Sinemada, kentlerin yüzü olan alanların, mekânların, binaların kullanılması yeni değil. Muhtemelen bu muhteşem sanatın ortaya çıkışından beri var. Milenyum kulesi ya da köprüyü gördüğümüzde Londra, Özgürlük Heykeli ise New York, kolezyuma bakıyorsak Roma’dadır karakterimiz. Taç Mahal’in önünde duruyorsa Hindistan, Çin Seddi ise adını anmaya bile gerek yok. Türkiye’de Ayasofya’dan Eminönü’ne doğru giden bir tramvayda değilsek eğer, Galata Kulesi’nden Sultan Ahmet’e bakıyoruzdur muhtemelen filmin o anında.
Ama bütün bu küresel imajlar çok büyük oranda hikayeye, karaktere de hizmet eder bir biçimde yer alırdı bu anlatıların içerisinde, yerli yersiz kullanılmaz, hikayeden bağımsızlıklarını ilan etmezdi. Ve fakat Netflix ile birlikte, yani yereli yücelten küresel marka ile beraber hikayeden çok kent görüntüsü görmeye, karakterin suratından çok Galata Köprüsü’yle haşır neşir olmaya başladık. Söylemeden geçmeyelim; Netflix’in bütün dünyadaki içeriklere genel yaklaşımı böyle belli ki. Hikayenin geçtiği ülke/ kentteki küresel imajları seyircinin kafasına bir kez daha nakşetmek gibi temel stratejileri var.
Ancak Türkiye’de şimdiye kadar izlediğimiz içeriklere ve Cuma günü itibarıyla gösterilmeye başlanan “Kağıttan Hayatlar” filmine bakarak söyleyebiliriz ki, Türkiyeli yapımcılar yine kraldan çok kralcı. “Elimizin altında drone var yerli yersiz uçuralım Haliç’in üzerinden Sultan Ahmet’e doğru aralara serpiştiririz görüntüleri” diye düşünülmediyse eğer, talep var Netflix tarafından belli ki. Böyle bir talebin olduğu su götürmez ama hikayeyi akamete uğratacak, estetik olarak hiçbir anlam ifade etmeyen havadan bu kadar çok İstanbul görüntüsü biraz fazla işgüzarlık açıkçası. Yıllar boyunca ana akım televizyonlarındaki dizilerin içeriklerini bozuştururken “halk böyle istiyor” kolaycılığına kaçanların, “abi daya havadan İstanbul görüntüsünü adamlar böyle istiyor” diye düşünmeyeceğini düşünmek de saflık çünkü.
“Kağıttan Hayatlar”, Çağatay Ulusoy’un tek başına şekilden şekile girdiği, bir yükselip bir alçaldığı ve belli ki çok da üzerine titrediği karakteri dışında akılda ne bırakıyor güzel İstanbul görüntülerinden başka bir düşünmek gerek. Bütün beklentisini en sondaki sürpriz üzerine inşa etmiş bir hikayenin finaline geldiğimizde geriye dönüp sorgulamak da kaçınılmaz oluyor mecburen. Haklarını yemeyeyim, geriye dönük bazı sahneler gösterilerek sonraki sürprizin yapı taşları yeniden inşa ediliyor ama gösterilmeyenler çok soru işareti bırakıyor. En baştan bilinen bir arızaya rağmen, çocuğu ailesine götürelim, polise gidelim, vb. birçok muhabbetin anlamsızlığına dair sorular kalıyor aklımızda. Ama Ulusoy’un canlandırdığı Mehmet karakterinin hızlı dönüşümünün, giderek arızaya bağlamasının film içinde oturmayan taşları oturuyor böylece… Tatmin edebilir seyircilerin büyük kısmını…
Ama yoksulluğun, bağımlılığın estetize edilmesini ne yapacağız? Kâğıt toplamak bir iş ve bu işi binlerce insan yapıyor. Ama aynı zamanda kentin en yoksul kesimini oluşturuyorlar. Ve evet sokaklarda 8-10 yaşında çocuklar uyuşturucu madde için dileniyorlar, suç işliyorlar. Ayrıca kent ailesi tarafından reddedilmiş, sokaklarda yaşamaya zorlanmış çocuklarla dolu. Bütün bunları bir araya toplayıp, onlara dair bir hikaye anlatabilirsiniz. Hatta böyle hikayeleri daha da çoğaltmak lazım gelir belki kim bilir.
Böylesine ağır toplumsal sorunları, Karaköy sahili, Ayasofya manzarası, köprü üstü koşturmacası, Cihangir parkı hatırasına malzeme ederseniz ortada ciddi bir etik/ estetik sorun var demektir. Ercan Mehmet Erdem’ın senaryosu ve Can Ulkay’ın yönetimi ister gece, ister gündüz her daim ışıl ışıl İstanbul görüntülerine, tarihi sokaklarına, eski evlerine, kültürel hazinelerine katık ediyor bütün bu karakterleri. Yukarıdan Ayasofya’nın ertesine eklenen tiner çeken çocuk görüntüsü, Galata Köprüsü’ndeki neşeli koşturmanın ardından gelen “ailemiz bizi sokaklara bıraktı” muhabbeti, Balat’ın tarihi sokaklarında iki bina arasına serilmiş çamaşırların altında sergilenen yoksulluk görüntüsü. Kentin olanaklarını, olanaksızlıklarını ve gerçeklerini hikayenize hizmet etmesi için değil de, çarpıcı görüntüler arasına hikaye serpiştirmek için kullanırsanız sonuçları garip olabilir. Niyetiniz öyle değildir kuşkusuz ama bir bakmışsınız yoksulluk da tıpkı Galata Köprüsü gibi cazip bir şey haline gelir. Tiner çekmek oryantalist bir ritüel, sokaklarda dayak yemek İstanbul’un folkloru, yoksulluk ise Ayasofya gibi bu toprakların kadim uygarlığının yapı taşlarından birisi olarak görülmeye başlamış filminizde. “Tosun Paşa” filmine nazire yaparcasına hamamda erkek eğlencesi tertip etmek de turistik bir cazibe dışında anlam taşımaz haliyle.
Başka ülkelerin buralara bakarken “oryantalist” gözlükler takmasına aşinayız da, Netflix’in bu politikası kendi toplumuna oryantalist bakan her şeyi turistik bir kadraja sığdırabileceğini düşünen ‘yerli ve milli’ içerikleri daha da artıracak gibi görünüyor.