Avrupa kentleri ile karşılaştırılınca, İstanbul’un sivil bir kent olduğunu söylemek çok zor. Her yer sınırlar ile örülü. Kentin katmanlarını düzgün bir şekilde okumak mümkün değildi, tahrip edilmişlerdi. Kentin merkez bölgelerinde oluşturulacak bir yürüyüş rotasında, kentin kamusallığına katkıda bulunacak çağdaş yapılar (müze, kütüphane, sanat merkezi vb.) yoktu. Yeni yapılar ise kentin dışına savrulmuş ve yüksek duvarların arkasına hapsolmuşlardı.
Bugün, Avrupa ve Türkiye kent modernleşme tarihi (son 200 yıl) konusunda uzun zamandır araştıran, yazan, ders veren biri olarak “anlatamadığım bir tarihi,” daha doğrusu anlatamamanın şaşkınlığını yazacağım.
Tarih nedir? Yaşanmış bitmiş, sabit bir geçmiş mi? Tarih ile bugün arasına bir çizgi çekmek mümkün mü? Bir eylem, olgu, yapı bugün yerine, ne zaman tarihe mal olur? Hatta 24 saat öncemiz ile şimdimiz arasındaki farkı yaratan nedir? Bu ve olası tartışmaları toplum bilimlerin ve felsefenin alanına bırakıyorum.
Onun yerine tarih içinde ilerleyen, anbean onu yazan canlılar olduğumuz düşüncesi bana daha cazip geliyor. Öyle illa büyük şeyler olması gerekmiyor. Dün yaptıklarımız, bugün yapacaklarımız ve yarın yapmayı düşündüklerimiz ile mistik bir zaman akışı içinde ilerleyen ölümlü canlılarız. Üstelik bunu kişisel tarih ile sınırlamıyor, mekanı, coğrafyayı ve bu yazının konusu olan, 1600 yıl boyunca çeşitli imparatorluklara başkentlik etmiş koca bir kenti yani İstanbul’un şimdisini de buna dahil ediyorum.
ÜÇ GÜNLÜK GEZİ
Altı yıl önce, Avrupa kentlerine akademik geziler düzenlediğimi bilen bir organizasyon şirketi, Norveç’ten gelen 20 kişilik bir mimar grubuna, aynısını İstanbul için tekrarlamamı istedi. İlk defa İstanbul’a geliyorlardı ve süreleri üç gün ile kısıtlıydı. Turist rehberlerinde yer alan standart yerleri merak ettikleri kadar, çağdaş/modern (ikisi arasındaki farka burada girmeyeceğim) Türkiye mimarlığı hakkında da bilgi edinmek istiyorlardı.
Üç gün? İlki kolaydı, Tarihi Yarımada, Suriçi ve Karaköy Bölgesi. İkinci gün, biraz popülist bir yaklaşımla, şöyle bol ikramlı, ara duraklarda mola verilen, güzel bir Boğaz tekne turu. Ya üçüncü gün? İşte o kısım oldukça karışık. Üçüncü günün anlaşılabilmesi için, daha önce Avrupa kentlerine yaptığım gezilerin kurgusunu ve içeriğini anlatmam gerekli.
AVRUPA KENT MODERNLEŞME TARİHİ GEZİLERİ
2009-2012 tarihlerinde sırasıyla Amsterdam, Londra, Paris ve Barselona kentlerine geziler düzenledim. Geziler öğrencilere, mimarlara, şehir bölge planlamacılarına, sosyal bilimcilere, herkese açıktı. Kontenjan 30 kişiydi. Daha fazlasında grubu kontrol etmek mümkün olmuyordu. Her gün bir rota üzerinden, yürüyerek ve toplu taşımayı kullanarak turları yapıyordum. Özel tur otobüsü özellikle yoktu. Çünkü bir kenti yürümeden tanıyamazsınız.
Hazırlık kısmı şöyleydi: Önce kent ile ilgili bulabildiğim her kitabı, çoğunlukla Amazon’dan getirtiyor, kentin modernleşmeye geçişini, kapitalist-burjuva ilişkileri arasında toprak paylaşımının kentin dokusunu nasıl belirlediğini, kent ile yapılara geçmişten bugüne, ne tür kentsel müdahaleler yapıldığını inceliyor, farklı dönemlere ait mimarlık haritaları ile kenti katmanlara ayırıyor, modern ve çağdaş binaların yerlerini saptıyor ve mimarlık ofislerine ziyaretler ayarlıyordum.
Ardından, bir yıl öncesinden o kente tek başıma gidiyor, gezi rotalarını belirliyordum. Rota belirlemek zor iş. Bazen bir yapıyı görmek için saatlerinizi harcayıp, sonra rotadan çıkarmaya karar verebiliyorsunuz. Ya da tam tersi, hiç aklınızda yokken, bir yapıyı yerinde görünce rotaya ekliyorsunuz. Gezi yedi günlüktü ama rotaları belirleme amaçlı ön gezi 10 günden az sürmüyordu. Böylelikle kentin nasıl okunacağına dair bende bir fikir oluşuyordu.
Katılımcılar için başında kente dair yorumumu içeren bir yazı ile her gün hangi bölgelerin ve yapıların inceleneceğine dair bir rehber kitapçık, ayrıca günlük rotaları gösteren büyük harita da hazırlardım.
Çok keyifli geziler oldu. Her kent özel bir başlık altında incelendi. Amsterdam "Modernleşmenin yıkıcılığı Modernizm'in iddiası ile uzlaşabilir mi?", Londra, “Erken modernleşme hikayesi”, Paris “Bir modernleşme projesi”, Barselona “Modernleşme enstrümanı olarak grid” şeklinde adlandırıldılar. Başlıklar bana aitti; araştırdıkça, yerinde gördükçe, deneyimledikçe zihnimde oluşmuşlardı.
19'uncu yüzyıl erken modernleşme dönemlerinden, çağdaş ve uluslararası ünlü mimarların binalarına kadar, her yeri rahatça inceledik. Örneğin Regents Park’a bakan ve dünya jet sosyetesinden herkesin muhakkak bir evinin olduğu “Terrace House”ları gezerken, hemen yanı başımızda bir polis belirse de, akademisyen olduğumu ve mimarlık gezisi düzenlediğimi söyleyince, polis nazikçe “devam edin” demişti. Hiçbir kentte sınırlar çizilmemişti, neredeyse istediğimiz her yapıyı gezebiliyorduk. Zaten kent içinde yeni üretilen yapıların çoğunun, örneğin Londra Belediye Binası’nın bile seyir terası, zemin katında kapalı ve açık etkinlik alanları ile yarı kamusal bir niteliği vardı.
İSTANBUL’UN ANLATILAMAYAN BUGÜNÜ
Tekrar Norveç’ten gelecek mimarlık grubuna dönelim.
İlk olarak ölçek sorunu ile karşılaştım. Amsterdam’ın nüfusu 1 milyon, Londra’nın 8 milyon, Paris’in 2.2 milyon ve Barselona’nın 1.6 milyon. Mega kent İstanbul ise 15 milyonu geçeli çok oldu. Bulunduğu coğrafyadan dolayı, Batı-Doğu yönünde ince uzun, tek yönlü büyümesi ayrı bir sorun.
Kentin merkezine çağdaş hiçbir kamusal yapı inşa edilmemiş; merkez, tüm imar kuralları gözardı edilerek, rant odaklı ve plansız üretilmişti. Aklıma gelen yeni binaların hepsi kentin dışında, yüksek duvarlarla çevrili, girilmesi yasak konut alanları, gökdelenler ve fabrika yönetim merkezleri idi. En iyisi, tek güne sığacak bir otobüs turu düzenlemekti.
EAA Mimarlık (Emre Arolat) ricamı kırmadı, üçüncü günün sabahına gruba bir sunum yapmayı kabul etti. Asıl sorun yapıları ziyaret etmekti. Çok beğendiğim, duvarlar arkasında kalan, kapısında güvenliğin bulunduğu Göktürk’teki Arketip Konutları için Arolat, bize özel izin aldı.
İTÜ’nün Maslak kampüsünde iki yeni yapı vardı, bunlar için de İTÜ Rektörlüğü’nden izin almam gerekti. Tam karşısındaki İstinye Park AVM’yi de isteksizce tura dahil ettim. Aklımdan o sıralar yeni tamamlanan ve adından çok söz edilen Yapı Kredi Bankacılık Akademisi geçti. Ama izin alamayacağım çok belli idi, uğraşmadım.
Tüm çabalarım sırasında şunu gördüm. Avrupa kentleri ile karşılaştırılınca, İstanbul’un sivil bir kent olduğunu söylemek çok zor. Her yer sınırlar ile örülü. Ayrıca İstanbul’un modern yapılarını anlatan kitaplar bile 1950-2000 aralığını geçemiyordu ve çoğunlukla gökdelenleri, AVM’leri, otelleri listelerine eklemişlerdi. Kentin katmanlarını düzgün bir şekilde okumak mümkün değildi, tahrip edilmişlerdi. Kentin merkez bölgelerinde oluşturulacak bir yürüyüş rotasında, kentin kamusallığına katkıda bulunacak çağdaş yapılar (müze, kütüphane, sanat merkezi vb.) yoktu. Daha önce bahsettiğim yeni yapılar ise, dediğim gibi kentin dışına savrulmuş ve yüksek duvarların arkasına hapsolmuşlardı.
En sonunda, gezi bir şekilde iptal edildi ve içime sinmeyen bu turdan kurtulmuş oldum.
İSTANBUL ANOMALİSİ
Düşünüyorum, bugün benden benzer bir tur istense ne yapardım?
1. Bütün AVM’leri gezdirir ve İstanbul’un esas tüketim şeklinin bu olduğunu anlatırdım.
2. Hiçbir izin almaz, Göktürk’ün dar sokaklarında insanları dolaştırır ve burada yaşayanların, kendilerini nasıl duvarların arkasına hapsettiklerini gösterirdim.
3. Alt-orta sınıf için üretilen tek tip TOKİ konutlarına gider, “Türkiye’de sosyal konutun karşılığı budur” derdim.
4. Lüks rezidanslara uzaktan bakar, penceresi bile olmayan konutları gösterirdim.
5. Kuzey Marmara Otoyolu’ndan geçer ve bir ormanı katletmek nasıl olur, onu gösterirdim.
6. Sulukule’nin eski fotoğraflarını yanıma alır, şu an neye dönüştüğüne beraber bakardık.
7. E5 Otoyolu üzerine dizilmiş özel üniversiteler, oteller, gökdelen iş yerleri ve konutlar çılgınlığını gösterirdim.
8. Devlet yapılarının, Osmanlı-Anadolu Selçuklu kırması milli mimari haline gelişini anlatırdım.
9. Ülkenin ekonomik durumuna rağmen, mega projeler takıntısının kökenlerine inerdim.
10. Yeşil alanların yok edilişinin ve betona nasıl mahkum edildiğimizin acıklı hikayesini anlatırdım.