Benim İmamoğlu’ndan öncelikle beklentim, şimdiye kadar davrandığı gibi davranmaya devam etmesi. Asla rövanşist olmaması. Gerektiğinde uzmanlara ve halka danışması, insanların hayatlarına değmesi, icraatlarında her zaman şeffaf olması ve bu zor görevi olması gerektiği gibi, olağan şekilde yerine getirmesi. Çünkü bu ülkenin gerçekten olağanın ne olduğunu tekrar hatırlamaya ihtiyacı var.
Bölüm 1: İstopya’lı Hakan’ın bir gününden kesit:
Uzun zamandır ilk defa dinlenmiş bir şekilde gözlerimi açtım. Yeni uyanmanın uyuşukluğunun tadını çıkarmak için beş dakika kadar yatakta oyalandım. Gökyüzü masmavi. Havada tatlı, hatta kışkırtıcı denebilecek bir şeyler var. Baharın ilk günleri. Bir haftadır üzerime çöken yorgunluk gitmiş. Acaba aile hekiminden aldığım randevuyu iptal mi etsem?
Günlerden cuma. Bir yıldır İstopya’da istisnasız herkes için hafta sonu tatili üç güne çıkarıldı, günlük mesai altı saate indirildi. Çok daha insani. Hoş, insan her zaman daha azını ya da fazlasını istiyor.
Yine de doktora gideyim. Hem bisikletle, parkın içinden yirmi dakikalık bir yolculuk iyi gelir. Evden çıkarken, musluktan iki koca bardak su. Halen alışamadım. Neyse, bu da su endüstrisinin derdi olsun.
Düşündüğüm gibi, endişelenecek bir şey yokmuş. Doktor, bol sebze ve güneş dedi. İlaca gerek yok. Gerekirse kendisine telefon etmemi istedi. Tekrar bisikletime atladım, Kurbağalıdere boyunca, kuşların cıvıltısını dinleyerek pedal çevirmeye başladım. Denizle birleştiği yerde sevimli bir kafe var. Öğleden sonraki ebru sanatı kursuma kadar burada vakit geçirebilirim.
Aklıma birden dün seminerde tanıştığım doktora öğrencisi geldi. İngiliz. Arkeoloji okuyor. Bizans İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğu’na olan etkilerini çalışıyormuş.Tabii ki yorgunluğumun sona ermesinin nedeni o. İnanılmaz çekiciydi. Sohbet güzeldi. Bu akşam eve yemeğe davet ettim; “olur” dedi.
Artık her adresin yanında, en yakın metro çıkışının adı var, evi kolayca bulur. İsmimi telaffuz edemeyip, Hakan yerine sürekli “Hekken” demesi çok tatlıydı. İsmi neydi? Alexander. Ama Alex denmesini tercih ediyor. Bunu unutmayayım. Daha altı ay İstopya’da imiş. Bu yaz, her şey çok güzel olacak.
Bölüm 2: Ekrem İmamoğlu’ndan ne beklemeliyiz?
Yukardaki hikaye parçasını Ekşi Sözlük’te “Yazarların Ekrem İmamoğlu’ndan beklentileri” başlıktaki maddeleri, Avrupa ülkelerinden bildiğim örneklerle birleştirerek kurguladım. Neler var, neler. Hepsi hallolsa bir ütopyada yaşayacağız. Ama beklentilerin toplamı, herkesin güzel, canlı, huzurlu, güvenli, yeşil, ulaşımının kolay bir İstanbul istediğini gösteriyor. Kent alışveriş merkezleri yerine müzeler, kültür ve sanat merkezleri ile donatılsın Ayrıca yolsuzluklar açığa çıkarılsın, işler düzgün ve şeffaf yürütülsün. En beğendiğim yorum ise “İmamoğlu bu beklentilerin hepsini görse, başkanlığı bırakırdı.” oldu.
Gelelim tekrar hikaye parçasına: Amsterdam’da su, musluktan içiliyor. Yıllardır koku sorunu tam çözülemeyen Kurbağalıdere, neden çekici bir Amsterdam kanalı havasında olmasın. Londra metrosu 220 , Paris metrosu ise 120 yıllık. Paris’te her adresin yanında, en yakın metro çıkışının adı yazar. İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan sekiz metrekare iken, Londra’da bu rakam 30 metrekare. Amsterdam, Londra, Paris ve Barselona’da çoğu yerde hemen yürüyüş mesafenizde bir park vardır. Öyle kent ayrı, millet bahçeleri ayrı bir yerde durmaz.
Hollanda’da aile hekimliği sisteminin düzgün bir şekilde işlediğini kardeşimden biliyorum. Türkiye’de hepimizin haftalık mesai saatleri daha uzun ama daha az kazanıyoruz. Hadi bu özenmeleri, kentlerin kamusal alanlarındaki özgürlük hissini, kültür - sanat hayatının canlılığını da ekleyerek bitireyim.
İmamoğlu’ndan asıl ne beklenmesi gerektiğini şimdilik erteleyerek yazıya devam ediyorum.
Bölüm 3: Hermann Jansen Adana Planı
Kent planlaması kente 1/100 binden 1/500 ölçeğe kadar bakmayı gerektirir. Kentin ilerde nasıl gelişeceğini ve sorunlarını ön görmek zor iştir. Çeşitli uzmanlık alanlıklarını bir arada gerektirir. Ama planlama gözden düşeli çok oldu. İstanbul’da yeni açılan her üniversitede mimarlık bölümü varken, hiçbirinde şehir ve bölge planlama bölümü bulunmuyor. Talep yok, devlet uzun vadeli planlamadan vazgeçeli çok oldu.
Oysa Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Anadolu kentlerinin planlaması ve geliştirilmesi öncelikli konulardan idi. Alman Hermann Jansen, Türkiye’ye çağrılarak Adana, İzmir, İzmit, Mersin, Gaziantep ve Adana’nın planlarını hazırladı. Çoğu proje, ekonomik nedenlerle ya hiç yapılamadı ya da yarım kaldı.
Planlama, kent yönetimi ve belediyeciliğin ne anlama geldiğini göstermek için Jansen’in uygulanmış Adana projesini anlatmak istiyorum.
Bölgenin kuzeyini demiryolu sınırlar. Buradan güneye doğru Ziyapaşa, Atatürk (istasyonun tam aksında) ve Gazipaşa bulvarları güneye doğru, Gazipaşa hariç Mersin – Gaziantep E5 yoluna kadar iner. Yolun daha güneyi Eski Adana’dır. Batı sınırı, Yüz Evler konut alanı oluşturulurken, Seyhan Nehri kıyısına dokunulmaz ve büyük yeşillik bir alan olarak korunur. Ayrıca Ziyapaşa ve Atatürk Bulvarı arasına bir kent içi park tasarlanırken, Atatürk Bulvarı’nın güney sonuna belediye binası inşa edilir.
Adana’nın bugününe baktığımızda, bölgedeki iki - üç katlı binalar apartmanlara dönüşmüş ama yol ve ada sistemi korunmuştur. Eski Adana, herhangi bir iyileştirme yapılmadan, eskiyen tarihi binaları ile öylece durmakta. Kent, demiryolunun kuzeyine, baraj gölüne doğru gelişmekteyse de, önlerinde uygulanmış Jansen planı gibi örnek varken, TOKİ’nin kimliksiz, yüksek blokları yükseliyor. Seyhan Nehri kıyısı ise rekreasyon alanı denilerek alışveriş merkezi ve benzeri yapılarla dolduruldu. Jansen’in planladığı bölge ise halen Adana’nın en gözde ve canlı bölgesi.
Bölüm 4: İstanbul’un şansızlığı
Boğaz’ın eşsiz güzelliği aynı zamanda İstanbul’un şansızlığı. İstanbul’un coğrafi sınırları kabaca 30 x 100 kilometre. Bu kadar alanda 16 milyon insan, üst üste yaşıyor. Üstelik hassas bir ekolojik yapıya sahip. Örneğin Kuzey Ormanları, kentin dokunulmaması gereken akciğerleri. Kanal İstanbul ile kenti batıya doğru geliştirmek, İstanbul’u rahatlatmayacak, tam tersine nüfus artışını hızlandıracak. Yeni İstanbul karşısında, eski İstanbul köhneleşecek.
Bu gerçek hiçbir zaman dikkate alınmadı. Dönemin her iktidarı, bu ekolojik dengeyi biraz daha bozdu. Kırılma noktası 1980. Neoliberal politikalara geçişle, devlet ihracata dayalı bir büyüme planladı. Bu, iki önemli değişikliğe neden oldu. Kente nüfus akışı hızlandı, ucuz iş gücüne ve sömürüye dayalı bir ekonomik yapı ortaya çıktı. Küresel piyasalara eklemlenmeye çalışan Türkiye’nin elinde satabileceği tek ürün vardı, toprak. Bu da kentlerin yağmalanmasının ve ranta dayalı büyümenin yolunu açtı.
Türkiye’de konutun ve toprak paylaşımının 100 yıllık hikayesini merak edenler için buraya bir yazımı bırakıyorum.
Kuşkusuz İstanbul için de planlar yapıldı. Ama hiçbiri tam uygulanamadı. Her iktidar değişimi bir öncekinin projesine zarar verdi. Oysa kentin dönüşümü uzun ve devamlı bir zaman aralığını kapsar ve siyaset ötesi istikrar ve irade gerektirir. Bu süreklilik, yapılan her projede halkın onayının alınmasıyla sağlanabilirdi. Ama böyle bir alışkanlığımız yok. İşleri yavaşlatır, büyümemizi engeller. O zaman halka sormaya ne gerek var.
Evet, İmamoğlu’nun elinde böyle bir İstanbul var. Neleri yapabilir neleri yapamaz bilemiyorum. Hatta bazı şeylerin yapılması mümkün mü ondan bile emin değilim.
Peki, İstanbul, İstopya olabilir mi?
Muhalefet çok uzun zamandır, Erdoğan’ın karşısına çıkacak, Erdoğan’ın yenilmezlik efsanesine son verecek bir isim arayışında idi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Muharrem İnce, hazır cevaplığı, esprileri, mütevazılığı ile büyük bir kitleyi yanına almayı başardı. Ama yeri gelince “Senin apoletlerini sökeceğim” diyerek en az Erdoğan kadar ürkütücü olabileceğini, herkesi kucaklayıcı değil rövanşist yanını gösterdi.
Erdoğan efsanesine İmamoğlu son verdi ya da en azından sarstı. Tabii bugünkü siyasal alanın tek adamlığa özgü tuhaflığını yaşadığımız unutulmamalı. Aslında İmamoğlu AKP’nin belediye başkan adayı Binali Yıldırım’a karşı bir başarı kazandı. Muhalefetin kazandığı diğer belediye başkanlıklarında da durum aynı. Bu ayrım önemli. Bundan sonra tek adam devletinin ve onun aygıtlarına karşı yerel olanın mücadelesini izleyeceğiz gibi görünüyor.
Zaten İmamoğlu’nun daha ilk icraatında, ilk tuhaflığı yaşadık bile. İmamoğlu görevine yeni başlayan biri olarak, başına geçtiği kurumu denetlemek istiyor, bunun için de müfettişler görevlendiriyor. Bir şey yapmadan evvel kendinden önce yapılanları bilmek, kurumu tanımak istemesi gayet doğal. Hatta bunu Türkiye’deki diğer tüm belediyeler de yapmalı. Sonra tuhaf bir şey oluyor. Teftiş edilen biri, teftiş edeni, kendini teftiş ettiği için mahkemeye bildiriyor ve işlemi durdurtuyor. Olağan bir işlem, olağanüstü bir hal alıyor. Olağanüstülüklere alıştığımız, çokça uzun zamandır olağanüstü zamanlar yaşadığımız için bu durumun ne kadar saçma, hukuk dışı olduğunu anlamakta zorlandığımızı düşünüyorum. Kendi kurumunu denetlemesi yasaklanan bir başkan olabilir mi?
Bölüm 5: Olağan ve olağanüstü olan:
Türkiye’de olağan ile olağanüstü olan birbirine girmiş durumda. Bir başkan adayı biraz mütevazı davranınca, samimi olunca olağanüstü oluyor. Hayır, durun, zaten bir yönetici öyle olmalı. Neden kibirli, sadece kendini düşünen birine oy vereyim ki?
Benim İmamoğlu’ndan öncelikle beklentim, şimdiye kadar davrandığı gibi davranmaya devam etmesi. Asla rövanşist olmaması. Gerektiğinde uzmanlara ve halka danışması, insanların hayatlarına değmesi, icraatlarında her zaman şeffaf olması ve bu zor görevi olması gerektiği gibi, olağan şekilde yerine getirmesi. Çünkü bu ülkenin gerçekten olağanın ne olduğunu tekrar hatırlamaya ihtiyacı var. Ve bunun için, artık bir klişe olan, belediyeye bisikletle gitmesine de hiç gerek yok.