Çok değil, bundan 5-10 yıl önce bir festivalde kötü bir film
izlediğimizde, eğer ön jüriden bir tanıdığımız varsa “Bu nedir?”
diye sorardık. Genellikle aldığımız cevap “Abi siz bir de dışarıda
kalanları görseniz” olurdu. Yine aynı dönemlerde, bir festivalin
ulusal yarışmasındaki 10-12 filmden 3-4 tanesi iyi, 3-4 tanesi
vasat, 1-2 tanesi kötü, 1-2 tanesi de çok kötü olurdu. Buradan şunu
anlardık: 2-3 film festival kotasını doldurmak için programa
alınmış. Ne hazin ki son dönemde filmlerin yarısından fazlasının bu
kotayı doldurmak için programa alındığı, daha da hazini “Siz bir de
dışarıda kalanları görün” denilen filmlerin vasatının bugünün
gerçekliğine dönüştüğünü görüyoruz. Ve eskiden “amatör ruh” bulup
görünür kılmak için festivallere aldığımız, izleyip belirli bir
kıymet verdiğimiz işlerin yerini ciddi ciddi amatör yapımlar almaya
başladı.
Takribi 8-10 dakikalık bir kısa film fikrine (hikayesine değil)
sahip “Plaza”nın 80 dakikalık bir yapım olarak İstanbul Film
Festivali gibi ülkenin en önemli film festivallerinden birisinin
ulusal yarışmasında karşımıza çıkması örneğin. Anıl Gelberi imzalı
“Plaza”, atanamamış bir öğretmen olan Emre’nin güvenlik görevlisi
olarak boş bir plazaya verilmesi ve sonrasında olayların
kontrolünden çıkması üzerine inşa ediyor hikayesini.
Artık yeni Türkiye sinemasının amentüsü haline gelen ‘yalnız
adam’ bu kez kelimenin gerçek anlamıyla bir plazada tek başına
kalmıştır. Bir süre sonra iş bitirici askerlik arkadaşının
zorlamasıyla plazayı başka amaçlar için kullanmaya başlıyorlar. Öte
yandan online platformlardan birisinde tanıştığı Rahime ile
aralarında bir aşk gelişiyor.
“Plaza”, atanamayan öğretmenler, kentsel dönüşüm gibi siyasal
alanlara; cep telefonu ve sosyal medya üzerinden şekillenen
ilişkilere açtığı alanla oldukça güncel bir yerde duruyor aslında.
Ve hatta fikri ve varmak istediği yer açısından dikkate değer bile
bulunabilir. Ancak, yukarıda da ifade ettiğim gibi bu fikrin
bırakalım bir senaryoya dönüşmüş olmasını, bir hikayeye bile
dönüşüp dönüşmediği muamma. Belki 20-30 dakikayı dolduracak bir
olay örgüsünün durmadan birbirini tekrar ettiği bir yapı var
karşımızda. Buna çok alışığız aslında. Ama daha açılış sahnesinden
kapanışına kadar filmin her karesinden sarkan amatörlüğü ne
yapacağız? Renk tonlarının bir türlü tutturulamamasından, oyunculuk
devamlılığının sağlanamamasına, yanlış kadraj seçimlerinden üzerine
hiç düşünülmemiş mizansenlere, Avrupa’ya yarışmaya gidecek dans
grubunun amatörlüğünden, üç kişiyle mafya baskınına giden polislere
kadar onlarca amatörlük göze çarpıyor bir çırpıda. Ve bunların
hiçbirisinin ‘amatör ruh’ ile ilgisi yok. Tamamen sinemayı
bilmemekten kaynaklanıyor.
“Plaza”da dikkate değer iki nokta daha var aslında. İlki hemen
açılış sahnesinde Emre’nin daha önce güvenlik görevlisi olarak
çalıştığı yerde yeterince sert bulunmadığı için bu kuş uçmaz kervan
geçmez plazaya gönderildiğini öğreniyoruz. Aslında yeterince sert
olmayan bir güvenlik görevlisinin hikayesini izlemeyi daha çok
isterdik. İkinci olarak filmde oyunculuğuyla kendisini hemen
ayrıştıran Deniz Altan’ın canlandırdığı Rahime’nin öyküsü kendi
başına bir film olmayı hak ediyor.
Finale doğru Emre’nin hayal kırıklığı içinde evde oturduğu bir
sahne var. Televizyondan belli belirsiz sesler geliyor. Dikkat
edince seslerin “Anayurt Oteli” filmine ait olduğunu anlıyoruz. Ve
evet, bambaşka koşullar altında Emre bu dönemin Zebercet’i
olabilirdi. Anıl Gelberi’nin fikri bunu düşünmemize olanak sunuyor.
Ancak o yolda atılan her adımın bu fırsattan biraz daha
uzaklaşılmasına neden olduğunu söylemek gerek. Film de bu haliyle
ancak ‘atanamamış Zebercet’ öyküsü olarak kalıyor.
İstanbul
Film Festivali Günlükleri 2: Tarzımızı koruyoruz!
İstanbul
Film Festivali Günlükleri 1: Daha neler göreceğiz!