Hem tam kapanma var hem bütün lokantalar kapalı, hem ramazan hem
de içki yasağı gelmişken meyhanelerden söz etmenin tam zamanıdır
diye düşündüm. Reklama girmez, canı çekse bile kimse kötü yola sevk
olunmaz.
Biz ansiklopedi karıştırarak kendini bulmuş bir kuşaktan
olduğumuz için, bu konuda da İstanbul ansiklopedilerine başvurdum.
Üstadımız Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi M harfine
kadar gelmediyse de kendisi bu konuya değinmeden geçmemiş. Ama esas
tafsilatlı bilgiyi yaşadığım kentin mazisine yolculukta baş kılavuz
bellediğim Tarih Vakfı’nın Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde
buldum. Hem de rakının piri rahmetli Vefa Zat imzalı bir ‘meyhane’
maddesinin içinde…
İstanbul’da meyhanelerin tarihi tabii ki Bizans’a kadar
uzanıyor. Fatih döneminden itibaren Osmanlı İstanbulu’nda da
meyhaneler olduğu biliniyor. 16. Yüzyılda Latifi, meyhanelerin
merkezinin Tahtakale ve tabii ki Galata olduğunu yazıyor. Galata
her daim meyhanelerin merkezi olmuş. Bunda şaşırtıcı bir şey yok,
ne de olsa burada liman var; yani denizciler… Nitekim Reşad Ekrem
Koçu da İstanbul Ansiklopedisi’nde Galata Meyhaneleri maddesine
epey geniş yer ayırmış. 19. asır şairleri Enderunlu Çuhadar Rasih
Ağa ve Gözlüklü Nuri’nin bu mekanları anlatan şiirlerine yer vermiş
ve bize şu eski sözü hatırlatmış: ‘Meye tövbe etmiş kimse Galata’ya
adımını atarsa, tövbesini unutur’…
Meyhanelerden uzun uzun bahseden Evliya Çelebi de 17. yüzyılda
Galata’da 200 meyhane olduğunu söylüyor. Verdiği malumata göre o
zaman ‘Hamr Emaneti’ne bağlı binden fazla meyhane varmış ve
çalışanların sayısı altı bini bulmaktaymış. Galata Domuzkapısı’nda
bulunan Hamr Emaneti (sonraki adı Domuz Sokak, Necatibey Caddesi
civarında…) devlete en büyük gelir sağlayan emanetlerden
birisiymiş. Yani bekriye yüklenmek o zamandan beri bir devlet
geleneği, dünyanın en pahalı birasını, şarabını içiyoruz diye
günümüz yöneticilerine kızmamak lazım.
Belli ki her dönemin kendine göre popüler meyhaneleri var,
Evliya Çelebi’den öğreniyoruz ki 1600’lerin ünlü meyhanelerinden
bazılarının adları şöyle: Kefeli, Manyalı, Sünbüllü, Kaşkaval ve
Taşmerdiven. Ekseriyetle meyhanecinin adıyla anılıyorlar. Günümüzde
de bu gelenek nispeten sürüyor: Refik, Cavit, Yakup, Hüseyin’in
Yeri gibi… Buna ‘barba’ geleneği demek mümkün. Barba meselesi de
malum, eskiden meyhane işletmek Müslümanlara yasak olduğu için bu
iş Ermeni ve Rumlar tarafından icra ediliyormuş. Meyhanenin
başındaki kişiye ‘meyhaneci ustası’ denirmiş, biraz kalender
meşrep, biraz otoriter bu ustaların ortak adı zamanla nasılsa
İtalyanca kökenli bir sözcüğe dönüşmüş, onlara ‘barba’ denir
olmuş…
Meyhaneler de çeşit çeşit. Bugünkü gibi yeri belli, sahibi belli
olanlara gedikli meyhane deniyor. Loncaya bağlı bu mekanlar babadan
oğula geçiyor, olmadı bir kalfa devralıyor. İçkileri sunan sakiler
ekseriyetle Sakızlı güzel oğlanlardan seçiliyor (fena halde Reşad
Ekremvari bir malumat…). Onların dışında yiyecek içecek servisi
yapan ustalar, onlara eşlik eden miçolar, tezgahın arkasında duran
tezgahçılar, çubuklara ateş yetiştiren ateşçiler gibi pek çok kişi
çalışıyor meyhanelerde. Tabii raks da var; ama rakkaslar, yani
köçekler tarafından icra ediliyor bu eğlenceler. Meyhane
açıldığında kapıya bir hasır asılırmış, bir zamanlar Tarlabaşı’nda
‘Hasırlı’ diye bir mekan vardı, acaba bununla alakalı mı diye
düşünüyor insan. Hava kararıp ‘orta kandil’ yanınca muhabbet
başlar, kapanma saati gelince çalınan çıngırakla gece bitermiş.
Tabii o dönem sinilerde yenilip içiliyor, asma katlardaki özel
mekanlarda ise ağır abiler, müdavimler, ekabirler, kabadayılar
oturuyor. Masa meyhanelere, bugün modern olan her şey gibi,
Tanzimat’tan sonra geliyor. O zamana kadar alçak hasır iskemlelere
oturmak adet. Sinin başına iskemleyi çekip oturanlar ise kesesi
dolgun olanlar. Yoksa dükkanı kapatan esnaf, onların kalfası
çırağı, tulumbacısı genellikle kapının hemen yanındaki tezgaha
yanaşıp leblebi ve lahana turşusu eşliğinde tek tek içkisini içip
gidermiş.
Bir de ‘koltuk meyhaneleri’yle, ‘ayaklı meyhaneler’ var.
Birincisi gizlice içki satılan ve içilen bakkal, manav gibi
dükkanlar. Bunlar da hâlâ var… Türkiye’nin her yerinde çoğu tekel
bayinin dibinde iskemlelere çömelmiş kırmızı yüzlü abilerin
varlığını hepimiz biliriz. Hatta büyük kentlerin yoksul semtlerinde
arkaya gizli bir oda açıp işi biraz daha ilerletenler vardır. Ama
ayaklı meyhane denilen şey günümüzde yok. Bu, beline doladığı
bağırsağın içini rakı dolduran ve cebinden çıkarttığı kadehe
buradan doldurduğu içkiyi bardak hesabı ayak üstü satan bir eski
zaman meyhanecisidir. Hoş, 2000’lerin başında İstanbul’un çılgın
zamanlarında Asmalımescit ve civarında yol kenarında Tekila ‘şat’
satan seyyarlar görmüşlüğüm vardı ama bu da bütün o çılgınlık gibi
hızlıca geçti gitti.
Bugünkü meyhanelerin altın çağı galiba 50’ler… Sonra 70 ve
80’lerde sayıları hızla azalmış, yerlerini ‘modern bar ve
restoranlar’ almış. Yine de o dönemlerden günümüze kadar ulaşan
mekanlar var, 2015’te hayata veda eden Yorgo’nun yeri ‘Krepen’deki
İmroz’, en eski edebiyatçıların mekanı Cumhuriyet, mekanı da ismi
kadar eski Safa, Balat geleneği Sahil, Agora, Kurtuluş’ta Despina,
Moda’da Koço… Bu mekanlarda yarım asırdır rakı aynı şekilde
içiliyor ve o rakıya bir iki eksik ya da fazlasıyla aynı mezeler
eşlik ediyor. Ana konu ise hep aynı: Ne olacak bu memleketin
hali?
Evet, kentimizin beş asırlık meyhane geleneği ana hatlarıyla
hâlâ yaşıyor. Fakat bu geleneğin en eğlenceli detaylarından biri
olan ‘beni unutma dolması’nın artık sadece hoş bir anlatı olmasına
üzülüyorum. Hani eskiden ramazan boyunca ziyaretlerine ara veren
müdavimlere bayramın ilk günü barbalar ‘uskumru dolması’ yollar,
kendini hatırlatırmış ya… ne bana böyle bir dolma yollayan oldu, ne
de beni yetiştiren edebiyatçı büyüklerime gittiğini duydum. Bunun
da suçlusu, ramazanda olsun kendini özletmeyi bilemeyen
müdavimlerden başkası değil tabii ki… Laiklik uğruna bir geleneği
daha yok ettik… İyi mi?