Geçen haftaki yazımı şöyle
bitirmiştim: “İstanbul Sözleşmesi'ni savunmak şart. Ancak bunu
yaparken meselenin salt kadın/erkek ikili karşıtlığı
perspektifinden anlaşılamayacağının, mücadelenin bütün toplumsal
cinsiyet kimliklerinin ortak mücadelesi kabul edilmesiyle daha
geniş bir zeminde yürütülmesinin öneminin vurgulanması gerekiyor.”
Bu hafta, bu tek cümleyi açmak gerektiğini düşündüğüm için aynı
konuda bir yazı daha yazmaya karar verdim. Modernliğin farklı olanı
silen, çok katmanlı olguları özlere indirgeyerek madun kıldıklarını
dilinden yoksun bırakan ikili karşıtlıklar üzerine bina edilmiş
olmasından da hareketle, en temel kurucu karşıtlıklardan biri olan
kadın/erkek ikiliğini yılmadan sorgulamanın önemi ortada. Bu
noktadan devam etmek istiyorum.
Kadını ancak hiyerarşik karşıtıyla var kılan bir dili var modern
hayatın. Erkekliğin bütün pozitif yüklemlerinin yokluğuyla, olumsuz
olanla, yoklukla malul kılınan kadınlık… Karşıtlıklar böyle işte.
Hiyerarşik bir ilişkiyi, daha da iyisi ilişki yokluğunu ifade
ediyorlar. İkiliklerin kutuplarından biri pozitif, diğeri negatif.
Var/yok, varoluş/yok oluş, varlık/yokluk (nam-ı diğer hiçlik),
yaşam/ölüm, olumlu/olumsuz, akıllı/akılsız (nam-ı diğer duygusal),
akılcı/ akılcılıktan nasibini almamış, varsıl/yoksul,
eğitimli/eğitimsiz, iktidarlı/iktidarsız… Listeyi uzatabiliriz.
Bunlarsız konuş(a)madığımız için, şimdi eminim her birinizin aklına
şu listeye ekleyeceğiniz sayısız ikili karşıtlık gelmiştir. Peki
bunların hayatımızı nasıl kurduğu üzerine hiç düşündünüz mü? Bu
birbirine zıt kutupların keskin karşılaş(amama)ları, dilimizi
zenginleştiren ifadelerin ötesine geçen bir toplumsal pratiğe, güç
ilişkilerine işaret ettiğine göre, üstlerine düşünmek, aralarındaki
sınırları delik deşik edecek biçimde şifrelerini çözmeye girişmek
önemli olsa gerek değil mi? İktidarın dilini kutuplaştırıcı olduğu
için yargılarken kendi dilimize, ilişki pratiklerimize böylesine
kurucu biçimde içkin bu karşıtlıkları görmezden gelmek, bu
karşıtlıkların dayattığı özcü perspektifi hiç sorgulamamak bana
kalırsa önemli bir politik aymazlık göstergesi. Oysa belki de
bildiğimiz diğer her şeyden daha fazla politik bir mesele bu.
Gündelik ilişkilerimizin tamamı bunlarla şekilleniyor. Tavır
alışlarımız bunlardan bağışık olamıyor. Karşıtlıkların
beraberlerinde getirdikleri fanatiklik bütün bakışımıza sinmişken
güç ilişkilerini çözümlememiz, tepetaklak etmemiz, onları
dönüştürmemiz bana pek mümkün görünmüyor.
Cinsiyet kimliklerimize geri döneyim. Ne kadın olmak, ne de
erkek olmak öyle doğmuş olmakla ilgili. İkili karşıtlıkların her
biri kendi özgül örüntülerini içeriyor. Erkekler ağlamaz lafıyla
başlayın mesela… Arkası çorap söküğü gibi gelir. Bu türden
cümlelerin her biri kulağımıza kendi zıtlarını da fısıldar.
Erkeklerin ağlamadığı klişesini duymak, ağlamanın kadınlara özgü
olduğunu da taa en derinlerde bir yerlerde hissetmek demektir.
Evinizde iki çocuk olduğunu düşünün. Oynarken düşen, ağlamaya
başlayan erkek olanına yalnızca atfedilmiş cinsiyetinden ötürü
ağlamaması gerektiğini söylediğinizde, oracıkta sizi dinleyen
kızınız kendisi ağladığında sizin buna, benzer bir anlam
yüklemeyeceğinizi anlayacaktır hemen. Farkında olmadan kurmaya
başladınız bile. Neyi? Cinsiyeti. Ama belki de en önemlisi
aralarındaki ilişkisizliği. Üstelik doğallaştırdınız bu durumu.
Sonradan kızınız kendisini Venüs’ten, oğlunuz da kendisini Mars’tan
gelmiş benzemezler, hatta asla benzeşemeyecekler gibi gördüklerinde
şaşırmamalısınız. Kızınız erkeklerin neden kadınlarınkine
benzemeyen tuvaletlerde mesanelerini boşalttıklarını merak edip
kendisi de üstünü başını berbat etme pahasına tuvalette oğlunuz
gibi ayakta durmakta ısrar ettiğinde ona kızmayın. Aslında haklı
olan o. Tuvaletlerin bir sosyolojisi, cinsiyeti var maalesef.
Rollerimizi, cinsel kimliklerimizin katı sınırlarını en çok, en
sık, üstelik oradayken yokmuş gibi yaparak tuvaletler vurguluyor.
Mahrem duygumuzun sınırları, ayıplar, örtülecek şeyler tuvaletlerle
öğrendiğimiz şeyler…
Yıllar önce beni en çok şaşırtan şeylerden biri, bazı dünya
kentlerinde erkeklerin sokak ortalarına kurulmuş paravanların
arkasına geçip öyle rahat rahat işlerini görmeleri olmuştu.
Kadınlar? Yapabilirler mi bunu? Elbette hayır. Hem de hiçbir yerde.
Mahremin nasıl, kimin için anlam kazandığını görüyorsunuz değil mi?
Ha merak etmeyin, o kentlerin belediyeleri bu durumun
yaratabileceği hijyen sorununu her sabah sokakları foşur foşur
yıkayarak çözüyorlar!
Kadın zaten bu haldeyken, erkeğin karşıtı olmakla yoklukla
malulken bu karşıtlığın görünmez kıldığı araftakilere ne oluyor?
Yokluk bile yok onlar için. Kadın madunsa, onlar madundan da madun.
Erkek üzerinden kadın kendini görünür kılma mücadelesi verirken
onların bir karşıtları bile yok! Oysa yine bence en politik
meselelerden biri onların bu dili kırma, karşıtlıkları yerle bir
etme mücadelelerine dahil olabilme meselesi. İşte başa dönersem, bu
nedenle, İstanbul Sözleşmesi sadece kadınlar için değil, bütün
toplumsal cinsiyet alanı için önemlidir. Yaşatacaksa da cinsel
yönelimi farklı her bireyi, hep birlikte yaşatmalıdır. Cinsiyet
eşitliği mücadelesi, en kadim karşıtlıklardan birine
hapsedilemeyecek denli geniş, çok boyutlu, çok katmanlıdır. Ancak
bunun bir parçası olduğumuzda #İstanbulSözleşmesiYaşatır mottosu
gerçek anlamını bulacaktır.