Türkiye ve İsrail’de yer alan semt pazarlarının günümüzdeki renkli, nadir portreleri ve barındırdıkları lezzetler, Tel Aviv ANU Müzesi’nin de katkısıyla Polonyalı kültürel antropolog Kornelia Binicewicz ve İtalyan fotoğrafçı Italo Rondinella’nın hazırladıkları ‘Pazar // Shuk’ kitabıyla gündemde. Kitap, günümüz pazarlarının maruz kaldığı ekonomik, sosyal ve demografik meseleler adına da büyüteç etkisi yaratıyor
Geçtiğimiz günlerde (16 Haziran) İstanbul’un çok kültürlü semtlerinden Balat’ta yer alan eski bir Rum yapısında, Türkiye ve İsrail’in kültürel genetiğindeki benzerlikleri yansıtan özel bir yayının tanıtımı yapıldı. İstanbul’daki İsrail Başkonsolosluğu tarafından, ANU Museum Tel Aviv'in desteğiyle yaptırılmış, Paper Street Co. işbirliği ile hazırlanmış kitap, ‘Pazar/Shuk’ adını taşıyor.
Renkli fotoğraflar eşliğinde, her iki kentteki tarihsel ve kültürel dokuyu yansıtır eski semt pazarlarını merkezine alan çalışmada, Polonya kökenli, İstanbul merkezli kültür antropoloğu; müzik ve yemek projeleri küratörü, Polonya; Türkiye ve İsrail’deki bazı müzik ve kültür festivallerinin program yöneticisi; ‘Ladies on Records’’ küratöryel girişimi ve ‘Eat Music with Culture’ projesinin kurucusu Kornelia Binicewicz’in imzası yer alıyor. Esere, İstanbul’da yaşamını sürdüren İtalyan belgesel fotoğrafçısı ve film yapımcısı Italo Rondinella eşlik ediyor. Türkçe, İngilizce ve İbranice çalışma, Türkçede ‘Pazar’, İbranicede ‘Shuk’ kelimesini esas alan bir başlıkla okura sunuluyor. Kitap, zenginliğini ziyaret edilen pazar yerlerinden edinilen fotoğraflar ve portreler ile, buralara uğrayan farklı kültür ve mesleklerden insanlardan alınan yemek tariflerinden alıyor.
Kitabın İstanbul sayfalarında, Musa Dağdeviren (Çiya Sofrası’nın şefi ve sahibi) ve Aret Silahlı (Aret’in Yeri’nin sahibi), dikkat çekerken, kendilerine Tel Aviv’e ilerleyen sayfalarda David Kishka (İsrail Mutfak Kültürü Derneği Başkanı), Sherry Ansky (Yemek gazetecisi ve Tel Aviv’deki Sherry Herring’in sahibi) ve Avivit Priel Avihai de (Tel Aviv’deki Ouzeria’nın şefi ve sahibi) eşlik ediyor. 206 sayfalık özel kitap, gerek İsrail, gerekse Türkiye ve dünyanın maruz kaldığı, iklim krizi ve politik çatışmalar ile bölgesel savaşların da yarattığı artan insan, eşya ve ‘değer’ trafiğini belgelemesi bakımından nadirliğini ortaya koyuyor. İkili, çalışmayı bir ‘hikâye ve deneme ile, sokak fotoğrafları koleksiyonu’ diye tabir ederken, yapıtla ilgili geniş bilgiye internet üzerinden de erişilebiliyor. Biz de, hazır pazarlar kurulmuşken, ikiliye sorularımızı devrediyoruz…
Kitabın doğumu, Türkiye ve İsrail’in ağır ekonomik ve jeopolitik varoluş konularıyla cebelleştiği, borsa ve hükümetlerin sarsıntı yaşadığı, güvenlik meselelerinin arttığı ve elbette pandeminin halen gündemi tayin ettiği, buna mukabil iklim değişikliğinin de arttığı günlere rastladı. Ancak ne güzel ki, çalışmanın editoryal iç yapısı umutvar bir şekilde Akdeniz’in göç ve ticaret belleğini tayin eden azınlık kültürlerinin bir kutlamasını ortaya koyuyor. Dolayısıyla size şunu sormak yerinde olabilir: Size göre bu iki tarihsel miras-kentin maruz kaldığı en acil meseleler nelerdir ve gerek resmî, gerekse sivil düzeyde bu konuda neler yapılabilir?
'Pazar//Shuk' kitabı, bize sosyal, ekonomik ve demografik eylemlerin hikâyelerini aktarıyor. Pazaryeri, bir tür büyüteç vazifesi görerek, civarında olup biten tüm değişiklik ve dönüşümleri ortaya seriyor. Bize kalırsa, pazar yerleri bireylerin ilk ve en fazla buluştuğu, yeni işbirliklerini ortaya koyup kültürel alışveriş içine girdikleri yerler. Buraları, toplumun tarihsel ve demografik hafızayı tecrübe edebildikleri, çoğulculuğun yeniden işlevsel hale geldiği ve çeşitliliğini kavradıkları yerler de aynı zamanda. Ayrıca pazarlar, şehirlerin dokusunda meydana gelen kaçınılmaz değişimler adına da kamusal keşiflerin ayırdına varabileceğimiz yerler olarak dikkat çekiyor. Bu yönden Pazar yerleri, farklı insan gruplarını bir araya getirebilmek adına, sırf o buluşmalar olumlu neticelenmese, çatışmalara da vesile olsalar, biricik imkân kaynakları aslında.
Çeşitli insan toplulukları ve bunlara dair alanlar üzerinden söylersek, pazar yerlerinin de yaşadığı en büyük tehlikelerin, zaten küresel olarak gözlemlediğimiz meseleler olduklarını görürüz. Misal, ‘buldozer neo - liberalizm’: Yurttaşları bölgelerin geleceğiyle ilgili müzakere dışına iten kentsel yenileme projeleri veya kudretli yatırım ve inşaat şirketlerinin üstlendikleri devasa ebatlı projeler gibi. Tüm bu meseleler, pazar yerlerinin durumunu tabir edebilmek adına önem teşkil ediyor; bununla birlikte yerel halk topluluklarını da elbette. Bu anlamda soylulaştırma da bu tehlikelerden biri olarak alınabilir, bu durum, yoğun arazi açlığıyla ilgili. Süpermarket ve marketlerin sayılarının gittikçe artıyor oluşu, kamusal alanlara kurulan pazar yerlerinin konumunu da etkiliyor. Ancak bu noktada asıl tehlikenin, sayıları giderek artan düşük maliyetli ve ucuzluğa dayalı zincir marketler olduğu söylenebilir. Yoksa, sıradan ‘dükkân’ veya ‘bakkal’lar ise, pazar yerleri adına ekonomik ortak yaşamın çalışan doğal vakaları olarak alınabilir.
Bu noktada mesuliyet, bizlere, yurttaşlara kalıyor. Tüketici olarak seçeneklerimiz ve alışveriş alışkanlıklarımız, pazar yerlerinin yarattığı kültürün varoluş biçimi veya yok oluşuna bariz bir etki yapıyor. Yeni nesiller, yerel pazar yerlerinden alışverişi modası geçmiş bulabiliyor. Süpermarketlerin her yerde olabiliyor olma hali, kamusal alanlardaki pazar yerlerini doğrudan etkileyerek, buraları güya yoksul insanlara ait mekânlarmış gibi fişliyor. Hal böyle iken orta sınıf veya üst sınıf yurttaşlar da alışverişlerini yerel pazarlar yerine, ‘gurme dükkânlarda’ ve süpermarketlerde yapıyor. Bu noktada şunu vurgulamak gerekiyor ki, pazarlar, farklı sosyal ve ekonomik sınıfları bir araya taşıyor. Onları bir araya gelebileceğimiz, etkileşim içine girebileceğimiz yerler haline getiriyor. İşte bize kalırsa bu, pazarların en önemli rollerinden bir tanesi.
Kitabın önsözünde olumlu bir şekilde, Osmanlı ticarî geleneği ve prensibi ‘İaşe’ye gönderme yapıyorsunuz. Bu kural Akdeniz çeperinde pek çok kişiyi onca zamandan bu yana sosyo ekonomik iletişim bakımından güvenceye almışa benziyor. Peki kitap üzerinden baktığımızda bu kuralın halen İstanbul ve Tel Aviv’de yeterince etkili olduğu söylenebilir mi? Yoksa yine, sözünü ettiğimiz kapitalist rekabetçi, açgözlü zihniyet, mevcut neo-liberal düzenlemeleriyle bu kuralı da tahrif mi ediyor?
Amerikalı bir mimar olan Alexis Şanal’ın bir araştırması var. Buradan öğrendiğimiz kadarıyla Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyu, ticaretle uğraşan kesimler hiyerarşik olarak örgütlenmiş olmadığı gibi, rekabet kanununa göre de eylem koymamışlar. Onlar daha ziyade, destek akçe / prim veya karşılıklılık ilkesi üzerinden yapılanmış. Osman Gazi, rekabet düzeni yasasını ürünlerin fiyatları üzerinden şekillendirmiş. Devrin Osmanlı kanaat öncüleri, zorunlu tüketim ürünlerinin pazar yerlerinde edinilebilirliği uyarınca tayin edilen alım gücüne müsait fiyatlarının, sosyal nizam güvencesi ve politik denge adına, esas teşkil ettiğine inanarak hareket etmiş. Günümüzde ise Türkiye’deki pazar yerleri, kira kontratları ve ayarlanmış vergi kontrolü altında tutuluyorlar. Mevcut sistem içinde halen pek çok gri alan ve kayıt dışılık barındırıyor; bu da otoritelere, pazar yerleri ve muhatap oldukları topluluklar aleyhine yasal bir hak tanımış oluyor.
Türkiye’deki ‘semt pazarları’, halen neoliberal bağlam ve saf ekonomik çıkarın dışında
faaliyetteler. Satılan ürünlerin fiyatları ülkenin ekonomisinden etkileniyor, ancak onların da fiyatları, yerel satıcıların muhatap oldukları yerel topluluklarca kabul görüyor. Yani halen, pazarcı ve müşteri arasında pazarlık edilebilir durumda diyebiliriz. İsrail’deki pek çok pazar ise şu sıralarda taze, ucuz ürünleri bulamayacağımız yerler haline dönüştüler. Bugünlerde İsrail pazarlarında bulduğunuz ürünler, marketlerde daha ucuzlar. Taze sebze, meyve, et ve günlük mandıra ürünleri, artık yerlerini sokaklarda açılan tezgâhlara veya mahallelerdeki günübirlik lokantaları bıraktı. Dolayısıyla İsrail’de pazarların sosyal rolü, bilhassa son 10 yıl içerisinde sert biçimde dönüşüme uğradı.
Kitabınızda da mükemmel biçimde örneklediğiniz üzere, pazarların seçkinleşme riski ne seviyede ? Azapkapı Balık Pazarı, Dolapdere Bit Pazarı, Edirnekapı Atpazarı gibi, ya da İsrail’den Airbnb dönüşümü üzerinden örneklediğiniz Yafa veya Carmel soylulaştırma dönüşümü gibi, yok oluşlarını örneklediğiniz bu gibi kültürel iklim alanlarının korunması adına, sizin fikirleriniz neler olabilir?
Türkiye’deki semt pazarlarının neslinin tükenme süreci, kentteki parklarla aynı denebilir. Buralar kentte ekonomik takas alanı veya yeşil birer vaha olarak kalmadığı gibi, birer iletişim odağı, buluşma noktası, özgür düşünce ve zaman için birer doğum yeri olarak da işliyor. Kimi bölgelerde yaşanan soylulaştırma, kentin dinamik gelişimi karşısında kaçınılmaz olduğu gibi, yeni bir şey de vadetmiyor. Ancak bu sürecin, bölge sakinlerine danışılmak suretiyle, adil ve açık alternatif tercihler sunulmasıyla işlemesi de gerekiyor. Azapkapı Balık Pazarı, Edirnekapı At Pazarı veya Dolapdere Bitpazarı gibi yerler, otoritelerin kentsel planlama ve demografik değişimlerinden ötürü yok olmuş durumdalar. ‘Kenti pislikten arıtma’, trafik ve gürültüden kurtarma hedefi sıkça yerel pazarların taşınması veya tamamen kaldırılması ile sonuçlanabiliyor. Önce Yeldeğirmeni, ardından Kuşdili Çayırı, Hasanpaşa ve son olarak Merdivenköy-Fikirtepe’ye taşınan Kadıköy Pazarı’nı da bu konuda mükemmel bir örnek olarak gösterebiliriz. Bu, yüksek nitelikli emlak veya yeni AVM’lerin inşası gayesiyle üretilen planlar sebebiyle ortaya çıktı. Kenti alışveriş merkezlerinin aşırı varlığı ve beraberinde gelen ruhsuz beton hakikatine karşı koruyabilmek, onun içerdiği alanın demografik ve tarihi bağlamını anlamak ve eşgüdümlü biçimde yerel sakinlerin ihtiyaçlarına kulak verebilmekten geçiyor.
Bu yönüyle Tel Aviv’deki pazar yerlerinin başına gelen - ki emlak fiyatlarındaki patlama ve aşırı seçkinleştirmedir bu - bir bakıma İstanbul’un pazar yerleri adına da bir kehanet olarak varsayılmalı. Pazar yerlerinin maruz kaldığı kentsel dönüşüm, içindeki kişiler ve kentin ta kendisini büyük çapta etkiliyor. Seçkinleştirilmiş pazar yerleri, giriş yapılamaz hale getiriliyor ve bu durum yüzünden gelir düzeyi düşük yurttaşlar, işçi sınıfı bu durum sebebiyle alım gücünü kaybediyor. Bu durum sırf onları değil, hatta kentteki orta sınıf ve dahi üst sınıf, yahut yeni ziyaretçiler ve turistler için bile etkili olabiliyor. Hiç kuşku yok ki, bu durumun getirdiği çıkarlar olduğu kadar, kentin dokusuna verdiği zararlar da mevcut.
Kitapta Musa Dağdeviren’in (Çiya kurucusu) dikkati çektiği üzere, İstanbul’da halihazırda dilekolay 300’ün üstünde semt pazarı bulunduğu yazılı. Kendisi ayrıca has ürün arayışı içindeyken güvenilir kesimlere veya yeraltına bakmamızı da salık veriyor. Bu durum aklımıza süregiden yüksek fiyat oranları ile, gıda krizini de getiriyor. Yorumunuz?
İstanbul’un pazarlarının sayısı elbette baş döndürüyor. Bu sayı aynı zamanda olduğundan daha da az. Zira hemen her mahallenin, radara girmeyen kendine has gayrıresmî pazarı da var. Bu bize ürünlerin çeşitliliği ve fiyatları adına bir fikir de veriyor. Semt pazarı, içinde yaşayanların ekonomik durumu ve kurulduğu yerle de sıkı sıkıya ilişkili. Sözgelimi ucuz bir pazaryeri olarak alınan Tarlabaşı pazarı, ekonomik güçlüklerin yaşandığı zamanlarda elbette ki yeni ziyaretçilerin ilgisine mazhar olabiliyor. Aynı durum belli pazarlarda, belli ürünlere de, satıcıların çeşitliliği hakkındaki bilgiye de yansıyor; sebzelerin belli mevsimlerdeki durumu da, ekonomik bakımdan ayakta kalabilmeye yardım edebiliyor. Musa Dağdeviren bu türlü bilgileri ortaya çıkaran mükemmel bir kişilik, kendisi sadece büyük bir şef olmakla kalmayıp, araştırmacı ve mahalle pazarları adına da büyük bir amatör olarak görünüyor.
6-7 Eylül olayları akabinde pek çok semtin maruz kaldığı üzere, Ermeni, Musevî veya Rum azınlıkların yaşadıklarından sonra Samatya semti ve pazarı da kendi üzücü dönüşümünü gördü. Fakat kitabınızda burada meydana gelen yeni tür bir kültürel zenginliğe, buraya gelip alışverişte bulunan Angola, Rusya, Kongo, Ukrayna vb. kökenli bambaşka yabancı satıcılarla referans veriyorsunuz. Aynı durumun tecrübe edildiği bir diğer ‘Üçüncü Dünya Kültür Mirası’ dönüşümü, Tarlabaşı Pazarı adına da deneyimleniyor. Keza kitabınızda, süregiden Taksim 360 kentsel dönüşüm ve yapılandırma projesini eleştirerek bunun etkilediği ulusalcı, muhafazakâr zihniyetteki insanları eleştiriyorsunuz. Ve ayrıca bize kitabınızda, bize bu örneklerden biri olarak, hayatını Türkiye’de, Samatya Pazarı’nda kazanmaya çalışan, bu ülkede yaşamaya devam eden Kievli Larisa’yı gösteriyorsunuz. Bunlardan yola çıkarak, gerek Tel Aviv, gerekse İstanbul (veya Roma, New York veya Londra, Paris) gibi kentlerin kendi içlerinde yine kendilerine özgü acı dramalar barındıran, ama yine de kremalı lezzetler de vadeden birer ‘Küresel insanlık başkenti’ olduğu varsayımında bulunabilir miyiz?
İstanbul ve Tel Aviv’in güzelliği ve kudreti, kendilerini evlerinde sayan insanların çeşitliliğinden geliyor. Herkes kente kendi izini bırakarak, beraberinde kendi ürünlerini taşıyor, kültür, müzik, yiyecek, türlü tüketim maddesi ve dahi inançlarıyla bunu yapıyor. 2009’da, Asu Aksoy dünyevilikten kaynaklı kamusal tecrübelerin, İstanbul adına bir nihai erek olduğunu yazmıştı. Bu fikri ayrıca, ‘Demokratik temelde sosyal dayanışma doğrultusunda, kentin herkes adına kamusal bir alan olarak düşlenmesi,’ üzerine kurmuştu. İstanbul ve Tel Aviv, yüzyıllardan bu yana yeni ziyaretçileri için kucak açtığı gibi, farklı etnik ve dinî kökenlere mensup kimselerin dışlanması adına da bir sahne olarak belirdi. İstanbul ve Tel Aviv’e akın halindeki insanlar, kentlerin demografik haritalarını değiştirdiler. İşçi göçmenler, sığınmacılar kentlerde yeni yapılar ürettiler. Ve elbette gördüğümüz üzere, pazar yerleri, ya da diğer yerler de bu değişimlerden nasibini alıp, bunun mesulü oldular. Bu durum, dünyadaki öteki metropol ve başkentlerde de sürüp, gidiyor.
Tel Aviv ve İstanbul’un yanı sıra, sözünü ettiğiniz bu alanlarda defaten vurguladığınız bir takıntı da, ‘özgünlük’ olsa gerek. Bir çok ticari mesken veya mahalde karşımıza çıkan ‘Meşhur’ tabiri, gerçekte yaratıcılığın özgünlüğünü kendi çıkarına gizliyor ve bundan kaynaklanan taklit yaratıcılık da, müşteri ve üretici arasındaki uçuruma vesile oluyor. Kitabınızda buna örnek olarak, tanıttığınız halde tam adresini vermediğiniz, keşfe açık menemenci Hamido’yu vermektesiniz. Dolayısıyla kitaptan, çoğunlukla orta sınıfın bu yerlere gidişinde aslen acil, sahici, samimi değerlerin öne çıktığı fikrini ediniyoruz. Ama biliyoruz ki tam da satışa sunulan tüketim maddelerindeki bu orijinallik sebebiyle, bazı seçkinler de bu maddeleri stokluyor, markalandırıyor ve onları fahiş fiyatlarla pazarlıyor. Bu durum karşısında sizin fikriniz ne olabilir ?
Pazar yerleri, farklı kimselerin farklı taleplerini karşılıyor. Sattıkları ürünleri, farklı yurttaş kesimlerine sosyo ekonomik durumlarına bakmaksızın iletiyor. Bunun gibi ‘Has’, ‘Hakiki’, ‘Organik’ ürünler, satıcılar tarafından ‘en ucuz’ veya ‘yerel’ halleriyle, türlü müşterilere birer iletişim biçimi olarak aktarılıyor.
Kitabınızda örnek verdiğiniz, Kadıköy Cuma Pazarı ve Feriköy Organik Pazarı’ndaki dönüşüm projesi gibi, Tel Aviv’de de belediye bazlı soylulaştırma ve restorasyon projeleri babında HaCarmel Pazarı’na dikkat çekmektesiniz. Bu pazardaki Maatok Kasabı, Türk kökenli Shaul Shrem’in baharatçısı, Yemen Fırını ve Shmuel de bunlar arasında, emeği ve tarihi ile övdüğünüz örneklerden birkaçı. Yine kitapta Levinsky pazar yerini de ziyaret ediyoruz… Bunlardan söz edebilir miyiz ?
Proje üzerinde çalışırken her pazar yerindeki satıcı ve müşterileriyle röportajlarımız oldu. Bölgelerin teknik durumu ve korunmuşluğu, ayrıca araştırmalarımızın konuları arasındaydı. Bölgelere yeni bir hayatın teşviki ve yeniden yapılandırılması, aynı zamanda güvenli çalışma alanları bakımından da hayati önem arz ediyor. Bu bakımdan metal birimler ile güncellenen çatılandırmasıyla, hijyenik alt yapısı ve tezgâhlarıyla Kadıköy pazarının aslında gerek tüketici, gerekse pazar esnafı babında kötü yargılandığını gördük. Fakat günler geçtikçe pazarcıların bu konfor ve temizliğe, pazar yerinin organize alanına uyum gösterdiğini de anladık. Hakan Kıran isimli mimarın tasarımını üstlendiği yeni pazar elbette ki ahşap direkleri ve yelkenvari tenteleri ile, kabul edilebilir bir bilgi ve kaosu barındırır eski cazibesini yitirmiş olabilir.
Bunun gibi, Tel Aviv’deki HaCarmel pazarı da yakında teknolojik ve lojistik bir yeniden yapılanmaya maruz kalacak. Keza yine Tel Aviv’deki Levinsky pazarı bugün artık bir yeme içme alanına dönüştürülmüş vaziyette ki, bu da herhangi bir teknolojik radikal yenilemeden nasibini almadı. Yalnızca geliştirilerek, çalışır vaziyetteki elektrikle, kablolarıyla, su sistemiyle cilalandı ve nihayetinde araç trafiğine kapatılarak, yaya dostu bir mekâna dönüştürüldü. İşte, pazarcılar da pek çok örnekte artık bu dönüşümlere bakarak hareket ediyorlar. Turistlerin çoğu ve bir kısım tüketici bu değişimi yıkıcı, zarar verici olarak algılıyor. İşte, 'Pazar//Shuk' kitabında biz de herhangi bir önyargıya gitmeksizin, iki farklı görüşe sahip bu katılımcıları sunmayı amaçladık.
Mısırlı Kıpti halkının mutfak geleneği Falafel örneğini kitapta verdiğiniz gibi, günümüz insanlarında da ilginç bir eğilim mevcut; neredeyse herkes kendi kültür zenginliğini asli kaynağını tam olarak bilmeksizin sahiplenerek lisanslıyor. Kitapta da balık ekmek örneğini İstanbul üzerinden bize aktarmışsınız. Buna karşın yine İsrailli balık ekmekçi Elad Amitai ve Filistinli ortağı Rüştü Mansu da bize adeta insan doğasının barış lezzetini vadetmiyor mu?
Kanaatimce yemek veya mutfak kültürü geleneği, kimseye ait değil. Onlar, müşterek, çok uzun soluklu iş birliklerinin, ilhamlar ve kendine mal edişlerin meyveleri. Yemek, kolaylıkla ulusal kimliğin bir sembolü olarak dünya genelinde kullanılıyor. Falafel’in de Mısırlı Kıptiler tarafından yaratıldığı söyleniyor, ancak orijinalini fava/bakla tohumlarından alıyor. Günümüzde falafel de tabaklarımıza gelene değin dünyanın pek çok yerinden geçmiş, uzun bir yolculuk yapmış bulunuyor. Ancak onu öncüleri ve mucitleriyle de anmak önemli. Elad Amitai’nin HaCarmel pazarında sattığı balık ekmeği de yaratıcı bir yiyecek olarak kabul görmekle birlikte, bunda Türkiye’deki ve diğer Akdeniz ülkelerindeki kökeninin de hakkı teslim ediliyor. Dolayısıyla, orijinal kökenini bilmek gerçekten önemli; ancak yiyeceğin yolculuğunu bilmek de bir o kadar önem arz ediyor.
HaTikva, HaNamal, HaFilipini ve HaPishpeshim gibi diğer Tel Aviv pazarlarını da kitapta geziyoruz. Buralarda gördüğümüz tüm detaylarda, çehrelerde dikkatimizi çeken bir şey de, biricikliğinden kaynaklanan, ‘diğeri’ne yönelik ihtimam oluyor. Bu anlamda kitabı hazırlarken çalıştığınız İsrail ANU Halk Müzesi, barışın küresel kültürünü tanıtmak adına ne gibi bir katkı sağlamış olabilir ?
Bizim için Dünya çapındaki Musevi halkların mutfağını keşif adına çalışan, ANU aşçılık birimi ile çalışmak büyük bir deneyim oldu. ANU, İsrail’de bulunan ve diaspora ile göç konularına odaklanan bir müze. Yaptıkları, İsrail ve Dünya çapındaki insanların çeşitliliğine odaklanmakta.
Kitabı hayata geçirirken gereken asıl fotoğrafları neye dayanarak seçtiniz?
Italo Rondinella: Aslında seçim sürecinin daha çekim esnasında başladığı söylenebilir, çünkü aklımda hikâyeyi mümkün mertebe basit biçimde yansıtabilmek vardı. Ama eğer ki post-prodüksiyon esnasındaki seçim anını kastediyor ve bunu soruyorsanız, fotoğrafların sayısı / edisyon bakımından diyebilirim ki, ilk ölçütüm estetik oldu. Evvelâ en iyi olduklarını düşündüklerimi sepete bıraktım. Bu seçim esnasında kimi anlatı boşlukları yakaladım. Bunları öne çıkarmak veya yerlerini değiştirmekle, ikinci bir elemeye geçtim. Yani fikrimce estetik olan fotoğrafları değil ama, daha ziyade görsel hikâye anlatımına müsait olanlara yöneldim. Bir diğer mühim, yani süper önemli diyebileceğim unsur ise, kendi işime karşı kanaat edinirken aldığım objektif duruşun zorluğuydu. Bu nedenle, akıllıca ve seçme bir harici bakış açısının, kaçınılmaz olduğu fikrindeyim. Bu projede de, yolculuğun tamamını paylaştığım Kornelia’nın bakış açısı kesinlikle tayin edici oldu diyebilirim.