Acımasızlık ve zulüm çeşitlemeleri bahsinde geçmiş rekorlarına
rekorlar katan İsrail Ordusu’nun dünyanın vicdanlı insanlarını
perişan eden yeni marifeti, 21. yüzyıl tarihinde bir dönüm noktası
sayılır mı? Neden? İsrail Ordusu şimdiye kadar nice katliamlar
yaptı, sırf şu son sekiz ayda, yarısına yakını çocuk otuz altı bin
insan öldürdü, iki milyon insanı ya yerinden etti ya aç-susuz
bıraktı ya ikisi birden, her hâlükârda hepsini hastanesiz,
eczanesiz, fırınsız, bakkalsız, manavsız, kasapsız bıraktı. Tamam,
Nuseyrat Mülteci Kampı’na düzenlenen rehine kurtarma operasyonunda
tek hamlede 210 ölü, 400 küsur yaralı az değil; yine de İsrail
Ordusu sözkonusu olunca bu niye böyle tarihte dönüm noktası falan
sayılacak kadar büyük hadise olsun? Bu operasyon etrafında oluşan
insanlık manzarası ne yazık ki böyle bir ihtimale işaret
ediyor.
Ne oldu, hatırlayalım. Nuseyrat Mülteci Kampı, Gazze şeridinin
neredeyse tam ortasında yeralan bir yerleşim birimi. Kuzeye, Gazze
şehrine (artık “yıkıntılarına” demek lazım galiba) yakın (9-10 km),
güneye, Han Yunus’a daha uzak (16-17 km), deniz kıyısına da
yürüyerek 10-15 dk mesafede. Kampta otuz-kırk bin kişi yaşıyor.
“Kamp” deyince genellikle sıra sıra çadırlar, konteynerler falan
aklımıza geliyor; oysa Filistin topraklarında “mülteci kampı” diye
adlandırılan yerleşim yerleri, bizim büyükşehirlerde artık geçmişte
kalmış sayabileceğimiz, ikinci evredeki gecekondu semtlerini
andırıyor: yani büyük bölümleri, zaman içinde, derme çatma da olsa
inşa edilmiş evlerden, hattâ apartmanlardan oluşuyor, sokakları,
caddeleri, çarşıları, dükkânları var. Ama buralarda kendine
yeterli, doğru dürüst bir şehir hayatının sürdüğünü söylemek mümkün
değil. Zira işsizlik yoğun; elektrik kesintileri ve temel
ihtiyaçların karşılanması için hep yardımlara bağımlılık ve
geleceğe dair belirsizlik insanların hayatla ilişkisini bozuyor.
Mülteci kamplarında Birleşmiş Milletler ve özellikle BM’ye bağlı
Filistinli mültecilere destek kuruluşu (Birleşmiş Milletler Yakın
Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı)
UNRWA’nın kurduğu, işlettiği kurumlar bulunuyor. Nuseyrat’da da
-yakındaki başka mülteci kampıyla ortak- yemek dağıtım merkezi ve
on beş okul var.
Gazze, evet, Filistin toprağı, ama İsrail işgali altındaki başka
yerlerden gelme Filistinliler hâlâ mülteci statüsünde yaşıyorlar.
Toprağı gasp edilmiş ve bir gün geri dönme umudu taşıyan, bu yüzden
daha çok öfkeli ve gerilimli mülteci kampı sâkinleri arasında
militanlığın gelişmesi şüphesiz daha kolay. Bu yüzden bu kamplar
sık sık İsrail Ordusu’nun hışmına uğrayageldi.
Nitekim Hamas’ın 7 Ocak saldırısına karşı İsrail Ordusu’nun
giriştiği etnik temizlik ve soykırım harekâtının başından itibaren
Nuseyrat da epey bombalandı, epey zayiat verdi. İsrail harekâtının
ilk günlerinden belki hatırlarsınız, minaresi yıkılmış cami vardı,
sık paylaşılan; o buradaydı işte. 8 Haziran katliamından iki gün
önce de, İsrail Ordusu Nuseyrat’ta Gazze’nin başka yerlerinden
kaçan insanların sığındığı okulu vurmuş, dokuzu çocuk, üçü kadın,
otuz üç kişiyi öldürmüştü. İsrail saldırıdan sonra öldürdüklerinden
dokuzunun Hamas militanları olduğunu ileri sürmüş, yani öteki
insanları boşu boşuna öldürdüğünü de yıldırma taktiği ve meydan
okuma bâbında ilan etmişti. (UNRWA’nın Gazze’de açtığı 300 kadar
okul, İsrail harekâtının başlamasıyla birlikte zorunlu olarak tatil
edildi ve Gazze içi mültecilerin sığınma mekânları olarak
kullanılmaya başlandı.)
8 Haziran 2024 günü, İsrail Ordusu, bir tür Truva Atı taktiği
kullanarak Nuseyrat’a daldı ve bu muazzam gelişkin istihbarat ve
akıllı silahlar vs. devrinde hiç de zorunlu sayılmayacak çapta
dehşet yaratarak dört rehineyi kurtardı. Nuseyrat’ın iki ayrı
yerinden alınan rehineler, Hamas (ve belki eylem birliği yaptıkları
başka örgüt) militanlarının 6 Ekim 2023 günü bastıkları müzik
festivalinden kaçırdıkları kişilerdi.
Truva Atı nereden çıktı? İsrail Ordusu, kalleşçe bir taktikle,
bundan böyle ortada dolaşacak bilumum yardım kamyonlarını
Filistinlilerin gözünde baştan şaibeli ve tehlikeli hale getirmeyi
de şüphesiz amaçlayarak, sivil yardım kamyonu süsü verilmiş bir
(belki iki) araca askerlerini doldurdu, böylece direnişle
karşılaşmadan, tehlikesizce gireceği yere girdi, rehineleri
kurtardıktan sonra, etrafa ve -muhtemelen helikopterlerden- önüne
çıkan her şeye ateş açarak, bomba atarak yolunu açtı ve kendi
güvenli bölgesine geçti. Bu arada, ABD ordusunun Filistinlilere
yardım için kurduğunu iddia ettiği metal konstrüksiyon iskelenin
yanıbaşından helikopter kaldırarak rehineleri Gazze üzerinden
aşırıp İsrail’e taşıdı.
Operasyonda öldürülen, üçte ikisi çocuk ve kadın sivillerin
sayısı henüz kesin değil. İlk bir saat içinde iki ayrı sağlık
merkezinde 210 ceset sayılmıştı. Katliam günü başka yerlerde
öldürülenlerle birlikte bu sayı 274’e kadar çıktı. Ne kadarı
Nuseyrat’taki katliamda, henüz ayırt edemiyoruz. 210 sayalım.
İsrail Ordusu’nun, dört rehineyi kurtarmak için pekâlâ
tereyağından kıl çeker gibi bir operasyon yapabilecek donanım ve
kabiliyete sahipken niçin böylesine büyük dehşete yolaçtığı
elbette meşrû soru. Fakat katliamın ertesinde, belirtmeliyim ki ben
de dahil birçok insan, nutku tutulmuş halde kalakalırken, dünyanın
birçok yerinden İsrail destekçileri, belki daha fenası, “tarafsız”
gözüken birçok kimse, dört kişinin kurtarılması için iki yüz
kişinin katledilmesinin son derece meşru olduğunu iddia etmeye
koyuldular. Daha kötüsü de vardı: bu olayda başından beri feci
sınav veren Batı basını, rehinelerin kurtarılmasını
haberleştirirken, katledilen onca insandan ya sözetmiyor ya da bunu
satır arasında, haberin dibinde küçücük falan geçiştiriyordu.
Kullanılan ifadeler yüz kızartıcı, sinir bozucuydu.
Düşünün, CENTCOM’un (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) “bizim
iskeleyi kullanmadılar, biz operasyona katılmadık” açıklaması,
âdetâ başarıya ulaşmış bir linççi güruhun yaratabileceğine eş o
atmosferde rastlayabildiğimiz yegâne insanlık belirtisiydi. Bu
açıklama sahtekârlıktır, değildir, bundan bahsetmiyorum (zaten
muhtemelen sahtekârlık). Fakat en azından ortada üstlenilmemesi,
sıyrılınması gereken vahim bir suç olduğu fark edilmiş ve bundan
uzak durmaya çalışılıyordu.
Ve bu açıklamanın paylaşıldığı mesajın altına yazılanlar, işte
bizi şu yeni formül ve dönüm noktası bahsine getiriyor.
Vicdanını ve aklını yitirmiş veya zaten baştan almayıp onun
yerine silah edinmeyi tercih etmiş faşist ve sadist sürüleri değil
yalnız karşımızdakiler. Kuvvete kudrete sahip devlet adamlarından
başlayıp sıradan insana uzanan bir tür yeni küresel
ideolojik hat sözkonusu. Bu hat, 20. yüzyılın belalarından
insanî çıkış yolu olarak ne bulunmuş benimsenmişse kaldırılıp çöpe
atılmasıyla, yeryüzü adaleti, eşitlik, insan haysiyeti gibi
kavramların terk edilmesiyle, insanlığın net çizgiyle ikiye
ayrılmasıyla inşa ediliyor. Tene bıçak batırılarak çizilen bir
çizgi bu.
Bu gelişmenin temelinde, “aşağıdan” azgelişmiş göçmenlerin gelip
“yukarıdaki” müreffeh toplumların huzurunu bozacağı korkusu gibi
ideolojik-psikolojik etkenlerin yanısıra, ekonomik de
diyebileceğimiz, “altyapısal” nedenler var: Sanayileşmenin
başlangıcından bu yana ilk defa, egemen sınıfların ayrıcalıklı
yaşamlarını ve egemenliklerini sürdürebilmek için ihtiyaç
duydukları bağımlı çalışan sayısı, hâlihazırda
işgücünü satacak işveren arayan nüfustan çok daha az. Yani ortada
bir “gereksiz nüfus” var. Aynı zamanda, insan denen canlının
üzerinde yaşadığı gezegenin, dünyanın, bitmek bilmeyen, aksine
genişleyen bütün ihtiyaçlarıyla birlikte böylesine kalabalık nüfusu
kaldıracak hali kalmadı. İklim dahil bilumum çevre sorunları,
insanlık sekiz buçuk milyar değil de meselâ iki milyar kişiden
oluşsa hiç de bugünkü kadar ölümcül boyutlara ulaşmayabilirler.
Yakın zamana kadar vazgeçilmez görünen -ve artık tartışma konusu
edilebilen- birtakım ahlâkî -yani aslında ideolojik- engeller
kalksa, nüfusun “gereksiz”leştikçe azaltılmasının yolları daha
kolay bulunabilir. Günümüzde “ulaşılan” -aslında düşülen- ahlâkî
seviye ve dünyanın her yerindeki ortalama büyükşehir insanının
zihniyetinde ve günlük yaşamında diğerkâmlığın kapladığı ufalan yer
gözönüne alınırsa, insanların çoğunun, “azaltılacak”lar başkaları
olduğu takdirde, böyle bir tenhalaştırmaya ses çıkarmayacağı tahmin
edilebilir. Vicdan sahibi insanlar elbette hep olacaktır, lâkin
yüzlerini ellerindeki telefonlardan kaldırmaksızın üstlerine
yürüyecek, kendinden geçmiş kitlelere seslerini duyurabilecekler
midir?
Meramımı izah edebildiğimi umuyorum. Büyük bir altüst oluş,
kimbilir, belki de altüst olmadan geçiş dönemi yaşıyoruz. En büyük
dönüşüm, kendimizle ilgili algımızda, idrakımızda. Gençlik, sağlık,
fitlik, güzellik vs. ideolojilerinin, sürekli
hızla değişen teknolojiye ayak uydurabilme-uyduramama veya bu
teknolojiden zaten tamamen yoksun olma hallerinin, bunların
yolaçtığı ayrımların ten rengi ayrımlarıyla, coğrafyayla, etnik
kökenlerle, dinler mezheplerle biraraya gelerek esas
insanlar-gereksiz insanlar kümeleri meydana getirmesine
şahit oluyoruz. Ya da mâruz kalıyoruz.
İsrail Savunma Bakanı Yoav Galant’ın henüz 9 Ekim günü
“insanımsı hayvanlar” ile savaşacaklarını açıklaması, basit bir
ırkçı dangalaklığı değildi. İsrail’in 8 Ekim’den bu yana yürüttüğü
etnik temizlik-soykırım harekâtının, sırf kendi çıkarları için bile
uluslararası hukukun koruyucusu kesilmesi beklenecek mercilerce
her yönüyle meşru bulunması, basit bir tarafgirlik
ve çıkar hesabı değil. Dört rehineye karşılık çoluk çocuk iki yüz
on ölünün insanlığın böylesine kalabalık bir kesimince “doğal”
bulunması basit bir vicdansızlık göstergesi değil.
Başkalarının insandan sayılmadığı ideolojilerin hem insan
topluluklarına hem devletlere yön verebildiği, bedelinin on
milyonlarca can kaybıyla ödendiği yüzyıllardan geçildi, bugünlere
gelindi. Gelinen noktada, hiç de kapalı kapıların, biz sıradan
vatandaşlar için aşılmaz duvarların ardında, gizli saklı değil,
açıkça, yüzsüzce, “bu tavır yarın beni ne duruma düşürür…”
kaygısını zerrece taşımaksızın, o feci formül, yaldızlı
tebeşirlerle tahtalara yazılıyor, renkli kompozisyonlar içerisinde
projeksiyonlarla yüksek binaların üzerine yansıtılıyor: 4 insan
>{büyüktür} 210 insanımsı hayvan.
Nuseyrat Katliamı ertesinde, dünyanın üzerine çöken yeni
faşizmin nasıl bir nevi “ana akım” ideolojisine dönüşmekte
olduğunun bugüne kadarki en bariz kanıtlarından biriyle
karşılaştık. İleride tarih yazılırken -yazılabilecekse- insanın
ahlâkî-ideolojik dönüşümünün öyküsü şüphesiz 1980’lerdeki
neoliberal taarruzdan başlatılacak, ancak “sıçratıcı” olarak Donald
Trump’ın adı Margaret Thatcher’dan daha çok anılacak, utanç
zincirlerinden tamamen kurtulma ve “açılma” anı olaraksa, “öteki”ni
insandan saymayanların ölü çocuk bedenleri üzerine lazerle
yansıttığı formülün ışıldaması kayda geçecek: 4x > 210y.