İstanbul'un öteki medyası DEPO'da

Jamanak'tan Gor'a, Nûbihar'dan El Emaneser’e 1900'lü yıllardan bugüne İstanbul medyasının azınlıkta kalanları DEPO'daki sergiyle karşımızda. Sergi 18 Mart'a kadar gezilebilir.

Abone ol

1908 yılında kurulan İstanbul'un yaşayan en eski gazetesi Jamanak'tan dünyanın Ladino dilindeki tek yayını olan El Emaneser’e, Hemşinlililerin dergisi Gor’dan, Çerkeslerin sesi Jineps’e, Kürtlerin 25 yıllık edebiyat dergisi Nûbihar’dan, İstanbul’un yaşayan en eski Rum gazetesi Apoyevmatini’ye kadar İstanbul'da yayımlanan gazete ve dergilerin kaçından haberdarız? DEPO'da gerçekleştirilen "Çoğul İstanbul Medyası: 1900'lerden bugüne 'öteki' basının bilinmeyen dünyası" sergisi bu geniş dünyasının kapısını aralıyor.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü'nden Bülent Bilmez'in yaptığı proje kapsamında gerçekleştirilen sergi günümüzdeki medya tartışmalarına yeniden bakmak açısından da veriler sunuyor. Bülent Bilmez'le projenin detaylarını konuştuk.

Öncelikle Çoğul İstanbul Medyası projesi neleri kapsıyor? Ele aldığınız yayınları hangi kriterlere göre seçtiniz?

İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından İstanbul’un kültürel çoğulluğunun araştırılması ve görünür kılınması amacıyla yürütülen “İstanbul'da Kültürel Çeşitliliğin Sivil Toplum Aktörlerini Güçlendirme ve Kapasite Geliştirme Eğitimi Projesi” kapsamında, düzenlenen "1990’lardan Bugüne Çoğul İstanbul Medyası: ‘Öteki’ Basının Bilinmeyen Dünyası" sergisi, 1990’lardan günümüze İstanbul’da farklı kültürel gruplar tarafından farklı alfabelerde Türkçe, Türkçe-dışı dillerde ya da birden fazla dilde yayınlanan, ama çoğunluk tarafından pek görülmeyen veya görünmezlikten gelinen ‘öteki’ basını İstanbul kamuoyunun, özellikle çoğunluğun dikkatine sunuyor. ‘Öteki’ basın olarak adlandırılabilecek bu süreli yayınlar konusunda kamuoyunun bilgisizlik ve ilgisizliği, çoğunluğun bilgisizliği veya ilgisizliğinin de ötesine geçmekte; tüm ‘öteki’ grupların diğer ötekilere ait medyalar konusundaki ilgisizliği ve bilgisizliği şeklinde de karşımıza çıkmaktadır. Öncelikli olarak bu iki sorundan yola çıkılarak hazırlanan sergi, bir yandan da İstanbul’un çok dilli, çok alfabeli, çok inançlı, çok kültürlü medya dünyasını, yani çoğul medyasını, tüm göz kamaştırıcı çeşitliliği, melezliği, akışkanlığı, çok katmanlılığı, zenginliği, zorlukları ve mücadeleleriyle ortaya koymaya çalışıyor. Geniş bir yazılı basın yelpazesini izleyiciyle buluşturan sergi, farklı kültürlerin birbirleriyle iletişimine katkıda bulunurken, ziyaretçilerine İstanbul’un kültürel çoğulluğunu da bütünsel olarak görme imkanı sağlıyor.

Bu bağlamda, bu projede ulaştığımız yayınlar arasından sergilenecek yayınların seçiminde zorluk yaşadık. Öncelikle ait oldukları veya hitap ettikleri kültürel gruplar üzerinden (orantısal) bir temsilden kaçındık, çünkü kimlikçi kategorileştirme ve özcülük tuzağına düşmek istemedik. Bu nedenle sergideki yayınları ait oldukları iddia edilen veya varsayılan kültürel gruplara göre değil, ilk yayınlanma yıllarına göre kronolojik sıraya göre yerleştirdik. Yine bunlar arasında odaklandığımız on dergi ve gazeteyi de alfabetik sıraya göre sıraladık. Böylece bir yayının hitap ettiği veya ait olduğu gruplar ve kullanılan dil ve alfabeleri olduğu gibi sergileyerek, çoğulluğu katı kategorilere sıkıştırma tuzağına düşmemeye çalıştık. Ayrıca topluluk medyaları salonunda bulunan sekiz topluluğun medyasıyla ilgili kısa tarihsel bilgiler verirken de bu söyleme dikkat ettik.

.

DEPO'daki sergide izleyiciler neler görecekler? Hangi malzemeleri kullandınız?

Değerli meslektaşlarım Elif Yıldız, Gül Hür ve Zeynep Gökçe’nin kolektif koordinatörlüğünde, çok sayıda meslektaşımız ve STK ile araştırmacı ve yazarın katkısıyla yürütülen proje kapsamında yaptığımız araştırma sırasında kendilerine veya bilgisine ulaştığımız dergilerin sayısı aslında 180’den fazlaydı, ama bu sergide bunlar arasından sadece 62 gazete ve dergi fiziken sergilenmektedir. Bu 62 gazete ve dergiden 10 tanesine de kendilerine ayrılan ayrı bölümlerde daha kapsamlı yer verilmiştir. Ulaştığımız halde birçok yayının sergide yer almamasının nedeni, zaman ve yerle ilgili teknik olanaksızlıklardır.

Ana salonda sergilenen bu gazete ve dergilerin çok azı 1990 öncesinden yayınlanmaya başlamış olup 1990'larda sonra yayınına devam eden yayınlardır. Geri kalanların çoğu ilk olarak 1990'lardan sonra yayınlanmıştır. Bu nedenledir ki 1990'larda yeni bir ‘basın patlaması’ndan söz etmek mümkündür. Bir kısmı sadece birkaç yıl ve hatta birkaç sayı yayınlanmıştır. Bu yayınların hitap ettikleri veya ait oldukları kültürel grupların çeşitliliği birçok ziyaretçi için şaşırtıcı olacaktır. Sanırım sergiye gelen herkes, daha önce varlığından haberdar olmadığı yayın, kültürel grup, dil veya alfabeler ile muhakkak karşılaşacaktır.

Dergilerin mümkün olan en eski sayılarından, en az bir nüshaya yer verilen ana salonda, tüm yayınların içeriklerinden oluşan bir kolaja yer verilirken, odaklanılan on gazete ve dergiyle ilgili daha detaylı ve sistemli bilgi bulmak mümkün oluyor. Halen yayınlanmakta olan bu yayınların yaşadıklarını tüm güzellikleriyle, zorluklarıyla ve mücadeleleriyle vermek istedik. Bu nedenle bu dergi ve gazeteleri ziyaret ederek çekimler yaptık. Sergide çok kısa versiyonları izlenebilecek bu video filmler aracılığıyla, sergi ziyaretçilerinin bu yayınların mutfağını da biraz görmesini ve üretim dünyasını bizzat üreticilerinden dinlemesini istedik.

Mevcut projemiz ve sergimiz 1990 sonrasıyla ve İstanbul’la sınırlı olmakla birlikte, serginin girişindeki geniş pir panoda tarihsel arka planı vermeye çalıştık. Aynı bölümde serginin başlığının İstanbul’un değişik dillerindeki çevirilerini, değişik İstanbul alfabeleriyle yazılmış olarak bulmak mümkün.

Resmi diller dışında yayınları yasaklayan 12 Eylül kanununun yayınlandığı 1983 yılına ait Resmi Gazete’nin kopyasıyla biten tarihsel arka plan panosundan sonra, 1990'lar sonrasını ele alan ana salona geçilirken 1991’de Özal döneminde bu yasağın kaldırıldığını gösteren Resmi Gazete örneğini görmek de mümkün. 1991-2018 arasını ele alan ana solunda, kronolojik olarak yer verilen yayınlar aracılığıyla oldukça kapsamlı ve eklektik şekilde yoğun bilgi aktarımından sonra, son koridorda daha derli toplu ve oldukça özet bir şekilde sekiz topluluk medyasıyla ilgili (tarihsel arka plan bölümünde olduğu gibi) İstanbul’u aşan ve 1990'ların öncesine giden bilgiler veriyoruz. Ana salondan bu koridora geçerken izlenebilecek kısa slayt gösterisi aracılığıyla iki bölümde yer alan yayınlarla ilgili daha detaylı ve sistemli bilgi almak mümkün.

1908 yılında kurulan İstanbul'un yaşayan en eski gazetesi Jamanak'tan dünyanın Ladino dilindeki tek yayını olan El Emaneser’e, Hemşinlililerin dergisi Gor’dan, Çerkeslerin sesi Jineps’e, Kürtlerin 25 yıllık edebiyat dergisi Nûbihar’dan, İstanbul’un yaşayan en eski Rum gazetesi Apoyevmatini’ye kadar birçok yayını ele alıyorsunuz. Sizce bu yayınlar İstanbul kent yaşamı ve İstanbul medyası hakkında neler söylüyor?

Bu gazete ve dergilerin içeriklerini incelemek için bilinmesi gereken İstanbul dillerinin sayısının çokluğu nedeniyle, bu yayınların içeriklerinin analizi birkaç kişinin yapabileceği bir şey değil. Değişik İstanbul dil ve alfabelerine hakim geniş bir ekip tarafından yapılacak bir araştırmanın sonucunda daha sistemli bir şekilde sergilenecek dergilerin içeriği hakkında bilgi vermek mümkün olacaktır ancak. Bu sorunu kısmen aşmak için sergide video filmler aracılığıyla on dergi ve gazetenin içeriğini bizzat yayınlayanlara anlattırdık.

Tüm yayınların içerikleriyle ilgili genel de olsa yeterli bilgi vermek için gerekli olan uzun vadeli ekip araştırması için maalesef yeterince zaman yoktu. Bu sergi daha çok ‘öteki basın’ın zenginliğini ve çeşitliliğini ortaya koyuyor ve o dünyayı kısaca ziyaret ederek kaybolmadan gezebilmek için sağlam bir söylem geliştiriyor, ama daha derinlemesine içerik analizi için yeterince bilgi veremiyor doğal olarak.

Bu nedenledir ki bu projenin devamı niteliğinde olacak bundan sonraki projemizde, yine sivil toplum kuruluşları, süreli yayın ekipleri ve araştırmacı-yazarların katılımıyla ve daha uzun vadeli bir çalışma aracılığıyla Osmanlı’dan bugüne (Radyo-TV ve interneti de kapsayacak şekilde) Türkiye’de ‘öteki medya’nın içeriğini de çalışmak istiyoruz. Ayrıca yer sorunu nedeniyle bu sergide sergileyemediğimiz bulguları ve halen sürmekte olan araştırmalarımızın sonuçlarını, aynı proje kapsamında kısa zaman sonra hizmete girecek internet sitesi aracılığıyla, geniş bir ekibin ve kullanıcıların katkısıyla sürekli geliştirecek şekilde kamuoyuyla paylaşmak istiyoruz.

Bu yayınlar dünya kültürü açısından da önemli bir yerde duruyor. Sizce dünyadaki kültür tartışmaları açısından bu yayınları nasıl okuyabiliriz?

.

Bu karmaşık ve uzun bir mesele, ama yıllardır bu konularda çalışan bir akademisyen olarak hazırlıklı olduğumu söyleyebilirim. Ki daha önce kaleme aldığım metinlerden yola çıkarak en kısa şekilde şöyle cevap verebilirim. Yirminci yüzyılın egemen modernist paradigmasının kaçınılmaz ürünleri olan ulus-devletlerin tek-tipleştirici ulus inşa süreçlerinin dorukta olduğu bir anda, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren öncelikle bu paradigmanın pozitivist, evrenselci ve rasyonalist nitelikleri post-modern sorgulamalar sonucunda gözden düşmeye başladı. Eş zamanlı olarak, tek-tipçi ulus-devletlerin tasfiyesi veya sönümlenmesi sonucunda ortaya çıkan, sınırların ortadan kalkma olasılığı/beklentisi, diğer yandan ulus devletlerin sorun olarak gördükleri kendi sınırları içerisindeki çeşitliliği (tasfiye veya asimilasyon yoluyla) tamamen ortadan kaldırma umudunu sarstı.

Ulus devletler içindeki farklı kültür ve kimliklerin sesini duyurmaya başladığı, daha doğrusu siyasetin artık (sağ-sol ekseninde ‘sınıf’ merkezli değil) daha çok kimlik ekseninde yapıldığı ve akademik entelektüel çalışmaların ve tartışmaların daha çok ekonomi-politik değil, kültür ve dil/söylem merkezli yapılmaya başlandığı 1990’larda, kolektif ve bireysel kültürel haklar ve kimlik siyaseti egemen oldu. Buna eşlik eden neoliberal politikalar, bir yandan yeni dönemin ekonomi-politik anlayışı olarak neo-liberalizm dünyanın her yerinde egemen olurken, ilk anda evrenselcilik ve tek-tipçilik karşıtlığı iddiasındaki partikülarist, rölativist ve güya çoğulcu kimlik siyasetine ironik bir şekilde ters düşen küreselleşmenin de doruğu yaşanmaktaydı.

Bu küresel bağlam içerisinde, ulus-devlet inşa sürecinde tek-tipçi politikaların hakim olduğu üçüncü dünya ülkelerinde ve özellikle bunların yukarıdan aşağıya zorla uygulandığı Türkiye’de ise 1990’lardan sonra yaşanan bu global değişim süreci, aynı gerginliği yansıtacak şekilde, bir yandan Avrupa Birliği üyeliği üzerinden ulus-devlet sınırlarının sönümlenmesi ve ulusun aşılması umudu yaşatırken, diğer yandan da ülke içinde bastırılmış veya inkar edilmiş farklı kültür ve kimliklerin kendini göstermesi ve kültürel çoğulluğun (iyimser zamanlarda genelde siyasi çoğullukla birlikte) tartışılması sonucunda kolektif kültürel hak ve kimlik mücadelesinin yükselişine yol açtı.

Bu sürecin hem en görünür hem de en kalıcı ürünleri olarak süreli yayınlar, adeta bir renk cümbüşü yaratarak medya dünyasını zenginleştirdiler. Değişik dillerde ve alfabelerde yayımlanan farklı kültürel (dilsel, inançsal, bölgesel, vs.) gruplara hitap eden veya ait olan bu süreli yayınların sayısında 1990’lardan itibaren yaşanan (‘1908 Basın Patlaması’nı hatırlatan) ani artış, yüzden fazla yayının renklerini oluşturduğu oldukça zengin bir medya dünyası ortaya çıkarmıştır. Osmanlı’dan devredilen zengin medya dünyasının aniden kuraklaştırıldığı 1923-1980 döneminin son on beş yılında ortaya çıkan az sayıda mücadeleci süreli yayının da 1980 askeri darbesiyle kapatılması ve katı yasaklar nedeniyle bu konuda tam bir çölleşme yaşandı. Bu dönemin sonlarında daha kimlikçi ve kültürcü bir söylemle filizlenmeye başlayan farklı toplulukların yayınları, çağımızın kimlikçi ve kültürcü daralmasından kurtulduğu ve özcü anlayıştan uzaklaştığı oranda çok-kültürlülüğe ve çok-kültürcülüğe değil, kültürel çoğulluğa ve kültürel çoğulculuğa hizmet edecektir. Ancak bunun ön koşulunun, daha genelde çoğulculuk, özellikle siyası düzlemde çoğulluk ve çoğulculuk olduğunu unutmadan. Hayatın parçası olan kültürel çoğulluğu, özcülükten uzak bir şekilde anlamak ve yaşamak konusunda queer teorisinden öğrenecek çok şey var, ama kültürel çeşitliğin bile sorun olarak görüldüğü bir konjonktürde bunu konuşmanın ne kadar anlamlı olduğuna karar vermek zor.

Çoğulcu anlayışın tüm dünyada büyük tehdit altına olduğu ve artık çoğunlukçuluğun rağbet gördüğü günümüzde, bu renk cümbüşü solmaya yüz tutsa ve son birkaç yıldan beri çoğulculuk artık kriminalize edilmeye başlansa da bizzat yaşamın içindeki renklilik, çeşitlilik ve zenginlik, yani çoğulluk, özellikle İstanbul gibi metropollerde tüm kaçınılmazlığı, inkar edilmezliği ve güzelliği ile devam etmektedir.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Çoğunluk nezdinde farkındalık ve duyarlılık yaratmayı amaçladığımız bu sergi aracılığıyla, aynı zamanda birbirinden oldukça kopuk ve habersiz yaşayan farklı kültürel grupların (‘azınlık’ların) diğer grupların (azınlıkların) yayın organlarını ve ait oldukları kültürleri görme ve tanıma olanağı da sunabildiğimizi ümit ediyorum.