İsraf ve oyuna gelme söylemlerinin dış politika uzantısı

CHP’nin “israf” dediğinin ipliğini pazara çıkarmak Sedat Peker’e, “oyuna gelmek” dediğini teşhir etmek ise Boğaziçi’nin direnen öğrenci ve öğretim üyelerine düştü. Durumdan ödev çıkaralım: Dış politikada ve onun iç uzantısı Kürt sorununun çözümünde ölü taklidi yapmanın da, ne diyelim, en azından yetersiz kaldığını belirtmek de bizim gibilere kalmış olsun.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Batı’nın Türkiye’ye yaklaşımında teknik ve politik hatların birbirilerinden ayrıştırdığını öne sürüyorum. Bu durumdan, dış politikanın giderek tümüyle iç politikanın uzantısına dönüşmesi bozukluğunun giderildiği sonucu çıkarılmasının bir yanılsama olduğunu iddia ediyorum. Aksine, Erdoğan’ın yalnızca tutum değişikliğine giderek, tutumunu temel çatışma alanlarında Batı’yla uyumlu hale uyarlayarak, rejimini ve iktidarını korumayı öncelediğini savlıyorum. Erdoğan’ı sözkonusu makas değişikliğine iten başat etmenin de kötü yönetim, yolsuzluk, yozlaşma ve küresel pandeminin baskısıyla neredeyse içe çökme boyutuna ulaşan ekonomik bozukluk olduğunu varsayıyorum.

AB ise yasadışı göç dışındaki tüm dosyaları boşlayarak ve “ahde vefa” ilkesi hilafına Türkiye’nin adaylık statüsünü yok sayarak dikenli Türkiye konusunu Biden ABD’sine devretti. Benzetmeye yeltenirsek, Biden de Erdoğan’ı sırtını mindere getirmeden köprüde tutmayı yeğliyor. Bunu S-400 yaptırımları, YPG’ye askeri destek, sonbahara ertelenen Halkbank davası ve kilit tanığı Sarraf ile şimdi Viyana’da gözaltına alınan SBK üzerinden yapıyor. Erdoğan için artık minderde kalmak öncelik. Ancak dönüp içeri yani bizlere aktardığı anlatı, elenselerle rakibi bunalttığı, kâh tek dalarak, kâh bel kündesiyle oyun aradığı. İslâmcı-milliyetçi propagandanın ses hacmi kulak zarlarını patlatacak düzeye çıkarılırsa, gözlerimizi yumup, akıllarımızı tatile göndereceğimiz umuluyor. Zira en geç 2023’te yapılacak seçimlerde ciddi kamuoyu yoklamalarına göre Erdoğan, karşısına çıkacak her potansiyel aday karşısında geride gözüküyor.  

Böylece, üçgen konumunda karşılıklı “…mış gibi” yapılıyor: Erdoğan, muhalefet ve Batı. Büyükelçi Kuneralp, “AB ile ilişkilerin normalleşmesi ancak Türkiye’nin başına havada kılıç ve bayrak sallamanın karın doyurmadığını halka anlatacak, hamasetten vazgeçecek, komşularla sorunları uzlaşmaya dayalı ve hukuka uygun bir şekilde çözmeye hazır olacak, içeride de Cumhuriyet tarihinde ilk defa demokratik, ferdi hürriyetlere ve adalete saygılı bir iktidarın başa geçmesi ile mümkün olacaktır. Mevcut yönetiminin bunları yapmayacağı belli. Ancak onun yerine iktidara talip olanlar buna hazır mı, o da şüpheli.” diyor. Bence kuşkusunda haklı. Dolayısıyla “…mış gibi” yapmak, ipe un sermek Batı’nın da işine geliyor.  

Öte yandan, dışarıdan bakışla eski (ama çok eski değil AKP öncesi) Türkiye’ye dönüş yok değil. Serin gölgesinde Erdoğan-Biden ikili görüşmesinin yapıldığı son NATO Liderler Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde Rusya 49 kez zikredilmiş. Bildirgenin altında da ikircikli müttefik Türkiye’nin de, affedersiniz “nal gibi” derler, imzası var. Baltık’tan, Karadeniz’e Rusya’yı çevreleme görevlerine iştiyakla koşan yine Türkiye. Taşınamaz yapısal çelişkilerin, sürdürülemez “hepsi bir arada, her şey aynı anda” dış politika yaklaşımının faturasını önümüze şimdilik Idlip’te koyan da Lavrov.

CHP’nin “israf” dediğinin ipliğini pazara çıkarmak Sedat Peker’e, “oyuna gelmek” dediğini teşhir etmek ise Boğaziçi’nin direnen öğrenci ve öğretim üyelerine düştü. Durumdan ödev çıkaralım: Dış politikada ve onun iç uzantısı Kürt sorununun çözümünde ölü taklidi yapmanın da, ne diyelim, en azından yetersiz kaldığını belirtmek de bizim gibilere kalmış olsun. Başta CHP, tüm muhalefet paydaşlarını Kürt boyutunu da içeren birer dış politika “beyaz kâğıdı” hazırlamaya ve ardından bunu uygun platformlar yoluyla tartışmaya açmaya yüreklendirelim.

Yerim kalmadı yahut yazı “balon yaptı”. Değerli Murat Sevinç hocamızın –tümüyle katıldığım-  “Nasıl olur, nasıl olur da koskoca iktidar halesinin münasip gördüğü bir isim rektör olarak kabul görmez, nasıl olur bu, nasıl olur, ne hakla, kimin haddi, nasıl! Oldu ama. Bu kez küçük bir aksilik yaşandı ve adının hakkını vermeye niyetlenen bir üniversite, neredeyse tüm bileşenleriyle, atamaya itiraz edip 'makama' sırtını döndü. 'Oyuna geldi', 'ilk seçimde gitmelerini beklemedi' ve protesto hakkını kullandı, kullanıyor. Yüceler yücesi, her itiraz ve şikâyetten, tüm sorumluluklardan âzade iktidarın 'kararına' karşı.” saptamasından yola çıkarak bir sonraki yazıda Şili’de kurucu meclis ve İsrail’de Netanyahu’yu deviren koalisyon deneyimleri üzerine ahkâm keselim, dersler çıkaralım. Muhalefetin üzerindeki köhne taşrasallık tozunu biraz olsun almaya belki beyhude çabalayalım.

Özetin özeti: Güçlenerek yükselen kamusal itirazın dış politikayı ve artık onun mütemmim (jeopolitik) cüzü de olan Kürt meselesini de kapsamasını sağlamak kendine demokratik yakıştırmasını uygun görüyorsa ana akım muhalefetin başlıca ödevlerinden olmalı. Oysa muhalefet, yine özetle, “bize akıl verme, oy ver yeter” der gibi. Yani “tatava yapma, basma geç!” Ne var ki, benim gibi dümbelekler de ekmeklerini tatava yapmaktan yiyor işte. Başlıca uğraşımız havanda su dövmek. Ayrıca siyaset seçimden seçime “basıp geçmek” değil de, yaşamın her anında sürekli “tatava yapmak” değil mi, öyle olmamalı mı? “Tencere tava; hepsi boş, hepsi hava…” mı yoksa?

Temel önerme “tatava yapma aslanım” olunca, muhalefetin kamusal itirazın başlıca aracısı, taşıyıcısı, sözcüsü olduğu iddiası havada kalıyor. Başka deyişle, temsil sakatlanıyor, meşruluk örseleniyor. Öyle ya Deniz Baykal’ın 1963 tarihli doktora tezi meğer “Siyasal Katılma” üzerineymiş. Son dönemde duyduğum en güzel tek satırlık şakalardan bu. Ötesine hacet yok: “Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet!” –Namık Kemal (1876). Tam noktayı koyup koşar adım telgrafhaneye seğirtecektim ki çok değer verdiğim bir büyüğüm aradı. Sohbet sırasında geçtiğimiz günlerde 11 CHP’li büyükşehir belediye başkanının yaptığı “siyasi tartışmalara girmek istemeyen” (!) açıklamayı anımsattı. Yerel yönetim nasıl sayın CHP’li başkanların sandıklarının aksine tam da demokratik siyasetin harman olduğu yerse, dış politikayı da siyasi tartışmaların tam göbeğine çekmek ulusal çıkarlarımızın bir gereği.  

*Saygıdeğer tarihçi Ali Yaycıoğlu hocamız tahmin ederim beni “karamsarlar” kategorisine alıyor. Yine de Gazete Oksijen’in tüm okurlara açtığı üç bölümlük CHP yazı dizisini -hasbelkader asıl muhatabı olan yerlere ulaşmasına belki katkı yapabilir umuduyla- buradan da paylaşmak istedim:

1- https://t.co/3zxs8d0mrr 

2- https://t.co/wFZqnGLcA1 

3- https://t.co/uorABHbhph 

Tüm yazılarını göster