özellikle hayvanla, çünkü insan oluş süreci bir şekilde kendi varlığında bulunan hayvanı inkâra da dönüşüyor.
Tür olarak insanın yolculuğunun hayvandan insana doğru olduğunu hemen her yerde dile getirdim. En azından kendini insan kılmaya çalışanın çabası bu yönde. Bu akışkan çabanın nedeni dil temelli bilme davranışından kaynaklanır. İçinde yaşarken bihaber olduğu ancak yasak olan bilinmezleri bilme ağacının meyvesinden yedikten ve kovulduktan sonra fark ettiği ölümsüz cennetin özlemiyle insan bu dünyadaki yaşamından vazgeçti. Bu insanın en önemli stres kaynağı. Mitlerden ve simgesel kimi arkeolojik izlerden anlaşıldığı kadarıyla hayvan olmak istemeyen insana, insan olmak da yetmemiş olmalı ki tanrı olmaya yeltenmişti. Çünkü onu bekleyen bir sonun varlığını görmek ve bunu sürekli içinde hissetmek, insanı kendi olmaktan çıkmaya zorladı. Kitapta uzun uzun anlattığım bilen için dayanılması güç olan bu bilgi zihninde ölümlü olmanın göstergesi olarak kodladığı hayvan özünü reddetmesinin sebebiydi. Bunu özellikle dilde kolaylıkla fark etmek mümkün. Bir başkasında hayvan olarak nitelendirilen eylemler bunun açık kanıtları. Öte yandan hayvan oluşa bu itiraz sadece dilde kalmaz, gündelik yaşamın içinde eyleme de dönüşür. Bedenin kokusundan nefret eden onu hayvan özünün bir göstergesi olarak reddeden bir canlıdan söz ediyoruz. Benzer biçimde bedenindeki tüylerden rahatsız olan tek hayvan insandır. Aslında mitler anlatmasının, dil üzerinde iki dünyalı yeni bir evren kurmasının ve bu evrende kendine hayvandan çok uzak tanrısal bir köken sağlayacak evren kurgulamasının sebebi de buraya dayanır. Kendisini mahlûkların en şereflisi olarak tanımlaması yeterli bir göstergedir.
'OYSAKİ EN DİLLİ ARKEOLOJİK BULUNTU MİTLERDİR'
İnsanın asıl dünyası doğa iken ondan kopuyor ve dil ile yarattığı simgesel düzende kendi varlığının anlamını bulma çabasına girişiyor, bu da insanı fail olmak istediği bir dünyanın ve asıl varlığından kopmuş başka bir insanın inşasına götürüyor. Ama bir şeyi inşa edebilmek için başka bir şeyin varlığına ihtiyaç var ve bu da insanı yaratmak istediği dünyanın öznesi olmaktan çıkarıyor değil mi? Çünkü başka türlerle, şeylerle ilişkilenmeye girmeden yeni bir şey ortaya çıkmıyor, siz de metinde, “diğerleri olmaksızın kendini var edemeyen bir canlı formu olarak insan oluş ilişkisellikle mümkündü” diyorsunuz. Hem kendini hem de dünyayı yeniden biçimlemeye girişmek ama becerememek ve bunun sıkıntısıyla yaşamak, insan türünün kendi kendine ettiği diyebiliriz belki buna.
Beceremediğini söylemek ne kadar doğru olur emin değilim aslında pekâlâ becerdiğini düşünüyorum. Neticede kendisinin hayvan olmadığı yönünde yaptığı göksel referanslı kurgular ve buna inanan milyarlarca birey bize bunu gösteriyor. Dünya nüfusunun büyük bir bölümü, evrim odaklı tüm bilimsel çalışmalara ve bu yönde verilen eğitimlere rağmen hayvan özü taşıdıklarını kabul etmiyor. Bu mitik kültürün etkisini gösteren çok büyük bir “başarı” değil midir? Elbette bu sonucu olumlu bir şey olarak değerlendirmeyebiliriz ama bu bir şeyi değiştirmez. İnsanların zihinlerindeki kodlar hâlâ büyük oranda mitik anlatılara atıfta bulunur. Tabii bu becerinin insanı getirdiği noktanın hiç de iç açıcı olmadığını görüyoruz. Bu mitik ikili dünya algısının ve uygarlık olarak tanımladığımız, hazmedilmesi güç bir hızda değişen olayların insanı ve onunla ilişkili tüm yaşam formlarını felakete sürüklemiş olması elbette sıkı bir eleştiriyi hak ediyor. İnsan ölümlü olan hayvan özünden kaçarken hiç hesaba katmadığı biçimde büyük bir çevre yıkımına neden olarak dünya tarihinin en büyük yok oluşlarından birinin önünü açtı. Üstelik bedeninin arzuladığı ama aklıyla kaçmaya çalıştığı ölüme de bir çare bulamadı. Sorunun bir diğer ayağı olan öznelik, insanın dille ilişkisinin başlangıcından bu yana kurguladığı bir mevkiidir. Elbette diğerleri olmadan bunu yapması imkânsızdı çünkü karşılaştırma, dilde kurguladığı kimliğin ve özneliğin olanağını veriyordu. Hepsinin ardında bir mitos olduğunu bilmekle birlikte, mağaraların karanlık duvarlarına nakşettiği hayvan suretleri, insani kimliğin inşasındaki ötekini temsil ediyordu. Bu betimlemeler bir anlamda psikanalizin tanımladığı ayna evresi gibi insanın kendini fark etme anını betimlerler. Kendi elleriyle çizdiği duvardaki hayvana bakan insanın onda kendini görmesi yeterince ironiktir.
Mitler, insan oluşu anlamak için epey işlevsel metinler. Çünkü bizi, sadece sayıların, verilerin dünyasına odaklanmaktan kurtarıyor. Ayrıca insanın varoluş sıkıntısını, dönemler içinde değişen düşünme biçimini görmemizi sağlıyor, kısaca insanı bir nesne gibi algılamanın önüne geçiyor. Siz de bundan bahsediyorsunuz uzunca, mitleri arkeolojik ürün olarak kabul etmek gerektiğini söylüyorsunuz ben de buna katılıyorum. Peki, bu bize ne sağlar? Arkeolojiye bakışı nasıl etkiler? Çünkü bilim deyince aklımızda hep sayılı, verili, düzenli, biçimli bir şey geliyor.
Arkeolojik arzunun da dönemin düşünsel yaklaşımlarının izin verdiği ihtiyaçlara göre değiştiğinden başlamalıyım yanıta, bu yüzden arkeolojik metodoloji çok çeşitlidir. İşlevsel, yapısal, evrimsel, Marksist, post yapısal, feminist ve niceleri... hangi açıdan yaklaşıldığıyla ilişkili olarak varılan sonuç, düşünce ve yorum da değişkenlik gösterir. Türkiye’de henüz arkeolojik teori düzleminde bir tartışma yürütülmezken dünyada bu yönde bir külliyat oluştu. Bu yaklaşımların temel argümanlarından biri, klasik anlamdaki arkeolojik metodolojinin insani izleri anlaşılır kılmaya yeterli olmayacağıdır. Bu nedenle de disiplinlerarası ve mümkün olan en çoklu yaklaşımı, metodolojiyi tercih etmeliyiz çünkü arkeolojik materyal üretildiği ve kullanıldığı dönemin anlam dünyasını günümüze taşır. Arkeolojik materyalin bir dile sahip olduğunu ve uygun tercümelerle ciddi veriler sunabileceğini baştan kabul etmek gerekir. Mitoloji de birkaç yıl öncesine kadar arkeolojik çalışmaların içinde konumlandırılmadı, dinler tarihinin bir parçası gibi görüldü. Bu yüzden bir kürsüsü de olmadı. Oysaki en dilli arkeolojik buluntu mitlerdir, binlerce yıl öncesinin verilerini günümüze taşırlar, üstelik temel içerikleri insanın ne olduğudur. Çalışma nesnesi insan olan tüm sosyal bilimlerin merkezinde olması gerekli arkeolojik veri olan mitoslar, arkeoloji dünyasında uzun süre ihmal edildiler. Neyse ki şimdilerde bu yönde çok güzel çalışmalar görülmeye başlandı. Mitosların konu edilmeye başlanması özellikle nesneye odaklanmış arkeolojiyi insana ve onun evrenindeki yaşama biraz daha yaklaştırır, Arkeolojinin nesne fetişizminden kurtulmasına katkıda bulunur. Özellikle ülkemizde kazı ve restorasyon merkezli algılanan Klasik Arkeoloji’ye bir bakış zenginliği kazandırmanın, felsefi bir zemin oluşturmanın yolu da budur. Ancak mitolojinin en büyük katkısı, içinde yaşanılan evrenin bir insan kurgusu olduğunu görmeyi sağlamasıdır ve bu evren içindeki her şeyin yerini ve anlamını, kurgulayanın dilinden aldığını gözler önüne sermesidir. O zaman belki yaşanılan hayatın temel unsurlarının bireyler tarafından belirlenmediğini, binlerce yıllık bir mitik evrenin onlara biçtiği rolü oynadıklarını fark etmek mümkün olacaktır. Kadına şiddet, kimlik, türcülük, sömürü, feodalite vb gibi günümüz sorunlarının bu mitolojik kurgulardan kaynaklandığını ve beslendiğini, bu sorunların çözümü için yaşamı tesis eden kurucu mitik metinler içinde bir arkeolojik çalışma yapılması gerektiğini anlamak da mümkün hale gelecektir. Eleştirel bir söylem analiziyle insanın bu dünyanın biriciği olmadığı, ancak ötekilerle birlikte insan olduğu görüleceği için sosyal bilimlerin tek başına insanı mesele edinmesinin de önüne geçilebilecektir.
'NEOLİTİK DÖNEMİ DEVRİM OLARAK GÖREN DİL VE DÜŞÜNCEYLE HEP BİR DERDİM OLDU'
Neolitik Dönem yerleşik anlatılarda tıpkı alet yapma ediminde olduğu gibi bir devrim olarak sunulur, ben buna pek katılmıyorum çünkü bu durum bir şekilde tarih yazım hattını çizgisel bir anlayışla ele almak için işlevselleştiriliyor. İnsan türü devamlı olarak iyiye doğru ilerliyor, doğa üzerindeki tahakkümü arttıkça dünyanın faili oluyor gibi sabit bir anlatıya izin veriyor. Siz de Neolitik Dönem insanının (özellikle Çatalhöyük ve Aşıklıhöyük bulgularına dayanarak) mutsuz olduğunu söylüyorsunuz, bu mutsuzluğun nedenlerinden biraz bahsedebilir miyiz?
Neolitik Dönemi devrim olarak gören dil ve düşünceyle hep bir derdim oldu. Gordon Childe’dan bu yana, “devrim” olarak kodlanan Neolitik Dönem’in, son zamanlarda zorunluluk arz eden disiplinlerarası yaklaşımlar sayesinde, sonuçları hiç de olumlu olmayan değişimlerin dönemi olduğu, tartışılmaya başlandı. Yaklaşık 10 bin yıl önce başlayan tarımsal yerleşik yaşam, bugün içinde bulunduğumuz pandemi felaketinin dahi uzak nedenleri arasındadır. Peki, ne oldu bu dönemde, neler değişti? En azından Bereketli Hilal olarak isimlendirilen coğrafyada yaşayan insanlar hayvanları evcilleştirdiler, tapınaklar ve köyler kurarak yerleşik hayata geçtiler ve toprağı işlemeye başladılar; ormanları kesip tarlalar açmaya başladılar. Kısacası genetik miras olarak taşıdıkları milyonlarca yıllık birikimi, deneyimi ve yaşam biçimini terk ederek daha hiç tecrübe sahibi olmadıkları uygarlık adını verdiğimiz yeni bir yaşama geçtiler. Nedenleri hakkında uzlaşmak bir hayli zor ancak bu radikal değişimin insanlar üzerinde ciddi bir stres oluşturduğunu ortaya koyan arkeolojik veriler var. Besin kaynaklarının, yaşam biçiminin ve gündelik yaşamın değişmesi insanı olumsuz etkilemiş olmalıydı. Yapılan arkeolojik çalışmalarda pek çok Neolitik yerleşimde insan bedeni üzerinde, avcı-toplayıcı atalarında rastlanmayan olumsuzluklar tespit edilmişti. Kısalan boylar, eklem rahatsızlıkları, büyüme stresi izleri taşıyan kemikler, çene ve diş yapısındaki problemler; evcilleştirilen hayvanlar nedeniyle yakınlaşılan bazı virüslerin neden olduğu bulaşıcı hastalıklar, bize uzun süre “devrim” gibi gösterilen bir dönemin insanlarının çok da sağlıklı yaşamadıklarını gösterir. Kızamık, çiçek, veba, sıtma, grip gibi daha önce insanda görülmeyen yüzlerce hastalık ortaya çıkmıştı. Kaldı ki, ikili cinsiyet rollerinin insan bedenine dikte edildiği, kadın kimliği atananların etrafının duvarlarla çevrildiği, mahremiyet, ahlak, hukuk, mülkiyet, sınıflı toplum yapısı gibi nedenlerle hayatların baskılandığı, tarım yüzünden çalışmanın ve bedensel emek sömürüsünün insan yaşamına dâhil olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Tarımsal uygarlık akışkan insan bedenini sabitleme çabasına girişmişti, bugün dahi yaşanan birçok sorunun temelinde binlerce yıllık akışkan yaşamı, bedeni, eylemleri ve arzuları dondurulmaya çalışılmış bir hayvan yatmaktadır. Aslında insan, bir yandan kendisini aydınlığa götürecek ilerlemeci bir uygarlığın içinde olduğunu düşündüğü halde geçmişe imrenerek bakan bir canlıdır. Antikçağda dahi birçok yazarın, insan yaşamı ve soyunun bir dejenerasyon içinde olduğunu vurgulayarak eskiye özlemlerini dile getirdiğini görmek mümkündür. Çünkü insan kovulduğu cennetin (hayvan oluşun) özlemini içinde taşıyandır.