Herkesin herkesten özür dilediği bir çağdayız. Özür mekanizması –gerçi ne işe yarıyor bilmiyorum ama- genelde kuzeyden güneye batıdan doğuya, merkezden taşraya doğru işliyor. Kanada Kızılderililerden, Avustralya Aborjinlerden vb. özür dilemekte. Bence Fas Krallığı'nın da İspanyol işçilerine ve kadınlarına böyle bir özür borcu var.
Geçen yazımda İtalyan partizanlarına haksızlık mı ettim diye kendi kendime sormaktayım. Ne demiştik, sinema ve müzikteki (Bella Ciao’yu bilmeyen kalmadı, futbolcu ve İslamcı yorumları bile var) ülkeyi işgalden kurtaran partizan algısına rağmen gerçekte Arnavut, Yugoslav ve Sovyet partizanlarının direniş gücüyle karşılaştırıldığında İtalyan partizan hareketinin sanıldığı ölçüde etkili olmadığını yazmıştım. Yanılıyor olabileceğimden partizanların savaştaki genel rollerinin ne olduğunu ben de iyiden iyiye merak ettim ve David Broder’ın konuyla ilgili bir kitabını(1) okumaya başladım. Kitap faşistlere hiçbir direniş göstermeden teslim olan İtalya Komünist Partisi’nden (Partito Comunista d'Italia/PCd'I) umudu kesmiş partizanların 1943’teki Alman işgalinden sonra Roma’da bağımsız bir organizasyon kurarak direnişe geçmeleriyle ilgili. Henüz okuduğum kısımlarda düşüncemi değiştirecek bir bilgiye rastlamadım. Roma’daki direniş cılız ve Almanlar için sivrisinek ısırığı gibi rahatsız edici ama yıkıcı değil. Neyse okudukça belki hatalı olduğum ortaya çıkar.
Geçen haftada da söylediğim gibi neden İtalyan proletaryası devrim yapamadı diye hayıflananlara -solcu- tarihçiler, PCd’I’nin uzlaşmacı siyasetinden Stalin’in müttefiklerle anlaşmasına kadar bir dizi sebep öne sürüyorlar. Anladığım kadarıyla proletarya halen yaşadığı ülkeden, iklimden, genel kültürel kodlardan tamamıyla bağımsız bir kütle olarak görülmekte. İtalyan proletaryasından keskin bir anti-faşist direniş ve silahlı bir devrim beklemenin tarihsel gerekçeleri ne bilmiyorum. Zaten müttefik donanması limanlara doluşmuş, müttefik hava kuvvetleri tüm İtalya’yı kolaçan ederken ve 500 bin müttefik askeri yarımadanın dört bir yanındayken, Stalin ya da PCd’I ‘ayaklanın’ emri verseydi ne olacaktı?
İster kolonist/faşist şiddet isterse proleter devrimci şiddet meraklısı İtalya’ya değil İspanya’ya baksın derim. Aranılan cesur ve savaşçı proletarya orada vardı. Neden? Çünkü İspanyol ve İtalyan iki farklı insan demek, bu proleterler için de geçerli. İspanyolca konuşan biri ‘bakkala gidiyorum’ derken bile sanki savaşa çağrı yapıyor. Oysa aynı cümleyi İtalyan tonlayınca aşk şiiri okuyor sanıyorsunuz. Perry Anderson Batıda Sol Düşünce adlı tanınmış kitabında ‘İspanyol işçi sınıfı bu kadar yiğit ve savaşçı olduğu halde-ki muhtemelen tüm Avrupa’nın en devrimci işçileri İspanya’daydı- neden İspanya’dan bir Gramsci çıkmadı’ diye soruyordu. Bu tür sorular Anderson’u sınıf mücadelelerini neredeyse ortaçağı hiç kaale almadan 19. yüzyıl sanayileşmesi sonrasıyla açıklamaya çalışan yüzeysel Marksist tarihçilerden ayrılmasına ve bu işin kökenlerini anlamamıza yol açacak şekilde Avrupa tarihinin derinliklerine inmesine sebep oldu.
İki ülke arasında tarihi farklara değinmek yazıyı uzatır. Ama kısaca İspanya’nın 700 sene boyunca Araplarla boğuşurken İtalyanların -Sicilya haricinde- bu savaşlardan uzak kalmalarıyla başlayabiliriz. Ardından İspanyol kendini Yeni Dünya’da Azteklerle, Eski Dünya’da Hollandalılarla, Protestanlarla savaşırken buldu ve Katolik dünyanın kılıcı olmaya alıştı. İtalyan mezhep savaşlarını da kansız belasız atlatıp bu yüzyıllar boyunca Rönesansla uğraştı, ara sıra Alman İmparatorluğu ile yaşanan çatışmaları saymazsak genelde yurtseverlikle bile ilgilenmedi. Yabancı işgallere karşı kayıtsızdı. Daha 1860’lara kadar büyük bölümü yabancılarca yönetilen bir ülkeydi. Birçok kent devlerinin yönetici ailesi Fransız ya da İspanyol'du. Zaten Milano ve Napoli’den Sardinya ve Sicilya’ya dek ülkenin üçte biri İspanyol idaresi altındaydı. Korsikalılar neredeyse gönüllü olarak Fransa’ya katıldılar. Kuzeyli kentler Avusturya İmparatorluğu'nun koruması altına girmek için çaba sarf ediyorlardı. Merkezde ise İtalyan birliğinin baş düşmanı olan Roma/Papalık Devleti vardı. Bu açıdan günümüzde İtalya adlı bir devletin olması bile bir mucize olarak görülebilir.
İtalyanların coşkuyla ve ya en azından tepkisizlikle karşıladıkları Napoléon, İspanya’da bir köylü gerilla direnişiyle uğraşmak zorunda kaldı. Aslında İç Savaş sırasında İspanyol gericiliğinin kaleleri geçmişte Napoléon ve devrimci Fransa’ya direnen bölgelerdi. Fransız Devrimi'nin ‘kötü’ hatırası bu bölgeleri gerici hareketlerin üssü haline getirmişti. Bir de elbette Bask halkına duydukları öfke ve onlarla sınırdaş olmanın tedirginliği. Sol tarih yazımı genelde İspanya İç Savaş’ında cumhuriyetçilerin hikayesine odaklanır. Oysa bana göre asıl incelenmesi gereken milliyetçilerin (daha doğrusu Falanjistlerin) hikayesi olmalı. Zira nasıl olup da halkın yarısının Falanjistlerin bayrağı altında toplandığını çözmek çok daha mühim. Cumhuriyetçilerin karşısına dikilen toprak ağalarının, subayların ve rahiplerin karşı-devrimci rolünü kavraması kolay. Önemli olan bunların İspanya’daki köylülüğün önemli bir kısmını da hangi yollarla bayrakları altında toplamayı başardıklarını çözümlemek.
Hikaye başka bir Akdeniz ülkesindeki -elbette çağın değişmesiyle çok daha yumuşamış ölçütlerle- yaşanan bir kamplaşmaya çok benziyor. Eskiden dünya gücü olan bir imparatorluk artık sıfırı tüketmiştir. Ama subay, bürokrat, ruhban, eşraf ve lümpen tayfası bu çöküşü bir türlü kabul edememektedir. Bu insanlar yüzyıllar önceki şanlı geçmişe özlem duymakta ve Kraliçe İsabella’nın simgelerini kullanan silahlı çeteler kurarak ülkenin çökmesine neden olduğunu düşündükleri Cumhuriyet'i yıkmak istemekte ve bunun için fırsat kollamaktadırlar. Kilise köy ve ev kadınlarını Cumhuriyet'in aile değerlerini yok edeceğine çocukları ateo (kafir) yapılacağına inandırmıştır. Bu söylemler karasal İspanya’da karşılık bulmuştu. Ülke Falanjistlere göre parçalanma emareleri göstermekteydi ve kuzey batısında (Bask) kuzey doğusunda (Katalonya) ayrılıkçı kıpırtılar olmaktaydı. İç savaş esnasında milliyetçilerin bayrakları altında kitleler halinde toplanan köylüler de bu ayrılıkçı topluluklara kin güden ve hemen onların yanı başında yaşamakta olan kırsal eyaletlerden gelmişti. Cumhuriyet ise deniz kıyısına sıkışmış durumdaydı.
İspanyol işçi sınıfı bu kadar yiğitse iç savaşta neden yenildi diye sorabiliriz. Bu uzun bir mesele ve çok sayıda nedeni var. Ama ben bu yazıda nedenlerden birini Faslı Mağribilerin (los moros) işçilerin yenilgisindeki payına değineceğim. Zira yenilginin tek sebebi onlar olmamakla birlikte bu yenilgideki payları sanılandan çok çok daha büyük.
İspanyol İmparatorluğu çökerken Fas’ın bir bölümü halen imparatorluğun parçasıydı. Faslılar 1920’ler boyunca İspanyol ve Fransızlara karşı bağımsızlık savaşı verdiler ama yenilgiye uğradılar. Ama tıpkı Somali İtalya’sında olduğu gibi, Fas İspanyol'unda da herkes İspanya karşıtı değildi. İspanyollar kabileler arasındaki rekabetten yararlanıp çok sayıda kabilenin desteğini sağlamışlardı. Fas’taki İspanyol ordusu 1936’da Cumhuriyet'i yıkmak için darbe yaptığında başlangıçta askeri gücü hemen hemen yalnızca regulares denilen ve sayıları 15.000’i bulan Faslı askerlere dayanmaktaydı. Fas Sultanı da Falanjistlere yardım için 12.000 askerlik ek bir kuvvet göndermişti. Ayrıca İfni’den de 1500 gönüllü toplanmıştı. Bu birlikler Cumhuriyet'in güneyden kuşatılmasında kilit rol oynadılar.
Faslıların, Fas’ın bağımsızlığını savunan sol partilerin de içinde yer aldığı cumhuriyetçi koalisyona değil de sömürgeciliğin karanlık yüzü olan Falanjist darbecilere destek olması da her halde başlı başına incelenmesi gereken bir durum. Gerçi zihinsel olarak Faslı savaşçılarla Falanjistler arasında bir uçurum yoktu (zaten onlar Falanjistler tarafından ‘Fahri Hıristiyan’ ilan edilmişti). Faslılara cumhuriyetçilerin Allahsız oldukları söylenmişti.(2) Kendilerine para da ödeniyordu. Böylece seneler boyunca İspanyol ordusuna kök söktürmüş Rif kabilelerinden binlerce kişi askere yazıldı. Ama İspanyol işçilerine karşı savaşlardaki şevkleri bu işi sadece para için yapmadıklarını göstermekte. Madrid savunması sırasında en önde savaşanlar onlardı. Kara çarpışmalarında cumhuriyetçilere en çok zararı onlar verdiler. Açık alanda, dağlarda savaşmaya alışık olduklarından İspanyol işçilerinin köylerle irtibat kurmasını onlar engellediler. Sanki on yıllardır yaşadıkları zulmün acısını İspanyollardan işçi/köylü, masum/suçlu ayrımı yapmadan çıkarır gibiydiler. Onlar için öldürdükleri insanların sömürgecilikle ilişkili olup olmamaları mühim değildi. Silahlarını işçilere yöneltmekte ahlaki bir kaygı duymuyorlardı. Sanki ‘fırsat bu fırsat ne kadar İspanyol öldürürsek’ kârdır mantığına sahiptiler. Yarattıkları korku Falanjistlerin yaydığı korkudan daha büyüktü ve bu da Falanjistlerin oldukça işine yaramıştı. Gerçek İspanyol milliyetçisi olduklarını iddia eden Falanjistler de tam bir politik kıvraklıkla ülkelerini Mağribilerin eliyle kurtarmaya çalışmakta beis görmemişlerdi.
20 sene kadar önce Vicente Aranda’nın Libertarias (1996) adlı filmini izlemiştim. İspanya İç Savaşı'nı konu alan filmde seyirciyi en çok zorlayan kısım Mağribilerin cumhuriyetçi kadın esirlere yaptıkları vahşet ve tecavüzlerdi. O zaman konu hakkında pek bir şey bilmediğimden bu sahneleri ‘göçmen karşıtı yeni gündemlerin’ bir parçası olarak eklenip eklenmediğini kavrayamamıştım. Ama iç savaş hakkındaki dokümanları okudukça Mağribilerin savaş stilleri (gece baskınında bıçak kullanarak boyun/kafa kesme) ve esirlere karşıt tutumları (kadınlara toplu tecavüz) hakkında belgelerin çokluğu yönetmenin durumu hiç abartmadığını anlamamı sağladı. Bu olaylar fevri ve ani gelişmiyor sistemli ve planlı şekilde işliyordu. Daha darbenin ilk günlerinde ana karaya çıkar çıkmaz San Roque’de anarşist bir kadının bir Mağribi mangasındaki bütün askerlerin tecavüzüne uğramasıyla başlamıştı. Cebelitarık’ta öldürülmeden önce solcu kadınlar idam mangalarının toplu tecavüzüne uğramışlardı. Amerikalı gazeteci John Whitaker, Binbaşı Muhammed bin Mizzian adlı birinin emrindeki askerlerin düzenli ve sistemli olarak her esir alınan kadına tecavüz ettiklerini rapor etmişti. Bu kişi sonradan Korgeneral rütbesine yükseltilmişti. Sevilla’nın düştüğü gün tüm işçi mahalleleri Mağribi tugaylarca yağmalandı ve bütün kadınlara tecavüz edildi. İspanyol komutanlar onlara Madrid’i alabilirlerse Madridli kadınları ganimet olarak alabileceklerini söylemişlerdi.(3) Listeler böyle uzayıp gitmekte.
Konu basit bir ‘emir eri masumiyeti’ ile kapatılamayacak derecede derin ve karmaşık. Durum Faslılar kime kızdı kimi yaktı deyimiyle açıklanabilir mi bilemiyorum. Sonuçta seçme şansları vardı. Bu katliam ve vahşetin öznesi olmayabilirlerdi. Cezayir’de Vichy hükümetine bağlı İbazi askerler ‘elleri bağlı silahsız insanlara ateş etmeyeceklerini’ söyleyerek Roger Garaudy ve diğer anti faşist esirleri öldürmeyi reddetmişlerdi. Hatta Garaudy Araplara ve Müslümanlara sempatisinin bu olayla başladığını söylemişti.(4)
Cumhuriyet İspanyası her dinden ve ırktan emekçinin kardeşliğine açıktı. Halk Cephesi saflarında savaşan çok sayıda Arap da vardı. Cezayirli komutan Rabah Oussidhoum, cumhuriyetçi saflardaki en tanınmış Arap gönüllülerden biriydi. Uluslararası Tugayların ilk birliğiyle İspanya'ya gelmişti ve 1938’de Aragon’da çarpışırken öldürüldü. Bu insanlar Faslılara kimin gerçek dost kimin düşman olduğunu anlatmaya çalıştılar ama başarılı olmadılar. Filistin’den gelen Nayati Sıdkî çatışma sırasında Faslı askerlere şöyle seslenmişti: “Dinleyin kardeşlerim! Ben de sizler gibi Arabım. Ben uzak bir Arap ülkesinden geldim ve size kendi ülkenizde size kötü davranan generallerinizin saflarından ayrılmanızı tavsiye ediyorum. Sizi iyi karşılayacağız, herkese ücretini ödeyeceğiz ve kim savaşmak istemezse onu halkına, toprağına ve işine geri götüreceğiz. Yaşasın Halk Cephesi! Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Başkan Azaña! Yaşasın Fas!”(5)
Marx’ın bir kere ‘başka bir halkı esir eden bir ulus kendisi de özgür olamaz’ dediğini okumuştum. Sanırım İrlanda meselesi hakkındaki bir yazısıydı (Sağ olsunlar köşeyi takip edenler benim böyle hatırlamadığım kaynakları hemen bulup gönderiyorlar). Bu söz sanki İspanya için söylenmiş gibi... Olaylara bu günden bakınca insan keşke cumhuriyetçi hükümet hiç oyalanmadan İspanyol Fas’ındaki tüm koloni kurumlarını lağvetseymiş diye düşünüyor. Fas’ın bağımsızlığı ve oradaki askerlerin çekilmesi gündemdeydi ama İspanyol sağının aleyhteki propagandası yüzünden sol koalisyon bu konuda hızlı hareket edememişti. Halbuki 1934 Austiras madenci isyanında da işçiler Faslılara kırdırılmıştı. Bundan ders alınması gerekmekteydi. Mesela Portekiz Devrimi'nde (1974) ilk iş olarak sömürgelerin bağımsızlığı tanınması devrimin geleceğini kurtardı.
Herkesin herkesten özür dilediği bir çağdayız. Özür mekanizması -gerçi ne işe yarıyor bilmiyorum ama- genelde kuzeyden güneye batıdan doğuya, merkezden taşraya doğru işliyor. Kanada Kızılderililerden, Avustralya Aborjinlerden vb. özür dilemekte. Bence Fas Krallığı'nın da İspanyol işçilerine ve kadınlarına böyle bir özür borcu var.
(1) David Broder, The Rebirth of Italian Communism, 1943–44 Dissidents in German-Occupied Rome, Plagrave-Mac Millan, 2021. (2) Antony Bevoor, İspanya İç Savaşı 1936-1939, çev. Onur İşçi, Alfa 2022, s.112-113, 160. Bundan sonraki bilgilerin kaynağı bu kitaptır. (3) Bevoor, a.g.e.s. 160. (4) İbaziyye, Sünni-Şii ayrımında üçüncü yolu seçen Haricilerin bir koludur. Umman ve Kuzey Afrika’da günümüzde 3 milyon kadar İbazi yaşamaktadır ve genellikle bu mezhep Araplardan ziyade Berberiler arasında yaygın. Enterasan olarak Garaudy’nin yaşamını kurtararak onu İslam’a ısındıran İbaziler, İslam dünyasının her yanında baskı gördükleri için dışlanan ve İslam dünyasının periferilerine sığınmak zorunda kalan insanlardı. Garaudy sonraki yıllarında yaşamını Müslümanlara borçlu olduğunu söylerken bu ayrıntıya girmemiştir. (5)https://madridislamico.org/nayati-sidqi/