İstanbul Film Festivali Günlükleri 1: Deliliğin sınırlarında

42. İstanbul Film Festivali’nde ilk günler geride kalırken izleme fırsatı bulduğumuz filmlerin dikkat çeken bir kısmının ‘deliliğin sınırları’nda olduğunu söylemek mümkün. “Saint Ömer”, “Küçük Evren”, “Güvenli Bir Yer” ve “Mülk” bireysel, toplumsal ve mental deliliğin modern toplumlardaki görülme biçimlerinin izini sürüyor adeta.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

42. İstanbul Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. Bu yıl henüz basın gösterimleri dışında bir film izleme fırsatı bulamadığım için 'salonlardaki hava'ya dair bir şeyler söylemek zor. Ama filmlerin genel havasına dair birkaç cümle etmek iyi olabilir. Festival gösterimlerindeki sırayı bilmiyorum ama basın gösteriminde izlediğimiz filmler arasında gerçek ve mecazi anlamda 'delilik' teması dikkat çekiyor denilebilir.

SAİNT OMER

Bu filmlerden ilki, Alice Diop imzalı "Saint Omer". Geçen yıl Venedik’te jüri büyük ödülünü kazanan yapım gerçek olaylara ve mahkeme tutanaklarına dayanarak çarpıcı bir yargılama hikâyesi anlatıyor. Afrika kökenli Fransız kadın Rama, yıldızı parlamakta olan bir romancıdır. Bir aile toplantısında annesiyle sıkıntıları olduğunu anlarız. Bir yazı için dava izlemek üzere Saint Omer kasabasına gider. Genç siyah bir kadın olan Laurence, 15 aylık kızını öldürmekle suçlanmaktadır. Alice Diop, adalet oyununun oynanma biçimini, önyargıları ustalıkla yatırıyor masaya. Anlatım tarzının seyirci dostu olduğunu söylemek zor olsa da, yer yer etkileyici olmayı başardığını belirtelim. Bu yıl Fransa adına Oscar aday adayı olan yapım, genç, siyah bir kadının yaşamak zorunda bırakıldığı hayatı gözler önüne sererken suçun toplumsallığına güçlü bir atıf yapıyor. Laurence’in doğduğu andan itibaren önce ailesi, sonra toplum ve nihayetinde sevgilisi tarafından adım adım deliliğin eşiğine getirilişinin, sağlıklı düşünme yetilerini kaybedişinin kaydı olarak da düşünülebilir yapım. Laurence’in yaşadıkları kuşkusuz Rama’nın dünyasını değiştiriyor. Kadınların anneleri ve 'kızları' arasında yaşamak zorunda kaldıkları ve geleceğe aktarmaya mecbur oldukları 'an'lara dair güçlü bir anlatı "Saint Omer".

.

KÜÇÜK EVREN

Bu yıl Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne değer bulunan "Küçük Evren" (Sur l'Adamant) adlı belgeselin 'delilik' ile kurduğu ilişki ise dolaysız. Nicolas Philibert imzalı filme adını veren "L’Adamant", bir bakımevi. Paris’te Seine Nehri üzerinde çoğu ruhsal bozukluğu olan, tedavi görmüş ya da görmekte olan yetişkinleri ağırlayan bir merkez burası. Uzmanlardan oluşan bir ekibin özel bir yer haline getirdiği mekanın içine giren kamera uzunca bir süreyi buranın konuklarıyla geçiriyor. Philibert’in kamerası bu özel insanları sabırla takip ediyor, onların dünyasını anlamaya, diğerleriyle arasındaki bağı/ farkları ortaya koymaya çalışıyor. Bunu yaparken de mekanın kolektif ruhunu ihmal etmemeye özen gösteriyor. Ancak, her ne kadar çok çarpıcı bir mekan ve insanlara dair olsa da dar bir alana hapsolan kamera bir süre sonra tekrarlara düşüyor kanımca. Yüz dakika böylesi bir malzeme için fazlaca uzun geliyor izlerken. Belki birazı feda edilebilse, film değerinden fazla bir şey kaybetmezmiş gibi hissettiriyor bittiğinde. "Küçük Evren"in çok özel bir film olduğunu söylesek de, bunu sadece temasıyla ilgili olduğunu, açıkçası estetik olarak yeni bir şey ortaya koymadığını eklemek gerek. Berlin jürisinin bu kararına dair söylenebilecek tek olumlu şey, cesaretleri. O da az şey sayılmaz tabii.

.

GÜVENLİ BİR YER

Hırvat yönetmen Juraj Lerotic’in kendi hayatından yola çıkarak yazıp yönettiği ve başrolünde yer aldığı "Güvenli Bir Yer" (Sigurno Mjesto), sadece deliliğin eşiğinde/içinde olanlara değil de onun karşısında çaresizlikle kıvrananlara da bakıyor. Bruno, telefonda intihar girişiminde bulunduğunu öğrendiği abisi Damir’in kapısını kırıp içeri girdiğinde onu kanlar içinde buluyor. Ambulans geliyor ve Damir hastaneye kaldırılıyor. O sırada başka bir kentte yaşayan anne de geliyor. Bruno ve anne bir yandan polis soruşturması, diğer yandan Damir’in psikolojik sorunlarının kaynaklarına dair sorularla muhatap oluyorlar. Üstelik sağlık sistemine de fazla güvenmemektedirler. Damir’in kendini yok etme arzusu ve motivasyonunda bir azalma olmuyor öte yandan. "Güvenli Bir Yer" bir yandan ironik bir film başlığı. Çünkü Bruno ve anne Damir’i güvenli bir yerde tutmak için çabalasa da bunun mümkün olmadığını anlıyoruz. Film de daha çok bu çaresizliğe, imkansızlığa dair. Damir’in kendisini öldürmeye yönelik içgüdüsü büyüdükçe Bruno ve annenin çaresizliği de artıyor. İçinden çıkılamaz ama görmezden de gelinemez bir çaresizliğin herkesçe öngörülebilecek finaline doğru akarken hikâye hiçbir yerin güvenli olmadığına kanaat getiriyoruz bir kez daha…

.
MÜLK

Son film, daha çok 'toplumsal cinnet' evrenine davet ediyor seyirciyi. Brezilyalı yönetmen Daniel Bandeira’nın Berlin’de Panorama bölümünde gösterilen filmi "Mülk" (Propriedade) çiftlik sahibi büyük burjuvalarla, öfkeli tarım işçilerinin karşı karşıya geldiği bir gerilim hikâyesi. Filmin başkahramanı Terasa, çok yakın zamanda sarsıcı bir deneyim yaşamıştır. Kocasıyla birlikte çiftliklerine giderler. Ancak, çiftliğin satılıp otel yapılacağını öğrenen işçiler ayaklanırlar ve işler kontrolden çıkar. Güney Amerika’ya özgü şiddet sarmalı bir kez daha kendini gösterir. Teresa, karmaşada kendisini zırhlı aracın içine atar. Bundan sonrası öfkeli işçilerin onu araçtan çıkarma, onun da hayatta kalma mücadelesi şeklinde geçecektir. "Mülk"ün iyi ve kötü yanları var.

Teresa’nın filmin başında gördüğümüz travması seyircinin onunla özdeşlik kurması için kurulmuş bir tuzak ve filmin ilerleyen anlarında bu anlaşılıyor. Yönetmen, karakterinin kibrini, burnundan kıl aldırmayan halini göstermekte iyi. Fakat bunun kibrinden mi, travmasından mı kaynaklı olduğunu karıştırıyor bu durum. Öte yandan işçilerin öfkesi ve şiddetini anlamak için yeterince malzeme verip vermediği de tartışılabilir. Kanımca bunun anlamak için biraz "Latin Amerika’nın kesik damarları"nı bilmek, yerel kodları da anlamak gerekiyor. Haliyle filmin şiddetinin farklı farklı kavranması mümkün. Ancak bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Yoksulların, en alttakilerin toplumsal mücadelelerine dair genellikle bu sınıftan olmayanların atadığı bir 'romantizm' söz konusudur. Oysa tarih, en alttakilerin ayaklandıklarında şiddeti güçlü bir araç olarak kullanmaktan çekinmediklerini, çekinmeyeceklerini gösteriyor. Burada da işçilerin öfkesinin, bu öfkenin toprak sahiplerine yönelmesinin anlaşılmayacak bir tarafı yok o bakımdan. Motivasyonlarını anlamak o kadar zor değil. Ama anlayamadığımız, yönetmenin filmi politik bir gerilime çevirmemekteki ısrarı. Hikâyenin politik yanını bastırarak temasını bir hayatta kalma mücadelesine indirgemesi. Bu tercih filmin çok daha iyi olmasının önüne geçiyor ama dikkate değer olduğu su götürmez.

.
Tüm yazılarını göster