Canını dişine takarak istiklali için tüm yokluk ve yoksulluklara
karşın savaşan, kazanan bir ülkenin insanlarıyız. Harp Coğrafyası
Uzmanı Dr. Sinan Erdoğan’a kulak verdiğimizde, 102 yıl önceki Büyük
Taarruz günlerinde sadece harekatı planlayanların değil komuta
ettikleri askerlerin de içinde bulunduğu zorlu şartları, gözümüzde
canlandırıp, zihnimizde değerlendirmek kolaylaşıyor. Yaklaşan
tehlikeyi önceden gören bir kadronun aynı hedefe kilitlenmesi.
Kadronun bir araya gelişinde de etkin olan Mustafa Kemal’in
arkadaşlarını çok iyi tanıması. İş bölümü ve görevlendirmelerini
bir subayın bilgi düzeyi ve karakter yapısını dikkate alarak
gerçekleştirmiş olması. Çekirdek kadronun yıllar içinde bazı
anlaşmazlıklar yaşanmasına rağmen asıl hedeften şaşmayışı.
Aralarındaki kişisel anlaşmazlıklara rağmen fikir alışverişinden
hiç vazgeçmeyişleri.
Siyasi ve askeri alanda yapılan planlamalarda karşıt görüşlerin
esirgenmeyişi ve sonuçta mutabakata vararak ortak hareket etmeleri.
Daha önemlisi bu çekirdek kadronun merkezi genişletmekten
kaçınmayışı. Her alandan o günlerde son derece az olan
entelektüelleri ve ilaveten politikacıları merkeze çekme çabası.
Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan bir imparatorluğun
yetiştirdiği son Harbiye neslinin şair, yazar, gazeteci ve
politikacı, eğitimci, çok az sayıdaki hekim, veteriner,
mühendislerle -ki bunlar da askeri mekteplerde okumuştu-
genişleyerek toplumla arasında güven ilişkisi kurmanın yolunu
açmıştı. Zorluklarla birlikte baskı da vardı elbette ancak İstiklal
Mahkemelerine takılıp İstiklal Harbi'nin muazzam değerini gözden
kaçırmak, önemsizleştirmek gaflettir, dalalettir, hıyanettir. Çünkü
toplum geneliyle kurulan bir güven ilişkisi sayesinde başarılı
olmuştu. Bu ilişkiye paydaş olmayan bir azınlığın basiretsizliği,
günümüzde efsaneleştiriliyor. Zihinleri bulandıran Milli Mücadele
karşıtı yorumlar -ki iktidar destekli- yeni nesillerin hem
özgüvenini hem toplumsal bilinci zedeliyor.
Aşırı soldan ve aşırı sağdan gelip neredeyse aynı çizgide
buluşan resmi tarih küçümsemelerinin yarattığı alternatif tarih
yorumlarını politikasının temeline yerleştiren bir iktidar var
bugün. İletişim çağında, dezenformasyon ve manipülasyon riskinin de
artmasına rağmen, çeşitli kaynaklara erişim kolaylaştığı için
gençler alternatif tarih yorumlarının denetlenmeye ne denli muhtaç
olduğunun farkında. Büyük Taarruz planları yapılırken Mustafa Kemal
ve Fevzi Paşa (Mareşal) ordu komutanlarının da katıldığı derin
görüş ayrılıkları ve tartışmalar sonrasında en uygun olanın
üzerinde ortaklaşarak zafere ulaşmalarından ibret almak gerekiyor.
Bugünün iktidarı ise istiklali kazanan nesilden çok farklı.
İstiklali kazandırmayı bırakalım bir yana istikbali kaybettirecek
adımları atmaktan hiç çekinmeyen bir yapı tarafından
yönetiliyoruz.
Zor zamanlardayız yüz küsur yıl önceki gibi. Ama bu defa ne
Harbiye'nin kurmay zekasına ne diğergam nesillere sahibiz. Birinci
Dünya Savaşı'nda Kanal Cephesi Komutanı Cemal Paşa yönetiminde
Osmanlı, kıt kaynaklarını bugünkü Kudüs, Filistin, Lübnan ve
Suriye’ye aktarmıştı. Devlete bağlılık hissetmeyen aşiretleri
altınla satın alarak elde tutmaya çalışıyordu. Yenilgi sonrası
trenle İstanbul’a gitmek için Anadolu’dan geçerken gördüğü
yoksulluk ve yokluk karşısında "keşke o kadar hizmeti buralara
yapsaydık" sözüyle pişmanlığını dile getirmişti. Falih Rıfkı Atay
Zeytindağı’nda yazar. Bugünün askeriyesinde kurmayların bu kitabı
bile okuduğundan şüpheliyim. Zira okusalar sınırları kevgire dönmüş
ülkenin kurmayları “sınır güvenliğini sınır ötesinde sağlıyoruz”
safsatasıyla ülke kaynaklarını Irak ve Suriye’ye aktarmazlardı.
Osmanlı cil çil altınla oraların gönlünü kazanamadıysa bugünküler
üç-beş çapulcu cihatçıya silah ve maaş vermekle hiç kazanamaz ama
evlatlarımızı oralara kurban etmeye devam eder.
Açık söyleyeyim bu ülkede güvendiğim bir kadınlar kaldı. Her
biri kendi kurtuluş savaşını veren canım kadınlar. Evdeki ‘düşman’
öyle amansız ki kadın kendisini kurtarabilmiş olsa bile kızlarını
öldürerek kadından intikam alıyor. Ayrılmak istediği için kadını
cezalandırıyor. Kimse katil Vesim Çınar kendisini de vurduğu için
suçunu hafifsemeye kalkışmasın. Bu cinayetler eril şiddetin politik
oluşunu bir kere daha açıkça gösterdiği gibi kadına şiddetin
cinskırım aşamasını da ayan beyan ortaya koyuyor. Üstelik iktidarın
cesaretlendirdiği bir hal cinskırım aşaması. Kadın katili Çınar’ın
kendi kızlarını öldürdüğü gün ülkenin dört bir köşesinden başka
kadın cinayetleri haberleri geldi. Basına yansıdığı kadarıyla günde
en az beş kadın cinayeti işleniyor diyoruz ya genellikle. O gün beş
değil sekize yükseldi sayabildiğim haberlere göre. Gerçek rakam ne
bilmiyoruz. Çünkü iktidar açıklamıyor. Kadınları korumuyor. Şiddeti
önlemiyor. Şiddet faillerini cezasızlıkla ödüllendirip potansiyel
failleri cesaretlendiriyor. İşte tam bu nedenle kadın cinayetleri,
cinskırımdır. Cinsiyet eşitsizliğini körüklemek için üretilen
politikalarla iktidar, en yakınlarından şiddet gören kadınları
değil o en yakınları olan şiddet faillerini, erkekleri korumak için
aile kutsayıcılığı yapıyor. Kadını değil eril şiddeti bağrında sır
gibi saklayan aile kurumunu korumayı hedeflediği için failler bu
kadar pervasız, şiddet bu kadar yaygın. Şiddetle ‘yola
getirmediklerini’ cinayetle yok ediyorlar. Kadın kurtulduysa
çocuklarını öldürerek cezalandırıyorlar. Bir başka mesele de şu ki
Vesim Çınar’ın çocukları kız değil de oğlan olsaydı yine de öldürür
müydü? Evet demek zor. Kız çocuklarının velayeti için annelerine,
kadın olması nedeniyle güvenmiyor, kızlarının başlarında bir erkek
olmadan kendince iyi bir hayat yaşayamayacağını düşünüyor. Ve bir
erkek olarak erkekleri çok iyi bildiği için ailesinden bir başka
erkeğe de emanet etmiyor. Bunlar tabii ki benim spekülatif
yorumlarım ama esasında şiddetle mücadele deneyimi böyle sonuçlara
ulaştırıyor insanı.
Bu tablo yeni değil. Geçmişten bu yana artarak sürüyor. Buna
rağmen kadınlar şiddetten kurtulmak, insan onuruna yakışır şekilde
yaşamak, özgürce nefes alabilmek için ölümü, göze alıp kendi
mücadelesini veriyor kadınlar. Söyler misiniz, bu ülkede ölümü göze
alarak özgürlüğe koşma cesareti kimde var? Ben cevap vereyim bir
Kurtuluş Savaşı neslinde vardı, bir de bugün kendi kurtuluş
savaşını veren kadınlarda var. Çok büyük bir cesaretle olmazı
oldurmaya çalışan kadınlara layık bir mücadele yürütmek için kadın
hareketinin de iktidarın yürüttüğü cinskırım politikasını durdurmak
için mücadelenin gücünü yükseltmesi gerekiyor. 21’inci yüzyılda
Türkiye bir kere daha kurtulabilecekse eğer bu kadınların tekil ve
örgütlü mücadelesinin aynı hedefe kanalize edilmesiyle mümkün:
Cinskırım ile mücadele. Çünkü cinskırım politikasının zeminini
güçlendirmek için aileyi güçlendirme söylemi ile perdelenen bir
aile vesayeti uygulaması başladı bile. Adalet Akademisi bünyesinde
kurul oluşturmakla yetinilmedi hemen başladı icraat. Genç
kadınların sağlık verileri bakanlık tarafından babalarına
bildirilir olmuş. İktidar kendi çıkardığı kişisel verileri kanununa
(KVKK) aykırı bir işlemi nasıl yapar diye şaşırmayınız. Kişisel
veri diyor ya hani o kişi kavramı iktidarın bugünkü zihniyetinde
kadınları kapsamıyor. Yıllardır kürtaj yaptıran kadınları
fişleyerek kocaya/babaya bildirmekte olan iktidar, bir adım daha
ileriye götürmüş işi. Kadınların kişisel hakları yok, bu iktidara
göre ailenin, aileyi temsil eden vasi olarak atanmış erkeklerin
hakları var. Bu hakların kapsamına sağlık bilgilerine erişim de
giriyor anlaşılan. Sonuç şiddete, yaralamaya, öldürmeye varırmış
iktidarın umurunda değil. Kadınlar özgür birey değil onların
gözünde. Kadınların, kız çocukların ve LGBTİ+ların yaşam hakkı bu
gidişle, yakın zamana kadar gücü kırılmak istenen aile/aşiret
mahkemesine havale gibi. Tüm bunların cinskırım politikasının
zeminin güçlendirmek için yapıldığı da çok açık.