İstanbul seçimi ve etik meselesi 2: Adil olmadığı bilinen maça çıkmak veya çıkmamak

İmamoğlu’nun en kritik gücü olan mağduriyetinin veya haksızlığa uğramışlığının unutturularak, ‘tekrar seçim’in onur kırıcı anormalliğini görmezden gelinmesini sağlayabilecek bir seçim kampanyası, en başta İmamoğlu olmak üzere tüm toplum için en büyük kayıp olacaktır.

Abone ol

Bülent Bilmez*

Bir önceki yazıda belirtildiği üzere, bir kez daha ‘her şeye rağmen’ kazanmak için 23 Haziran’da sandığa gitmek üzere hazırlanan muhalefetin, seçmenlerle alay edilircesine 31 Mart seçiminin keyfi şekilde iptal edilmesini ve ‘tekrar seçim’ dayatılmasını kabullenmesinde, karşısındaki otoriter rejim önündeki çaresizliği, yani ‘yapacak başka bir şey yok’ inancı önemli rol oynuyor elbette…

Ancak küçük de olsa bu haksızlıklara, adaletsizliklere ve kanunsuzluklara karşı tepki duyulmasını sağlayacak bir akıl, izan ve vicdanın toplumun bir yerlerinde hâlâ yaşıyor olması ihtimali de muhalefeti motive ediyor. Buna dayanarak ‘haksızlığa uğramış’ veya ‘mağdur edilmiş’ aday imajıyla bu ihtimal üzerinden, İmamoğlu ekibi tarafından kararsızlara yönelik tekil bir söylem geliştirilirken, diğer yandan da kendi tabanına ‘tüm olumsuzluklara ve eşitsizliklere rağmen kazanabiliriz’ motivasyonu aşılanmaya çalışılıyor. Bir ara internette yayılan ve İmamoğlu ekibi tarafından da anlatıldığı söylenen Adana Demirspor sutopu takımının efsanevi teknik direktörü ve kaptanı Muharrem Gülergin ile ilgili hikâye, tam da buna hizmet eden bir söylem aracı olarak kullanılmaya çalışılıyor. (Murat Ağırel, "Girin suya! Baştan oynuyoruz", Yeniçağ, ) Gerçekten etkileyici ve günün anlam ve önemine çok uygun bir hikâye bu...

Ancak bir süredir yaşananlar daha başından itibaren bana daha çok Zafere Kaçış filmini hatırlatıyor…

İMAMOĞLU’NUN ZAFERE KAÇIŞ UMUDUNU HATIRLATAN ZAFERE KAÇIŞ FİLMİ

Senaryosu Djordje Milicevic ve Yabo Yablonsky tarafından yazılan, yönetmenliği ise John Huston tarafından üstlenilen 1981 yapımı Zafere Kaçış filmi, değişik ülkelerden eski ve yeni meşhur futbolcuların rol aldığı epik bir kaçış hikayesi üzerine kuruludur. Kısaca özetlenecek olursa hikâye şudur: İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi orduları tarafından esir kampında tutulan askerlerin kurdukları karma takım ile Almanya milli takımı arasında, işgal altındaki Paris’te bir maç oynanması, tesadüflere dayalı gelişmeler sonucu ve eski futbolcu bir Alman subayın çekingen romantik yaklaşımı sayesinde mümkün olur. Ancak Alman ordu komutanları, düşmanları olan müttefiklerin bitkin askerlerini sahada hezimete uğratarak, müttefiklere (özellikle milli takımlarını hiç yenemedikleri İngiltere’ye karşı) moral bozucu sembolik bir zafer kazanmayı planlarken, savaş esirlerinin komutalarının planı ise bu maçı Fransız direnişçilerinin dışarıdan desteği sayesinde kaçış planına dönüştürmektir.

Nitekim her şeyiyle eşitsizlik üzerine kurulu, dengesiz güçler arasında yapılan bu maçı, hakemin açık tarafgirliğinin de sayesinde, kesinlikle alacağına inanan Almanlar, başından itibaren karma takımın oyuncularının sahada adeta biçildiği, hakemin yanlış kararlarıyla dolu ilk yarıda 4-0 üstünlük kurduklarında, dışarıdan karma takımın soyunma odasına tünel kazan direnişçiler de hedeflerine ulaşmak üzeredirler.

Bu arada sahada yaşanan tüm haksızlara karşı iyice bilenerek ‘ölümüne’ oynayan ve takımın yıldızı Pele’nin bariz ve sert bir faulle oyundan çıkmak zorunda kalması sonucunda on kişi kalan karma takımın (özellikle kaçış planından haberdar olmayan) oyuncuları, ilk yarı sonuna doğru her şeye rağmen attıkları bir ‘onur golü’ nedeniyle soyunma odasına sevinç ve gurur içinde giderler.

Tam o sırada direnişçiler kazdıkları tünelden soyunma odasına ulaşmışlardır ve tüm futbolcular kaçış planını öğrenip tüneldeki direnişçilerin yönlendirmesiyle çabucak tünele inmeye başlarken, bir yandan da kendi aralarında, maçın ikinci yarısında sahaya çıkıp ‘yarım kalan işi bitirme’ tartışması yapmaktadırlar. Çok acil koşullarda ve dramatik bir ortamda yapılan bu tartışmada, biraz maçın siyasi imaj boyutunun yüklediği sorumluluk, biraz da futbolcu gururu nedeniyle sahaya çıkıp işi bitime eğilimi baskın çıkar. Kaçmaktan vazgeçip sahaya çıkan takımın tahmin edilecek olağanüstü motivasyonu, futbolcuların adeta harikalar yaratarak maçın sonuna doğru skoru 4-4 yapmasını sağlar…

Bu sırada iyice coşmuş olan, aralarında gizli direniş destekçilerinin de bulunduğu işgal altındaki Fransız halklarından oluşan on binlerce seyirci, önce coşkulu tezahürat yaparak zafer sloganları atmaya başlamış ve daha sonra Nazileri çileden çıkaracak ve giderek daha çok kaygılandıracak şekilde, hep bir ağızdan marş söylemeye başlamıştır. Heyecanın doruğa ulaştığı son saniyelerde hakem tarafından açıkça haksız şekilde verilen penaltıyı kullanmak üzere Alman oyuncu topun başına geçtiğinde, aslında futbolla ilgisiz bir rugby oyuncusu olan, filmin başından beri ‘uçarı kahraman’ konumundaki (elbette Amerikalı!) kaleci (Sylvester Stalone), inanılmaz bir kurtarışla maçın normal süresinin berabere bitmesini sağlar ki bunun üzerine heyecandan iyice coşarak bendini aşan sel misali sahaya akın eden on binlerce seyirci, futbolcuları adeta kanatları altına alarak stadyum dışına kaçırır.

Hem müttefiklerin onuru kurtulmuştur hem de esir askerlerden oluşan futbol takımları teknik ekiple birlikte kaçmayı başarmıştır.

ESİR ALINMIŞ MİLLET İTTİFAKI VE HER ALANI İŞGAL ETMİŞ CUMHUR İTTİFAKI ARASINDAKİ MAÇ

Neredeyse daha zorlu koşullarda, haksızlıkla iptal edilmiş bir maçın tekrarına çıkacak İmamoğlu ve Millet İttifakı, 23 Haziran seçimlerinin sonucunda benzer bir zafer elde edebilir mi belli değil, ama bunu yapmasının kritik bir koşula bağlı olduğu açık: Onu zafere kaçıracak geniş kitleler içinde, o güne kadar çok daha ağır koşullar ve haksızlıklara rağmen demokratik siyasi mücadeleden vazgeçmeyen bir partinin, HDP ve önceli partilerin sayıları milyonları bulan seçmenlerinin oyu olmadan bunu başarmak mümkün değildir. Üstelik bu seçmenlerin oylarına, onların yaşadıkları zulmü yıllardır açıkça görmezden gelen muhalefet kadar, bunları kendilerine yaşatan zalimler de (utanmazca) taliptir!

Sonucu belirleyici olan ise seçimlerdeki eşitsiz ve haksız koşullara rağmen; daha önemlisi, iktidarın mızıkçılık yaparak sonucunu kabul etmediği sonuçları değiştirme umuduyla dayattığı 23 Haziran ‘tekrar’ seçimlerinin kendileriyle alay edilmesi anlamına geldiğini bilmelerine rağmen, kazanılmış bir seçimin keyfi bir şekilde iptal edilmesini bağrına taş basarak sineye çekip sandığa gidecek olan her partiden seçmenin tepki oyları olacaktır.

İmamoğlu’nun en kritik gücü olan mağduriyetinin veya haksızlığa uğramışlığının unutturularak, ‘tekrar seçim’in onur kırıcı anormalliğini görmezden gelinmesini sağlayabilecek bir seçim kampanyası, en başta İmamoğlu olmak üzere tüm toplum için en büyük kayıp olacaktır ki gelecek yazıda ele alınacak olan, ikili düello gerçekleşecek olup AKP’nin kabul etmesinin herkesi şaşırttığı televizyon tartışması, en çok bu yönüyle sorunlu olabilir…

Ne olursa olsun sandığa gidip maalesef artık demokrasi kendisinden ibaretmiş gibi sunulan seçimlerin bile kirletilmesine karşı normalleşme umuduna, ayrıştırma ve kutuplaştırmaya karşı ‘birlikte yaşama’ talebine ve haksızlığa tepki gösterme onuruna sahip çıkmak için, oy hakkı olan herkesin sandığa gitmesi, siyasi ve etik bir tavır olarak, seçimlerle ilgili tüm etik meseleleri aşıyor olabilir şu anda.

Ancak seçim sürecinde yaşanan tüm haksızlıkları ve hukuksuzlukları ve 31 Mart seçimlerinin iptalinin keyfiliğini bir an olsun unutmamak ve daha önemlisi, seçim her şeye rağmen muhalefetin zaferiyle sonuçlansa bile, bu gerçekliği her fırsata dile getirmeyi ihmal etmemek gerekiyor.

*Prof. Dr. İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü/Berlin Humboldt Üniversitesi Tarih Bölümünde misafir öğretim görevlisi