İstanbul Film Festivali Günlükleri 4: Dert olan kadınlar, dert alan kadınlar!

"Ceviz Ağacı"ndaki kahramanımız Türkiye sinemasında ‘kederli bir erkek karakter’e yüklenebilecek bütün ağır yüklerle donatılmıştır. Filmin bundan sonraki rotası karakterimizin, yapıp ettiklerini mazur görmek ve finaldeki erdemli tavrına şapka çıkarmak olacaktır. “Üç Yol” filmiyle tanıdığımız Faysal Soysal’ın yazıp yönettiği yapım, “insan sorumlusu olmadığı şeylerin de cezasını çekmeli midir?” diye soruyor ve bu sorunun cevabını Hayati’nin şahsında evet olarak veriyor.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

Türkiye sinemasında başrol erkek karakter yaratılacaksa kerameti kendinden menkul bir dertler yumağına sahip olması ne vakit zorunluluk haline getirildi kaçırmışız. Fakat bu kerameti kendinden menkul dertlerin seyirci tarafından fazlaca ciddiye alınmasını bekleme özgüveni yeni icat oldu sanırım. Yarattığınız karakteri haklı çıkarmak için bütün olay örgüsünü ve yan karakterleri onu desteklemek üzere var etmek gibi durumlar da cabası.

Ve evet, Faysal Soysal imzalı “Ceviz Ağacı”, İstanbul Film Festivali’nde şimdiye kadar izlediğimiz en film gibi film. Başı sonu olan bir hikayesi, atmosfer duygusu, düzgün mizansenleri, katmanlı olmaya çalışan bir hikayesi ve vasat üstü oyunculuklarıyla izlediğimiz şeyin bir film olduğu hissini uyandırıyor çok şükür. Ancak neden bu adamın hikayesini iki saat boyunca izledik hissi ve iki kadın karakterin temsiline dair sinir kalıyor geriye film bittiğinde.

Fazlasıyla “Ahlat Ağacı” teması hissi uyandıran bir biçimde bir kez daha taşra entelektüellerinin arasındayız. (Hatta Ahlat Ağacı ve Nuh Tepesi ile birlikte baba, oğul ve kutsal ağaç temalı üçüncü filmimiz oldu yakın dönemde!) Hayati, küçük bir kasabada (Göynük) edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Zaten böyle bir edebiyatsever olduğunu daha açılış sahnesinde kucağında Oğuz Atay (başka ne olacaktı) kitabıyla uyuya kalmış olmasından anlarız. İlerleyen dakikalarda vakti zamanında (tabii ki bekârken) önemli öykülere imza attığını, hatta ödül kazanan bir kitabının bile bulunduğunu öğreniriz. Ne var ki, iki yıl önce aynı okulda resim öğretmeni olan Yaprak ile evlendikten sonra yaratıcı özelliği hızla azalmıştır. Eskisi gibi yazamamaktadır. Üstüne bir de Yaprak ile araları iyi değildir, boşanma aşamasındadırlar. “Felaket asla yalnız gelmez” sözünde olduğu gibi Hayati’nin annesi de çok ağır hastadır. Babası yıllar önce evin bahçesindeki ceviz ağacına kendisini asarak intihar ettiği için bir de bunun travmasını yaşar kahramanımız. Bütün bunlar yetmez, gardiyan olan babasını intihara sürükleyen süreçler 12 Eylül’ün ağır koşullarında cezaevinde tanıklık ettiği şeylerdir. Bütün bunların yükü de binmesin mi Hayati’nin üzerine… İnsan taş olsa çatlar…

Bu kısa özetten de anlaşılacağı üzere kahramanımız Türkiye sinemasında ‘kederli bir erkek karakter’e yüklenebilecek bütün ağır yüklerle donatılmıştır. Filmin bundan sonraki rotası karakterimizin, yapıp ettiklerini mazur görmek ve finaldeki erdemli tavrına şapka çıkarmak olacaktır. “Üç Yol” filmiyle tanıdığımız Faysal Soysal’ın yazıp yönettiği yapım, “insan sorumlusu olmadığı şeylerin de cezasını çekmeli midir?” diye soruyor ve bu sorunun cevabını Hayati’nin şahsında evet olarak veriyor. Bu soru soyut bir biçimde sorulduğunda yanıtın evet olması çok anlaşılabilir bir durum. Ancak bu cevabı verirken yönetmenin tercih ettiği yöntem, kurguladığı karaktere dair bazı çekincelerimiz var.

Öncelikle filmin genel yapısına dair birkaç kelam edip karakterlere dönelim. Kanımca filmin hikayesi bütünlüklü bir yapı oluştursa da ‘taşra entelektüelizmi’ kısımlarında zaman zaman didaktik, racon kesici bir havaya bürünüyor. Öte yandan filmin/karakterin yeterince katmanı/derdi yokmuş gibi açılan 12 Eylül penceresinin işlemediğini hatta kimi yerlerde zorlama olarak kaldığını belirtmek gerekiyor. Dertli bir erkek karakter için bu kadar çok katmana gerek yok. Biz bu ülkede küçücük dertlerde efkârlanıp, büyük dramlar yaratan erkeklere alışığız.

Kanımca “Ceviz Ağacı”nın nasıl bir film olduğunu anlamak için ana karakteri olan Hayati’ye değil, onunla temas halindeki iki kadın Yaprak ve Serap’ın temsillerine bakmak daha fazla fikir verici olacaktır. Filmin ilk bölümünde mahkemeye giden çiftimiz, Hayati’nin vazgeçmesi nedeniyle boşanamazlar. Akşam evde bu vesile ile bir tartışma çıkar. Tartışmanın en şiddetli anında, Yaprak kendinden geçmiş bir şekilde Hayati’ye saydırıp dururken (aşağılamak da dahil) kamera sabit bir şekilde erkek karakterde kalır. Kadının ne söylediğinden çok, erkeğin ne hissettiğini anlamamızı ister yönetmen adeta. Çünkü biraz önce Hayati’nin aynı zamanda iktidarsız da olduğunu öğrenmişizdir ve onu bu hale getiren şeyin ne olduğunu gözümüzün içine sokar kamera… Bu tartışma anının finalinde bir an için Yaprak’ı gördüğümüzde ise histerik bir kadın vardır karşımızda. Ki zaten bir süre sonra Hayati’yi aldattığına da şahitlik etmesi istenir seyircinin.

Öte yandan Hayati’nin yakın dostu Ahmet’in sevgilisi Serap çıkıp gelir ansızın kasabaya. Hayati’nin üniversite yıllarında âşık olduğu, bir türlü açılamadığı ve belli ki yazarlık serüveninin de ilham kaynağı olan kadına çok benzemektedir Serap. Onun gelişiyle birlikte kahramanımız yeniden hayat belirtileri gösterir, yazmaya başlar ve hatta ‘erkekliği’ geri döner! Bu dönüşüm, filmin kadın temsilleri konusunda ciddi sıkıntıları olduğunu söylüyor bize. Film, Yaprak’a kendisini anlatması için çok fazla alan açmadığı gibi buna fırsat verdiği kısacık anlarda da kadının kendisini ifade etme biçimini yine sorunlu bir hale büründürmeyi başarıyor. Örneğin Yaprak’ın tıkılıp kaldığını düşündüğü bu kasabadan gitme istediğini ama Hayati’nin söz vermesine rağmen bunun gerçekleşmediğini öğreniyoruz. Ama Hayati bu sözü niye tutamıyor? Çünkü annesi çok ağır hasta. Haliyle halden anlamayan, yalnızca kendini düşünen bir kadıncağız çıkıyor ortaya. Çocuğun dertleri ise zaten başından aşkın! Ama Serap öyle mi? Onu yeniden yazmaya teşvik ediyor. Özgüvenini yükseltmek için elinden geleni yapıyor. Pohpohluyor. Hani neredeyse “Sen aslansın, sen kaplansın paşam” demediği kalıyor!

Film, erkek karakterinin arızalarını “dert veren” bir kadına, kendini onarma ve sorumluluk almaya başlama sürecini “dert alan” bir kadına havale ederken aslında yalnızca erkeğe dair bir hikaye anlatmadığının o kadar farkında değil ki, bir kadın cinayetini bile erkek karakterinin ne kadar erdemli olduğunu göstermek için araç haline getiriyor.

Tüm yazılarını göster