Son derece ilgisizmiş gibi görünen kimi olayları birbirinin ışığında değerlendirmeyi seviyorum. İstikrarlı okuyucularım bilir. İnanmayacaksınız ama yurt sathında, neredeyse birkaç KOBİ’yi (küçük ve orta boy işletme) tıka basa dolduracak ölçekte de istikrarlı bir okur grubum var. Anadolu kaplanlarım benim. Hatta Erbil’den Kuala Lumpur’a uzanan küresel bir satıhta da bir miktar Asya sincabı okuyucum bile var. Onlar olmasa böyle her hafta yazı mazı yazamazdım ben. Ne yazacağım?
Kaç zamandır kuru ya da taze biber dolması yapamıyorum. Okurlar olmasa, yazı yazacağıma oturur sumaklı acılı Maden usulü etli dolma yaparım. Bizim 35 katlı binamızın ortak kullanıma açık terasında seracılık yapmak gibi bir niyetim de var üstelik. Melih Başgan’a uzak, Allah’a yakın hissediyordum bir vakitler oraya çıktığımda. Zira eli bizim siteye kadar uzanmıştı. Ki hâlâ da o el orada duruyor. Mansur Başkan’a yazayım bir icabına baksın diyorum da bir türlü kısmet olmadı.
Teras katta beş kilogramlık beş adet vita yağı tenekesinden oluşan bir sera kurmak fikrim baya şık bir fikir. Tenekeden serada muhakkak cin biberi de yetiştirmek istiyorum. Gelgelelim bundan sonra yönetimden bana sera için izin mizin de çıkmaz. Bu sabah yine köprüleri attım kendileriylen. Yöneticimiz üç yıldır itiraz ettiğim bir konu için “Fakat sizden başka herkes kabul ediyor” dedi. Bir hışımla, “Bakın ben haksızlığa razı gelmediğim için işimden gücümden oldum. Bana başkalarının razı olduğu haksızlıklarlan gelmeyin!” demiş bulundum. Gözlerini anlayışlı biçimde kısarak “Biliyorum” dedi! Akşam evde “nereden biliyor acaba” diye şaşkınlıkla anlattım bunu. Evimizin bilirgişisi, “Saf mısın nesin, bunca zamandır herhalde duymuştur” dedi.
Haddizatında geçen hafta apartmandaki kızlarla toplanıp terasta beş çayı içerken bu sera fikri parlamıştı kafamda. Fakat işte yağ kutularının dışını kırmızıya boyayıp üzerine de mavi puantiyeler ve kelebekler bile kondursam, terasta seracılık yapmama izin çıkacağını sanmıyorum. Bu durumda ben de olmadı uzun konçlu galoşumu ayağıma geçirir, Gölbaşı’na giderim. Orada bir kamu arazisinin kıyıcığında beş adet teneke kutuda domates yetiştirsem kimin ruhu duyar? Bostan işinden yorulunca da Ankara Üniversitesi'nin Gölbaşı’ndaki kampüsüne geçer, çayımı içerken çektiğim fotoğrafı “İbişlere ısmarladım çay gele, çay gele” notuyla sosyal medyada kapak yaparım.
Tam bu fantezileri kurarken içeriden gelen orta şiddette bir patlama ve çarpma sesi üzerine mutfağa seğirttim. Eyvah ki ne eyvah, haşlanmakta olan yumurta patlamış ve bir kısmı löp diye tavana yapışmış. Geri kalanı da –sanırım- parçacık fiziğine uygun olarak- her yere saçılmış ve puantiyeler şeklinde yapışmış. Te Allam ya, puantiye dediysek, parmağını gözüme sokman da gerekmiyordu... Görülmemiş bir iş diyerek ocağı kapattım, kapıyı çektim ve -şu yazı bitinceye kadar- patlamayı görmezden gelmeye karar verdim.
Kaldığım yerden devam etmek üzere yazdığım satırları okuyunca, Gölbaşı’na giderken ayağıma neden uzun konçlu galoş geçirmeyi planladığımı anlayamadım. Benim dedem toprakta çalışırken galoş giymezdi. Domates fideleriyle uğraşırken gördüğüm tek kişi de -nur içinde yatsın- dedemdir. Öyleyse hangi selvi boylu al yazmalı filmden sıyrılıp gelmişti bu galoş imgesi? Düşün dedem düşün, birdenbire sabah sabah gördüğüm uzun konçlu galoş giymiş Cumhurbaşkanı fotoğrafı geldi aklıma. “Yerli traktör” tanıtım amaçlı bir tarla ziyaretindeydi. Traktörün yanı başında, köylüsüz ve yapayalnız duruyordu. “Allah iyiliğini versin, köylüden ve topraktan korkuyorsan tarlaya inmeyeceksin” demiştim kendi kendime. Sonra baktım ki her fırsatta yıkılan medya bu fırsatı da kaçırmamış. Tam da domatesler ve seracılık üzerine düşünüyorken konuya el atmaktan eksik mi kalacaktım?
Fakat domateslerle felsefe arasında çok ince bir çızgı vardır. Tabiat anaylan birlikte, ben de yürüdüm geçtim o çızgıyı. Haftalardır yazmadığım türden şu sarkastik yazı da o felsefi esriklik içinden çıktı. Oradan yürüdüm. Bu galoşlar daha çok çamur kaldırır...
Madem torpağa basabilmek için galoş giyecektin, kime “müstemleke aydını” diyorsun allasen? Benim dedem hayatında bir kere bile torpağa galoşlan basmadı. Onun zamanında da bir çeşit galoş vardı. Pestil ve pekmez zamanı, tekneye doldurulmuş üzümleri çiğnerken giyilirdi. Canım dedem ya, birlikte bir fotoğrafımız bile yok. Neyse Cem Küçük “sadece garibanlar atıldı üniversiteden” dedi diye, gariban gibi konuşmayayım. Dedemin –kendi KOBİ dünyamızdan bakınca- uçsuz bucaksızmış gibi görünen üzüm bağları vardı. Ah ah… Gözümüz kör olmasın ki şarapçılığa girmeyi akıl edemedik dedemden sonra… Ay neyse bir dağıttım ki toplamam “olası” değil. Yeri gelmişken söyleyeyim, “olası değil” ifadesi vallahi de hiç olmuyor, billahi de olmuyor. “Mümkün değil” deyin, “imkanı yok” deyin, “mümkünü yok” bile diyebilirsiniz. Bu nedir ya “olası değil”miş. Olmayası mı? Yani “imkanları, mümkünleri” gül gibi şapkalarıylan birlikte açığa sürükleyip dil denizinin ortasında paçoz bir “olası”ya muhtaç kalmak…
Galoş demiştim. Bir ülkenin bütün dünyaya one minute çekmiş yerlici ve millici Cumhurbaşkanı vatan tarlasına galoşlan yürüyor. Dünyanın her yerinde haberdir bu. Memleketi bir uçtan diğerine yaya yürümüş ve acıkınca tarla kenarlarına çökerek ekmeğini bölmüş de yemiş Kemal Kılıçdaroğlu’na, “Bay Kemal!” diye ünleyen bir Cumhurbaşkanı. Dedesi torpağa galoşunan basmamış bir akademisyen neslinin başından aşağı “mandacı artığı” gibi envai çeşit hakareti “yerli traktör” kasasıylan boca eden bir Cumhurbaşkanı... Kırsalda torpağa galoşla basarsa, dünyanın her yerinde haberdir. Açıkta kalıp domates yetiştirme hayallerine sardırmadan önce haber sosyolojisi dersi verirdim. Ben bilmeyeceğim de Halil Berktay mı bilecek bunları? Neyse, ona da bir neyse…
Dua etsin 1071’lik akademisyenler ki bugünlük onlara sardırmadım. Çinli döveceğim diye Uygur restoranlarını basanlardan farkları yok. Ellerine, “alınlarına” bulaştırmışlar bu işi de. Meslektaşları bir metin imzaladı diye hapse girsin isteyen, mahkum olsun, işsiz-aşsız kalsın isteyen (öyle herhalde, başka ne istiyor olabilirler ki) Türkiye’nin parti üniversitelerinin AK-ademikusu bunlar… Kuzu gibi. Düşünce ve ifade özgürlüğünün, akademik özgürlüğün ve bilimsel özerkliğin nitelikli akademik üretimle rabıtasından bihaber yaşayıp gidiyorlar. Hayır bir şey değil, yarın bir gün keser döner sap dönerse, bunlar domates fidesi ekmeyi de bilmezler. Aç biilaç kalırlar vallahi. Oysa biz “organik” akademisyenler, iki metrekarelik balkon bulsak balkabağı bile yetiştiriyoruz.
Keser ve sap dönüyor arkaaşlar, apaçık ortada. İşte AYM kararı. Sanırsın ki ihlal yönünde oy kullanan sekiz üye Judith Butler okumuş. Butler soruyor ya hani, ulusal egemenliğe meydan okunmuş olması “ne pahasına olursa olsun” onu kuvvetlendirmeyi mi gerektirir diye. AYM’nin gerekçeli kararının bir yerinde de tam olarak şu söyleniyor: “... muhaliflerin haksız saldırı ve eleştirilerine farklı yollardan cevap verme imkânının olduğu durumlarda ceza kovuşturmasına başvurulmamalıdır.”
Kısacası AYM, ifade özgürlüğünü feda etmek pahasına ulusal egemenliği kuvvetlendirmekten başka yollar da var diyor.
Ey Malazgirtliler, meslektaşlar, cin biberler!
Şimdi isterseniz galoşunuzu giyin ve domates fidelerini yavaşça toprağa gömün. Anca yeşerir...