İstanbul Sözleşmesi, normatif sinyal değeri gönderiyor
Kadına yönelik şiddet aslında aynı zamanda bir erkek meselesi… Dolayısıyla bir toplumsallık ve norm meselesi… Zira, gücü elinde tutan, toplumsal denetimi sürdüren bir erkek egemen kültür, cinsiyete dayalı şiddet için elverişli bir zemin hazırlıyor.
2009 yılında, Meksikalı sanatçı Elina Chauvet, Meksika’nın
Ciudad Juárez kentinin sessiz çığlıklarını dünyaya duyurmak için
çarpıcı bir enstalasyonu hayata geçirdi: Red Shoes (Kırmızı
Ayakkabılar).
Sanatın en yalın halinin bile bir eylem ve politik ifade biçimi
olarak ne kadar güçlü olabileceğini anımsatan bu yerleştirme,
kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin acımasız gerçeğini
yansıtan, hem yalın hem de sarsıcı bir çağrıydı.
Elina Chauvet- Kırmızı Ayakkabılar
enstalasyonu
Kırmızı ayakkabılar, Ciudad Juárez sokaklarında faili meçhul
cinayetlere kurban giden, adaletten mahrum bırakılan kadınları
temsil ediyordu.
Her bir çift, şiddet nedeniyle susturulmuş bir sesi, yok edilmiş
bir yaşamı simgeliyordu.
Ayakkabıların parlak kırmızısı, kanı ve kaybı anımsatırken,
düzenlenişindeki boşluklar, bir zamanlar bu dünyada var olan ancak
şiddetle yaşamdan koparılan kadınların yokluğunu derin bir şekilde
hissettiriyordu.
Kırmızı Ayakkabılar hem bir yas ilanı hem de bir
direniş çağrısıydı…
Avrupa’da özellikle bu yıl, kadına yönelik şiddet konusunda
önceki yıllara göre çok daha büyük bir itiraz dalgası yükseldi.
“Rıza” kavramının ceza hukukunda tecavüzün yasal tanımına dahil
edilmediği, tecavüzün sadece “şiddet, zorlama, tehdit veya şaşırtma
yoluyla” gerçekleşen cinsel bir eylem olarak tanımlandığı Fransa,
bir süredir, 2011-2020 yılları arasında karısı Giselle’e düzenli
şekilde uyku hapı ve sakinleştirici ilaç vererek bilinçsiz olduğu
sırada 50’ye yakın erkeğin ona tecavüz etmesine yardımcı olan ve bu
sırada karısının fotoğraf ve video görüntülerini çeken Dominique
Pelicot’un davası ile sarsılıyor.
Son olarak Fransa'da savcılık, Dominique Pelicot için en üst
sınır olan 20 yıl hapis cezası talep etti.
Mağdur Giselle’in “Utanç taraf değiştirmeli” sözüyle tarihe
geçen ve yine Giselle’in isteğiyle halka açık şekilde yapılmasının
da etkisiyle belleklere kazınan, her defasında yüzlerce kişinin
katıldığı bu davanın duruşmaları 20 Aralık’a kadar sürecek.
Her şeyden önce, Avrupa’da kadına yönelik şiddetle ilgili
kapsamlı veriler, tam 10 yıl öncesine ait. Yani pandemiden bile
öncesine…
Halihazırda 27 AB üyesi ülkenin sadece 18’inde veri toplama
sürecini koordine eden Eurostat’ın verileri, cinsiyete dayalı
şiddette sadece kadınların kasıtlı bir şekilde öldürülmesi ve
katille olan bağını kayda geçirirken, psikolojik taciz, rıza dışı
cinsel temas, fiziksel zarar, ısrarlı takip gibi şiddetin farklı
çehrelerini izlemiyor.
Dolayısıyla AB’de “kamusal bir mesele” olması gereken cinsiyete
dayalı şiddetin gerçek boyutu büyük bir soru işareti.
Genellikle soğuk istatistikler yerine kişisel anlatıları
dinlemeyi tercih etsem de, sorunu çözmek üzere ortaya konacak kamu
politikaları ve müdahaleleri için sayıların kritik bir önemi
vardır. Bununla birlikte, sayılar aynı zamanda bir ülkedeki güç
yapılarının da sorgulanmasına yol açarken, toplumsal cinsiyet
eşitsizliğinden nemalanan grupların da konfor alanlarını ve
“dokunulmazlıklarını” gözler önüne serer.
Avrupa’da cinsiyete dayalı şiddetin yarısı, kadınların bir
zamanlar güvendiği biri tarafından işleniyor: eski ya da mevcut bir
partner, bir arkadaş ya da bir akraba.
Avrupa Birliği’nde her üç kadından biri yaşamı boyunca cinsiyet
temelli şiddete maruz kalıyor. Bu çarpıcı gerçek, Temel Haklar
Ajansı (FRA), Avrupa Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Enstitüsü (EIGE)
ve Eurostat’ın geçtiğimiz günlerde açıkladığı ortak araştırmasında
bir kez daha gözler önüne serildi. Yaklaşık 50 milyon kadının evde,
işyerinde ve kamusal alanda cinsel veya fiziksel şiddete maruz
kalmaya devam ettiği belirtildi.
Finlandiya, İsveç, Macaristan, Danimarka ve Lüksemburg’da bu
oranlar en yüksek seviyede. Bunun nedenlerinden biri de, özellikle
İskandinav ülkelerinde, kadınların şiddeti açıkça tartışma
konusunda daha az çekincesi olması ve şikayette bulunma cesaretini
göstermeleri.
Araştırmaya göre, AB genelinde kadınların sadece %13,9’u şiddet
vakalarını polise bildiriyor. %64’ü ise yaşadıklarını yalnızca bir
arkadaşına, aile üyesine veya yakınına anlatıyor.
Öte yandan, 2014-2024 yılları arasında AB’de 18-74 yaş arası
kadınların cinsiyet temelli şiddete maruz kalma oranında yalnızca
yüzde birin altında (yüzde 31,4'den yüzde 30,7’ye) bir düşüş
görüldü. Asıl üzücü olan da bu krize dair süregiden sessizlik:
Kadın haklarını savunan politikalar ve önlemler hayata
geçirilemediği sürece, bu acı döngü devam edecek.
AB düzeyinde cinsiyet eşitliğini sağlamak ve cinsiyet temelli
şiddetle mücadele etmek için son dönemde çeşitli yasalar çıkarılsa
da, bu düzenlemeler üye ülkelerde eşit düzeyde uygulanmıyor.
Şiddetle mücadelenin önündeki en büyük engel ise, kaynak eksikliği
-barınma evleri, destek hizmetleri ve veri toplama
mekanizmalarındaki yetersizlikler- gösteriliyor.
Dolayısıyla kadına yönelik şiddet aslında sadece bir kadın
meselesi değil, aynı zamanda bir erkek meselesi… Dolayısıyla bir
toplumsallık ve norm meselesi… Zira, gücü elinde tutan, toplumsal
denetimi sürdüren bir erkek egemen kültür, cinsiyete dayalı şiddet
için elverişli bir zemin hazırlıyor.
Cinsiyete dayalı şiddetle ilgili -birçok yönden eleştirilen ve
eksik görülen- ilk direktifini ancak bu sene yürürlüğe sokan ve üye
ülkelere de bu direktife uyum için üç yıl mühlet tanıyan Avrupa
Birliği, bu sene üye ülkeler arasında kıyaslanabilir yeni veriler
hazırlanmasını taahhüt etti ama bunu da zorunlu bir ödev olarak
değil, “isteğe bağlı bir öneri” olarak masaya getirdi.
Söz konusu yeni direktifle birlikte, AB çapında erken yaşta ve
zorla evlilik ile kadın sünneti yasaklanırken, kamuya mal olmuş
kişilere, gazetecilere ve insan hakları aktivistlerine yönelik
şiddet suçlarına ağır cezalar getirildi. Ancak, üye devletler
arasındaki fikir ayrılığı nedeniyle, tecavüzün “rıza dışı cinsel
ilişki” olarak tanımlanması direktife dahil edilmedi. Bu eksiklik,
cinsiyet temelli şiddetle mücadelenin temel taşlarından birinin
hâlâ yerine oturmadığını gösteriyor.
Bir yandan da, sürecin uygulama boyutunda, Avrupa’daki farklı
kurumlar kadına yönelik şiddetle mücadelede kapasite artırımı ve
farkındalık girişimlerini özellikle son yıllarda
güçlendirdiler.
Geçtiğimiz hafta Avrupa Konseyi Kadına Yönelik Şiddet Bölümü
tarafından, kadına yönelik şiddet mağdurlarına yardım eden
avukatlar ve sivil toplum kuruluşlarından oluşan ilk uzman ağı
resmen başlatıldı.
Avrupa Konseyi’ne üye 38 ülkeden avukatlar ve STK’ların
katılımıyla gerçekleştirilen toplantı, şiddet mağdurlarını
destekleyen avukatlar arasında hukuki stratejilerin paylaşımını
artırmayı ve iş birliğini güçlendirmeyi hedefliyor ve bu haliyle de
bir “dönüm noktası” olarak görülüyor.
Toplantıda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aile içi şiddet
ve tecavüz davalarına ilişkin artan içtihadı, İstanbul
Sözleşmesi’nin dava süreçlerindeki kritik rolü ve etkili hukuki
yaklaşımları örnekleyen vaka çalışmaları ele alınırken, süreç
bundan sonra hem çevrimiçi hem de yüz yüze düzenlenecek düzenli
buluşmalarla devam edecek. Avukatlar bu Ağ sayesinde bilgi ve
deneyimlerini paylaşma, mesleki becerilerini güçlendirme ve kadın
ile kız çocuklara yönelik şiddet mağdurlarının haklarını savunma
çabalarını kolektif olarak artırma imkânı bulacak.
Türkiye’nin de dahil olduğu Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak
kurulan bu Ağ’ın amacı, Avrupa Konseyi üyesi tüm ülkelerdeki
avukatlar arasında düzenli bilgi alışverişini kolaylaştırmak ve
kadına yönelik şiddetle mücadelede stratejik dava süreçleri için
bir bilgi paylaşım platformu olarak hizmet vermek.
Ağ, ulusal ve Avrupa düzeyinde daha yenilikçi içtihatlarla hem
İstanbul Sözleşmesi’nin hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
uygulanmasını güçlendirmeyi de hedefliyor. Ağ’a katılmak
isteyenler, özel bir web sayfası üzerinden başvuru
yapabiliyorlar.
Yönümüzü Türkiye’ye çevirdiğimizde bizi çok çarpıcı bir
araştırma karşılıyor.
İki değerli akademisyenin, Güneş Aşık ve Naci H. Mocan’ın
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışın kadın cinayetleri üzerindeki
etkilerine baktığı bilimsel çalışma kısa süre önce
ABD merkezli NBER (Ulusal Ekonomik Araştırmalar Bürosu) çalışma
raporu olarak yayımlandı ve çeşitli ekonometrik yöntemler
kullanarak Sözleşme’den çıkışın Türkiye’deki kadın cinayetlerini
arttırdığını ortaya koydu.
“Hükümet Eylemlerinin Sinyal Değeri: İstanbul Sözleşmesi’nin
Kadın Cinayetleri Üzerindeki Etkisi” başlıklı çalışma, hükümet
eylemlerinin topluma gönderdiği normatif sinyalleri ve bu
sinyallerin kadına yönelik şiddet üzerindeki etkilerini
inceliyor.
İstanbul Sözleşmesi, kadınları şiddetten korumayı amaçlayan ve
39 ülkenin imzalayıp onayladığı uluslararası bir anlaşma. Türkiye,
2011 yılında Sözleşme’yi imzalayarak öncü ülkelerden biri olmuş,
ancak 2021’de, yani tam on yıl sonra, Sözleşme’nin, “Türkiye’nin
toplumsal ve aile değerleriyle bağdaşmayan bir şekilde,
eşcinselliği normalleştirme çabalarına alet edildiği” gerekçesiyle
bir gecede çekilmişti.
Genellikle ekonomi, sosyoloji ve siyaset biliminde kullanılan
sinyal değeri (signaling value) kavramı ise, bir karar, eylem veya
davranışın, çevreye veya ilgili taraflara belirli bir mesaj veya
norm gönderme kapasitesi anlamına geliyor.
Dolayısıyla bir kişi, kurum ya da hükümetin yaptığı bir eylem,
sadece kendi içeriğiyle değil, aynı zamanda toplumdaki bireylerin
bu eylemi nasıl algıladığıyla da etki doğuruyor ve bu algılar,
bireylerin veya grupların değerlerini, normlarını, beklentilerini
ve davranışlarını şekillendirebiliyor.
Bu açıdan, İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmeye sadece yasal
bir değişiklik olarak bakmamak gerekir. Bu eylem, aynı zamanda
toplumda kadına yönelik şiddetle ilgili bir “tolerans mesajı” ve
“şiddete göz yumulabileceğine” dair bir normatif sinyal olarak da
algılanabilir.
Aşık ve Mocan’a göre, bu çekilme kararı, mevcut yasaları veya
kanun uygulama yöntemlerini doğrudan değiştirmemiş olsa da, kadın
hakları savunucuları tarafından, kadına yönelik şiddete tolerans
gösterildiği şeklinde bir mesaj olarak yorumlandı.
Araştırmacılar, analizlerini bağımsız kaynaklardan elde edilen
iki ayrı veri seti – farkların farkı yöntemi
(difference-in-difference) ve erkek cinayet verileri de
dahil edilerek yapılan analizler- kullanarak yaptılar.
Sonuçta, bu kararın yıllık ortalama 70 ilave kadın cinayetine
yol açtığını ortaya koydular. Bu cinayetlerin büyük kısmı, kadının
yakın partneri tarafından, uzun süredir dini-muhafazakâr koalisyon
partilerinin güçlü desteğine sahip ve eğitim seviyesi görece düşük
illerde işlenmiş.
Öte yandan, araştırma, 2011 yılında Sözleşme’ye katılımın tam
tersi bir etki yarattığını ve kadın cinayetlerinde azalmaya yol
açtığını da ortaya koymuş. Sözleşme’nin imzalanması, topluma
“şiddete karşı normatif bir sinyal” göndermiş ve ardından
caydırıcılığı artıran kapsamlı yasaların yürürlüğe girmesiyle
desteklenmiş.
Yani, Aşık ve Mocan’ın araştırması, hükümetin topluma verdiği
mesajların, bireyler tarafından normatif sinyaller olarak
algılandığını gösteriyor. Örneğin, Sözleşme’den çıkışın cinayetleri
artırma yönünde etkisinin en yüksek olduğu bölgelerden biri Doğu
Anadolu. Sözleşme kabul edildiğinde kadın cinayetlerinde en fazla
düşüş yaşanan, Sözleşme'den çıkıldığında da kadın cinayetlerinde en
fazla artış görülen bölgelerden biri de bu bölge…
Dolayısıyla, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’yle olan
“hikayesi”, hükümet eylemlerinin sadece yasal sonuçlar doğurmakla
kalmayıp, toplumsal algıları ve davranışları da yönlendiren güçlü
normatif mesajlar taşıdığını gösteriyor.
İstanbul Sözleşmesi sadece İstanbul Sözleşmesi değil.
Politikaların yalnızca yasal çerçeveyle değil, toplumun değer ve
normlarına yönelik etkileriyle de değerlendirilmesi gerekiyor.
Cinsiyete dayalı şiddet de, sadece mağdurun veya mağdur
yakınlarının sorunu değil. Bu, tamamen toplumun ve bir ülkenin
birlikte çözmekle yükümlü olduğu bir hak ihlali ve bir sorumluluk
alanı. Ayrıca bu şiddet, yasal düzeyden gönderilen normatif
sinyallerin halkta karşılık bulmuş halidir.
Yüzlerce balon, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı
Uluslararası Mücadele Günü’nde ülkelerin semalarını turuncuya
boyayabilir.
Kırmızı topuklu ayakkabılarla yapılan enstalasyonlar, Avrupa’nın
farklı sokaklarını al renge bürüyebilir.
Ama günün sonunda, İstanbul Sözleşmesi ve uygulanan kanunlar
yaşatır. Çünkü kadının yaşam hakkının siyaseti olmaz, olamaz.
Türkiye’de son 10 yılda 343 kadın katledilmişse, 2024’ün ilk 10
ayında 184 şüpheli kadın ölümü gerçekleşmişse, “balkon” ile “düşme”
kelimeleri yan yana geldiğinde ürkmeye devam ediyorsak, toplumsal
cinsiyete duyarlı bütçeleme yapılmıyorsa, 6284 sayılı Kanun etkin
uygulanmıyorsa, kadınlar birer birey değil eş veya anne olarak
konumlandırılıp güvencesiz bırakılıyorsa, tüm bunlar soğuk birer
istatistiksel veri veya donuk bir durum tespiti değil.
Bunlar sıcak, el yakan, vicdan ağrıtan, tüm yetkilileri ve
toplumun bilinç düzeyini harekete geçirmesi gereken uyarılar...
Ve çözüm, koruma kararı verilen kadın katledildiğinde, “neden
kapıyı adama açtı?” diye sormanın dışında aranmalı.