Aile Akademisi'nin “On maddede İstanbul Sözleşmesi neden iptal edilmeli?” başlıklı metnine cevap üretmeye devam ediyorum.
7- Sözleşme arabuluculuğu yasaklamaktadır
“Sözleşmenin 48'inci maddesi arabuluculuğu yasaklamakta, ‘Taraflar işbu sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete ilişkin olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.’ demektedir. Sözleşmedeki şiddetin fiziksel, cinsel, ekonomik ve psikolojik şiddeti içerdiği göz önüne alındığında, bu maddede sadece fiziksel şiddete yönelik değil, tüm şiddet türlerine yönelik bir yasağın konduğu görülmektedir. Bu maddeden de anlaşılacağı üzere, sözleşmede aileyi koruyabilecek tedbirlere yer verilmemekte…” Sanırım burada fazla yoruma gerek kalmadan sözleşmenin, şiddet içeren olaylarda alternatif çözümlerden uzak durmayı emredişine itirazın, şiddetin devamını istemek olduğu hemen anlaşılıyordur. Aynı zamanda aile içi cinsel şiddetin, örtük biçimde reddedildiği çok belli oluyor. Ekonomik ve psikolojik şiddet olsa bile eşler uzlaştırılsın, yeter ki aile kurumu kurtulsun yani uzlaştırıcı aracılığıyla ‘kadın boşanamasın’ veya 'koruma tedbirleri alınmasın’ denmektedir. Kadınlar şiddeti sessizce sineye çekecek, akıllarınca.
8- İstanbul Sözleşmesi dünyanın pek çok yerinde tepkiyle karşılanmaktadır
Dindar olduğu bilinen ve sözleşmeye yerli ve milli kaygılar kadar dini değerler nedeniyle de karşı çıktığını belirten Aile Akademisi'nin referansına bakalım: “Kilise başta olmak üzere, sağ partilerden, liberal politika karşıtlarından, toplumun farklı kesimlerinden büyük tepkiler toplamaktadır.” Katolik ve Ortodoks kiliselerinin, toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine ve İstanbul Sözleşmesi'ne karşı çıkış gerekçelerini referans alan İslam dindarlığının sözleşme hakkındaki yorumlarına güvenmek değil kıblesinin hangi yön olduğunu sorgulamak gerektir. Ve ikiyüzlülüğün altını da kalınca çizmeliyim… İstanbul Sözleşmesi'ne karşı çıkarken ‘aile kurumumuzu Avrupa Konseyi belirliyor’ gerekçesiyle itiraz edip, o itiraz gerekçelendirilirken Avrupa kiliselerinin görüşleri referans alınıyor. Lafa gelince ‘İslam kadına her hakkı tanımışken feminist olup daha Allah’tan belanızı mı istiyorsunuz’ minvalinde kadınları suçlayanlar, sıra İstanbul Sözleşmesi'ne gelince Kuran’ı bırakıp Vatikan’ın yolundan gidiyorlar. Macaristan, Hırvatistan, Bulgaristan’daki karşı çıkışları sahiplenmek, yerli ve milli reflekslerine de zarar getirmiyor gibi.
9- Aile kanunumuz Avrupa Konseyi tarafından belirlenmektedir
“İstanbul Sözleşmesi’nin iç hukuktaki yeri şu şekilde değerlendirilmektedir: ‘Anayasa m. 90/5 uyarınca, İstanbul Sözleşmesi kanun hükmündedir. Sözleşme hakkında, Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. İstanbul Sözleşmesi ile kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, İstanbul Sözleşmesi hükümleri esas alınır.’ Anayasa’nın 11'inci maddesi uyarınca, ‘İstanbul Sözleşmesi hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.’ Yapılan alıntıda da belirtildiği gibi, sözleşme hukuk hiyerarşisinin en üstünde yer alarak Anayasa ya da iç kanunla çelişmesi durumunda ulusal hukuki itiraz kanallarını kapatmaktadır.”
Madde içeriğinden bu genişçe alıntıyla görüyoruz ki uluslararası sözleşmelerin hukuk hiyerarşisindeki konumu, sadece İstanbul Sözleşmesi için geçerliymiş gibi sunulmaktadır. Askeri, ticari, siyasi, ekonomik pek çok düzenleme aynı statüde ama sadece İstanbul Sözleşmesi için geçerli bir düzenleme gibi tanıtılıyor, kendilerini takip edenlere. Söz konusu kadın ve eşitlik olduğu için itiraz ediliyor. Ve tabii kadını bağımsız, özgür birey olarak görmedikleri için hemen aileye eklemleyerek açıklamaya girişmişler:
“6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un 2'nci maddesinin a bendi, kanunun uygulanmasında İstanbul Sözleşmesi'nin esas alındığını belirtmektedir. Dolayısıyla, aileyi koruma kanunumuz, İstanbul Sözleşmesi aracılığıyla Avrupa tarafından belirlenmektedir.” Şiddetle mücadele yasasının ismini, tüm itirazlara rağmen, ‘ailenin korunması’ ibaresiyle başlatan dönemin hükümeti, bugünleri öngörmüş müydü bilinmez ama bu isimlendirme nedeniyle varılan hüküm, tam bir fırsatçılık örneği. Kadına yönelik şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadele yöntemlerine sıra gelince “aile kanunumuzu Avrupa belirliyor” diyenler, FIFA tarafından belirlenen ölçütlere sahip futbol kulüplerinin taraftarı olmaktan alınganlık göstermezler. Bankacılık işlemleri de yaparlar aynı şekilde küresel kurallarla. Trafik kurallarımızın yabancılığı dert değil onlara. Hiç duyulmaz “ülkemizin ulaşımını Avrupa belirliyor” yakınması. Mesele kadınla eşit olmayı hazmedemeyen erkeklik algısı, Avrupa bahanesi, aile de bahanesi. Kıymetli olan ailede erkek hegemonyası…
Ayrıca yine bu madde başlığı altında sözleşmenin bazı maddelerine çekince konulmayışı eleştiri mahiyetinde belirtilmiş. “Sözleşmenin çekince konulabilecek maddeleri incelendiğinde 4, 12, 42'nci maddesi gibi kritik maddelerine çekince konulamadığı görülmektedir.” Sözleşmenin 78 ve 79’uncu maddelerinde belirlenen çekince koyma hakkı ve şartlarının çarpık anlatıldığını görüyoruz. Buradaki çarpıtmaların, sonuç bölümünde ele alacağım özel bir anlamı olduğunu düşünüyorum.
Ve şu sayfalar dolusu metnin belkemiği, üç maddeye çekince koyma önerisidir. Çekince konması istenen maddeler, sadece bu metnin değil aynı zamanda İstanbul Sözleşmesi'nin de belkemiği konumunda. Temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık gözetmeme (I. Bölüm amaçlar tanımlar m 4); Genel Yükümlülükler (III. Bölüm Önleme m. 12); Sözde “namus” adına işlenen suçlar dahil olmak üzere kabul edilemez gerekçeler (V. Bölüm Maddi Hukuk m. 42). Bu maddelere çekince getirildiği takdirde İstanbul Sözleşmesi'nden geriye elde pek bir şey kalmayacağı, sırf madde başlıklarından dahi anlaşılır. Fakat bu taleple de 'bizim algılarımızla oynanıyor olabilir mi?' sorusu takılıyor aklıma ve cevabını sonuç bölümüne bırakayım.
10- Değerlerimizi referans alan yasalar yapılması mümkündür
Kadına yönelik şiddetin tüm dünyada ve Türkiye’de var olduğunu söyledikten sonra tüm dünyadan ayrı “bize özgü” çözüm yöntemi arayışından söz edilmesi hiç gerçekçi değil kuşkusuz. Fakat bu son madde sadece baştan itibaren söylenenlerin sosu kıvamında: “Ülkemiz hukukçuları, sosyal bilimcileri, aydınları ve alimleri zaman kaybetmeden bu önemli konuda çalışmalar yürütmeli ve inisiyatif almalıdır.” Sözleşmenin hazırlanışı ve imzalanışı aşamasında da akademisyenler, aydınlar, hukukçular, sosyal bilimciler ve tabii kadın örgütlerinin görüşleri alınmıştı. Ama tabii o daraltılmış manayla “ülkemiz” değildi galiba. Neyse sadece kadına yönelik şiddetle mücadele edilmesini istemiyorlarmış gibi görünmemek için, belki sadece sayıyı yuvarlayıp 10'a tamamlamak için yazılmış bir madde.
SONUÇ OLARAK
Bu on maddelik metnin belkemiği çekince talebi ve çekince getirilmesi istenen maddeler de İstanbul Sözleşmesinin belkemiği demiştim. Ancak çekince konmasından endişe etmeye gerek yok. Çünkü bu maddelere çekince konulamaz. Zira çekinceler başlıklı 78’inci madde metinde sunulduğu gibi bir içeriğe sahip değil. Orada ciddi bir yanıltma var. Çekince koyma hakkı az sayıda madde ve bazı maddelerin bazı fıkra ve paragraflarıyla sınırlandırılmış halde. Ve istenilen 4, 12, 42’inci maddeler çekince getirilemeyeceği kesin dille belirtilenlerden. Ve 79’uncu maddeye göre taraf devletler açısından sözleşmenin yürürlüğe girdiği günden itibaren beş yılla sınırlı çekince koyma hakkı ve Türkiye bu zaman sınırını aştı. Hatta o zaman sınırı, Aile Akademisi'nin bu metni yayınladığı tarih olan Temmuz 2019’da dolmuştu.
Çekince getirme şeklinde bir ihtimal söz konusu değil. Esasen biraz da bu nedenle İstanbul Sözleşmesi'ni iyi bilenler tarafından kayda değer görülüp, muhatap alınmaz, cevap üretme ihtiyacı duyulmaz bu iddialara karşı. Peki, ben niçin bunca emek, mesai, zaman, enerji harcadım bu metin için, sorusu akla gelecektir doğal olarak. Belki kısmen kendim ve benim gibi dindar kadınlar için minik bir ego çalışması sayılabilir. “Yutmuyoruz, yutturamazsınız” demek için. Ve tabii sevgili okur için geçerli aynı soru, sizleri neden bunca meşgul ettiğimi, merak edeceksiniz haliyle. Çünkü bir de bu iddiaların, sözleşmeyi pek de iyi bilmeyenler arasında yarattığı çok derin bir endişe var. Ve bence endişe haklı ama iyi bilenlerin serin duruşu pek makul değil.
Şöyle açıklayayım: Bu iddiaları ileri süren, yalan, çarpıtma, önyargılarla dolu böylesi metinlerle toplumun zihnini şekillendirenlerin, bu gerçekleri göremeyecek, okudukları metni anlayamayacak kadar cahil olmadıklarını biliyorum. Cehaletten değil itirazları, talepleri, İstanbul Sözleşmesi'ne bunca katı karşıtlık hali. Adım adım ilerlediklerini, toplumu ikna çabasının arkasına ciddi bir siyasi hamle gizlediklerini düşünüyorum. İki ihtimal var bence ya iktidara istediği doğrultuda yol açma veya iktidarı köşeye sıkıştırma çabası. Şu an için bu iki ihtimalden hangisinin doğruya daha yakın olduğunu kestirmek, benim için güç. Ancak bazı ipuçları var tabii.
“İnce işçilik dönemi” nitelemesi, toplum mühendisliğinin habercisiydi. Günümüze kadar bu yönde çokça adım atıldı zaten. İstanbul Sözleşmesi'ni merkezine alan kadın karşıtlığı dediğimiz talepler öbeği de toplum mühendisliği uygulamasının araçlarından. Ayrıca AKP oylarının erimesiyle Cumhur İttifakı'nın yüzde 50+1’i yakalama şansının zayıfladığı da ortada. Nitekim bu nedenle tüm sağ partilerin Cumhur İttifakı şemsiyesi altına toplama girişimlerine dair işaretleri okuyabiliyoruz, partilerin sıcak çekişmelerinde.
İrili ufaklı çok sayıdaki sağ partinin belki en küçük ve önemsiz görüneni, Yeniden Refah Partisi'nin, bu şemsiyenin altına girmek için İstanbul Sözleşmesi'ni olmazsa olmaz şart olarak getirmesi muhtemel. Kadın karşıtı kampanyaların hemen hepsinin baş aktörü olarak görülen bu küçük partiyi içermek için bütün sağ partiler bu talebe boyun eğer mi? Patriarkal nimetlerini korumak için Vatikan’ın peşine takılan dindarların, siyasi ikbal için böyle bir politika izlemeyeceklerini, söyleyebilen çıkar mı bilmem ama ben söyleyemiyorum. İş o raddeye varırsa Erdoğan bu isteğe uyar, sözleşmeden imza çeker mi? Ben yapmaz, diyemiyorum.
Sözleşmeyi, diplomasiyi, uluslararası dengeleri iyi bilenler, Türkiye’nin ilk imzacı ülke olarak fesih maddesini işletmeyeceğine, İstanbul isimli bir uluslararası sözleşmeden vazgeçmeyeceğine dair hayli kuvvetli bir özgüvenle konuşuyorlar. Ancak bugünün siyasi ortamında bence tutunulan bu dal çok zayıf kalıyor. Sözleşmenin fesih hükmünü düzenleyen 80’inci maddesi, ilk imzacı son imzacı gibi ayrımlar içermeden “Her taraf istediği zaman Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği'ne yapacağı bir bildirimle bu Sözleşme’yi feshedebilir” demektedir.
Bilindiği gibi zaten uluslararası ilişkilerde kabulü olan bir anlaşmanın feshi olmayacağı düşünülemez. Şartlar değişirse her şey değişir. Nitekim Fatma Şahin de “o günün şartlarında, AB sürecinde imzalandığını” söyleyivermişti. Ve bu çerçevede İstanbul Sözleşmesi'nin sadece erkek şiddetiyle mücadeleyi düzenleyen bir kadın kazanımı olduğu söylenemez. Toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi için ‘medeniyet eşiği’ dediğim gibi “İstanbul Sözleşmesi, Avrupa Birliği eksenini sabitleyen bir raptiye” benzetmesini yapabilirim. Umalım ki siyaset bu yönde şekilleniyor olmasın. Umalım ki ben yanlış alarmla kendimi ve okurlarımı boşuna meşgul etmiş olayım.