'Issızlık Cumhuriyeti' ve bozulamayan adalet

Savaş suçuysa savaş suçu, soykırımsa soykırım! Şeyleri bir adla çağırmadığımız müddetçe, onları deneyimlesek ve sonuçlarına katlansak bile anlamlandırmakta güçlük çeker, başkalarına kolay kolay aktaramayız.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

Türkiye’nin adalet açığı katlanarak büyüyor. Söz konusu açık, giderilmemiş haksızlıkların adaletin bağrında açtığı boşluğunu işaret ediyor. Bir kara delik ışığı nasıl büküyorsa, adalet boşluğu da hukuki ve siyasal süreçleri o şekilde büküyor. YSK’nın İstanbul kararı, söz konusu bükülmenin çarpıttığı bir dizi uygulamanın en son halkasını oluşturuyor. İnsanların bu karara gösterdiği tepkiyi, artık tahammül sınırının aşıldığı şeklinde yorumlayanlar var. Oysa adalet meselesini, seçim adaletinin ötesinde, birikmiş haksızlıkların nasıl giderilebileceği perspektifinden ele almak gerekir. Çünkü giderilmemiş haksızlıkların oluşturduğu birikim tahammül sınırlarını aşalı çok oluyor. Şimdi yaşanan, KHK şiddetine maruz kalanların zaten gördüğü ve bildiği bir gerçeği, toplumun diğer kesimlerinin de görmeye başlamasıdır: Erdoğanizm, yapılamaz denilen şeylerin tam da yapılamaz dendiği için yapıldığı, hep bir fazlasının mümkün olduğu bir aşırılık eğiliminin genel adıdır. Unutmayalım ki Erdoğan’ın günümüzdeki siyasi kudreti, geçmişte başkalarının saygı gösterdiği sınırları aşmakta sergilediği cürete çok şey borçludur. Eğer başkanlık sistemi denilen şimdiki hukuk dışı düzen, bu cüretin hayrete düşürdüğü insanların gözleri önünde yaratılmış fiili durumların toplamı değilse, nedir?

O halde, burada hayret derken kastedilenin iktidarın aşırı kullanımının yarattığı etki olduğunu ilk baştan belirtmekte yarar var. Yoksa hayretin farklı türlerini birbirine karıştırma hatasına düşmemiz kaçınılmaz olur. Hayretin bilgeliğe giden yolun başlangıç noktası olduğu söylenir. Çünkü araştırma tutkusunu ateşleyen merakın besin kaynağı hayrettir. İnsanlar işlerin göründüğü gibi olmadığını fark ettiğinde, soru sormaya ve yanıt aramaya, yani bilfiil konuşmaya başlarlar. Oysa hayretin cüret tarafından yaratıldığı durumlarda aynı etkinin açığa çıktığını göremiyoruz. Burada yaşanan hayret, sormayı akıl edemediğimiz bir sorunun heyecanıyla veya önceden işitmediğimiz bir yanıtın uyandırdığı merakla bağlantılı değildir. Sorular sorulmaya değmeyecek kadar sıradan, yanıtlar merak etmeye değmeyecek kadar ortadadır. Yapmaya cüret ediyor, çünkü yapabilir, çünkü iktidar, çünkü hesap soracak kimse yok. Hayret, kimsenin yapmaması gereken bir yanlışı, iktidar sırf güç kendi elinde diye yapmaya cüret ettiğinde açığa çıkan afallamanın etkisidir. Böyle bir durumda soru sormak, sadece bize bilmediğimiz bir şey söylemeyeceğinden ötürü değil, tehlikeli olmasından ötürü de yararsız hale gelir. Sonuç insanın sinmesi ve köşesine çekilerek sessizliğe gömülmesidir.

Her siyasal rejimi, kaç insanın ne düzeyde ses çıkarabildiği üzerinden ölçmeye kalksaydık, herhalde Türkiye’nin adını “Issızlık Cumhuriyeti” olarak değiştirmek elverirdi. Tabii Madımak Oteli, Ankara Garı gibi mekanlarda hissettiğimiz türden bir ıssızlık söz konusu burada. Ancak kimsesiz, tenha ve tekinsiz topraklara yaraşacak bu sessizlik sayesinde, iktidar sokaklarda değneksiz dolaşan, failimuhtar bir güce dönüşebiliyor. Bu sessizliği bizim siyasi kültürümüzle açıklamaya çalışan çok sayıda insan var. Onlara göre her şey alışmaya bakar, insan alıştıkça unutur ve uysallığı, itaati esas alan siyasi kültür de böyle gelişir. Oysa sonucun neden gibi gösterildiği bu yanıltıcı yüzeyde durmamak ve daha derine inmek lazım. Hakikatte ne alışmak ne unutmak tek başına bu durumun faili olabilir. Ayrıca, insanın belleği hiç de öyle söylendiği gibi, “nisyan ile malul” değildir. İnsanların hiçbir şeyi unuttuğu falan yok. Sadece giderilmemiş haksızlıkların ağırlığı insanların üzerine bir taş gibi çöküyor. Yaşananların dehşeti, insan onun üzerinde düşünmediği, başkalarıyla konuşmadığı müddetçe tahammül edilebilir hale geliyor. Hepsi bu.

Fakat sorun da burada baş gösteriyor. Türkiye’yi bu kadar ıssız kılan “sessizlik suçu”, temeldeki bu tahammül ve sebat döngüsü sayesinde mümkün hale geliyor. Biz, sessiz kalmanın bir hak olarak tarif edildiği Amerikan dizileriyle yetişmiş bir kuşağız. Tabii, kişinin kendi haklarını korumasını güçleştirecek konularda sessiz kalmasının bir hak olduğuna kimse itiraz edemez. Lakin söz konusu olan şey bir başkasının haklarının çiğnenmesi olduğunda, insanların büyük bir kısmının sessizliği seçtiği bu durumlar hakkındaki görüşümüz büyük bir dönüşüme uğrar. Aslında sessizliğin sadece insanların büyük bir kısmının iştirakiyle işlenebilir bir suç olması dahi, sessizlik suçunu insanlığa karşı işlenen en gerçek suç haline getirir. Suskun kalmanın bir “mecburiyet” olarak savunulduğu dönemlerde, böylesi bir suçlamayı hiç kimse kolay kolay içine sindiremez. Ama kendini koruma çağında üzerimize bir taş gibi çöken meseleler, devir değişip de başkaldırmaya meylettiğinde işin rengi tümden değişir. Eylem alanlarında devlet sebepleriyle katledilmiş olanlar, cezaevleri önlerinden itilip kakılan annelerin çocukları ayaklanıp bizimle yürümeye başlar. Herkes, adaletsiz bir dünyanın dönmeye devam etmesinin ne kadar acı verici olduğunu derin bir sızıyla hissetmeye başlar.

Sessizlik suçunun, ulusal veya uluslararası hukuk düzeni içinde iş gören mahkemelerce yargılanabilmesi bu yüzden mümkün değildir. Böylesi bir suçun görüleceği bir duruşma yapmak, mevcut tüm adalet kavrayışlarından daha derin olan, hiç kimse tarafından bozulamayacak bir adalet anlayışına sahip olmayı gerektirir. Gerçek bir yaptırım gücüne sahip olan hiçbir mahkeme, kararlarını uygulamaya geçirecek zorlayıcı bir güce dayanmadan hüküm tesis edemez. Ne sanık ve mağdurların eşit silahlarla karşılaşması ne iddia ve kanıtların çapraz sorgulama yoluyla değerlendirilmesi bu gerçeği değiştirmez. Belli bir siyasi uzlaşmazlığı çözüme bağlayan alan her yargı, günü geldiğinde “güçlünün adaletini” uygulamış olma eleştirisine maruz kalır. Çünkü varlık sebebini oluşturan gücü tehlikeye atan bir karar alamaz; bu yüzden mahkemenin asıl işi adalet dağıtmak değil, hüküm tesis etmektir.

Oysa benim söz ettiğim türden bozulamayacak bir adalet, sadece insanlığın sonsuz duruşmasında görülebilecek bir davada söz konusu olabilir. Asla bozulamayacak olmasının nedeni de budur. Böylesi bir adalet anlayışı ilk başta göründüğü kadar gerçek dışı veya uygulanamaz değildir. Bu konuda özellikle 1966-67 yıllarında Vietnam’da işlenen savaş suçlarıyla ilgili olarak, her biri konuyu dürüst bir şekilde ele almayı taahhüt etmiş olan farklı ülkelerden aydınların bir araya gelmesiyle kurulan “Russell Mahkemesi”ne dikkat çekmek istiyorum. Aydınların oluşturduğu bu inisiyatif, Nürnberg yargılamalarının oluşturduğu yeni suç çerçevesini esas alsa da temel bir konuda önemli bir farklılık taşıyordu: Yargılama, hiçbir devlet gücüne dayanmıyordu. Bu yüzden kimse mahkemeyi “kazananların adaletini” uygulamakla suçlayamayacaktı. Öte yandan, bu mahkemede kanıtlar ve iddialar tartışılsa da teknik anlamıyla bir sanık veya yargıç pozisyonu yoktu. Mahkeme sürecine katılanların tamamı tanıktı ve duruşmalarda amaçlanan tek şey hakikatin belirlenmesinden ve “sessizlik suçuna karşı” korunacak şekilde ilan edilmesinden ibaretti.

Sesi kısılan insanların konuşmasını sağlamak, tanıklıkları kayıt altına almak, sessizlik suçuna katılanların artık adaletin zamanının geldiğini düşündükleri günlerde bu hakikatlere ihtiyaç duyacağının bilinciyle yapılıyordu. Suçla mücadele, cezai yaptırım belirleme biçiminde değil, hataların adının açıkça seslendirilmediği bir ortamda, insanlığın acı çekmesine yol açan bu hataların adını doğru bir şekilde belirlemek yoluyla yapılıyordu: Savaş suçuysa savaş suçu, soykırımsa soykırım! Şeyleri bir adla çağırmadığımız müddetçe, onları deneyimlesek ve sonuçlarına katlansak bile anlamlandırmakta güçlük çeker, başkalarına kolay kolay aktaramayız. Sessizlik suçunun, en gerçek insanlık suçunu oluşturmasının nedenini, insan zulmünün yıkıcı etkilerini anlaşılmaz ve iletilmez kılması, bu yoldan onun tekrarına ve kalıcılığına temel sağlaması oluşturur. Bu yüzden, tek gücü mutlak anlamda güçsüz olmaktan, tek değeri dayandığı evrensel değerlerden kaynaklanan bir tanıklığın insan zulmünü adlandırma çabasının önemini kimse yadsıyamaz.

Henüz var olmayan ama bir gün mutlaka gerçekleşecek olan, dünyada hiçbir gücün bozmayacağı bu adalet arayışının bir gelenek yaratması kaçınılmazdı. Gelenek derken, sadece farklı insanlık suçlarının tanıklıklar yoluyla belgelendiği bu türden Russell Duruşmaları’nın tekrar edilmesini kastetmiyorum. Aynı zamanda adalet boşluğunun ortaya çıktığı her durumda, ses çıkarmayı ve sessizlik suçunu önlemeyi amaçlayan girişimler için de bir hareket noktası oluşturmasını kastediyorum. Türkiye’de, adı mahkeme olmasa da bu geleneğin izinden giderek ıssızlığın ortasında sessizlik suçuna engel olmaya çalışan en az iki örnek olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan ilki, 12 Eylül’e karşı “Aydınlar Dilekçesi” adıyla biliniyor ve darbe sırasında salgın biçimini alan suskunluğu bozma yönünde önemli bir girişimi temsil ediyor. Diğer girişimiyse “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla yayımlanan imza metni oluşturuyor. Her ikisi de Türkiye’de şimdiki anda yaşanan adaletsizliği, gelmekte olan adaletin giderirken ihtiyaç duyacağı hakikatleri belgelemek ve korumak amacıyla kaleme alınmıştı. Tarih, henüz gerçekleşmemiş, ama gelmekte olan bir adalete duyduğumuz bozulmayan inancı, bu türden hakikatlere borçlu olduğumuzu yazmaktadır.

Tüm yazılarını göster