Geçtiğimiz hafta, 1990’lı yıllarda ekonomik ve siyasal istikrarsızlıkların oluşmasına zemin oluşturan siyasal-iktisadi çerçevenin 2000’lerde değiştiğini yazmıştım. Bu değişim, 2000’lerde tek parti iktidarlarını mümkün kılan önemli bir etkendi. Yazıyı şu soruyla bitirmiştim: Günümüzde hükümetlerin ekonomi politikalarını şekillendiren siyasal-iktisadi yapıda bir değişim yaşanıyor mu? Bu soruya vereceğimiz yanıtlar, gerek ekonomik gerekse siyasal gidişat için tahminde bulunabilme olanaklarımızı artırabilir. İlk yazıdaki parametrelerden hareketle bu düşünce akışını sürdürürsek, aşağıdaki üç gelişmeyi vurgulayabiliriz.
YENİ ARAYIŞLAR
İlk vurgumuz, 90’lardan ve 2000’lerden farklı olarak günümüzde (2010’lu yıllarda), “yapısal uyum” politikaları gibi, üzerinde uzlaşılmış bir reçetenin mevcut olmaması. Zira bu politikalar, 2008’deki krizle birlikte büyük ölçüde itibar kaybetmiş durumda. Günümüzde yapısal uyum çerçevesi, zamanında bu reçeteyi formüle eden uluslararası kurumlar tarafından dahi eleştirilmekte. Ancak henüz bir “yeni uzlaşı” ortada olmadığı için eski program tadil edilerek sürdürülmeye çalışılıyor. Günümüzün “yapısal reform” politikaları, içeriği farklı şekillerde tanımlansa da, halen “yapısal uyum” reçetesinin bir devamı niteliğindedir.
Kısacası, günümüzde, 1990’lardaki ve 2000’lerdeki kadar net bir program yok. Net bir programın mevcut olmaması durumuna artan ekonomik zorlukları da eklediğimizde, ekonomi yönetiminin bir süredir yeni arayışlara yöneldiğini izleyebiliyoruz. Bu durumda, yeni arayışlar ya 90’lardaki ikilemi geri getirecek (yapısal uyum politikaları ile hükümetlerin iktidarda kalma çabaları arasındaki uyuşmazlık) ya da bu ikilemi aşacak farklı formüller ortaya çıkacak.
İlk olasılığın hayata geçmesi durumunda, önümüzdeki dönemde (Nisan referandumu nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın) hükümetlerin (ya da başkanın) iktidarda kalabilmesinin koşulları ile yapısal reformların hayata geçmesi arasında bir çelişkili ortaya çıkabilir. Böyle bir gelişmenin yaşanması, ekonomi yönetimlerinin yapısal reformları hayata geçirmede 90’lardaki gibi ayak sürümeleri ile sonuçlanırsa, yeni bir krizler silsilesi tetiklenebilir. Bunun nedeni, bizatihi yapısal reformların hayata geçirilmesinin kriz ihtimalini azaltacağı düşüncesi değil. Bu reformların uygulanıp uygulanmamasının, uluslararası sermaye kesimleri için söz konusu ülkeye yatırım yapmada bir kriter olarak görülmesidir. İkinci olasılıkta, yani yapısal reformların sert bir şekilde uygulanması halinde ise bu, iktidarların 1990’larda karşılaştığı ikilemi geri getirebilir.
İstikrarın ekonomi politiği - I
TEKNOKRATİK MAKİNENİN DEVREDEN ÇIKMASI
İkincisi vurgumuz, 2000’lerdeki teknokratik makinenin 2008 krizi sonrası aşamalı olarak devreden çıkarıldığıdır. Bu alanda henüz 1990’lara dönülmediyse de, 2008-9 krizi sonrasında ekonomi yönetiminde otomatik pilottan manuel yönetimi geçilmiş olduğundan bir şüphemiz yok. Özellikle 2000’lerde kurulan teknokratik makinenin önemli dişlilerinden olan bağımsız kurullar ve merkez bankası bağımsızlığı gibi oluşumların erozyona uğradığını biliyoruz. Nisan referandumu sonrasında bu erozyonun süreceğini de öngörmek zor olmasa gerek. Buna ek olarak, Türkiye Varlık Fonu ile yaratılacak ya da Fon’daki varlıkların teminat gösterilmesiyle oluşturulacak kaynağın, doğrudan Başbakanlığın belirleyeceği strateji çerçevesinde harcanacak olması, kurala dayanan yönetim karşısında takdir hakkına dayanan bir yönetim anlayışına geçişi güçlendireceği söylenebilir.
SÜREN BİREYSEL BORÇLULUK
Üçüncüsü, bireysel borçlanma alanı. Bu alanda 2000’lerdeki eğilimin kesintiye uğramadan sürmesi, 2000’ler ve 2010’ların, 1990’lardan en önemli farkı. Bireysel borçlanmadaki hızlı artışın, özellikle 2008-9 krizi sonrasında bir risk kaynağı olarak görülmeye başlaması sonucunda uygulanan makro ihtiyati politikalar, kısmi de olsa kredi artış hızını duraklatmıştı. Ancak 2016 itibaren ekonomik daralmanın gündeme gelmiş olması, makro ihtiyati politikaların gevşetilmesini beraberinde getirdi. Böylelikle gerek 2008-9 krizi sonrasında, gerekse 2016’daki daralmada, geliri artırmak yerine bireysel borçlanmanın artırılması, ekonomi yönetiminin temel politika tercihi olmayı sürdürdü.
NEREYE GİDİYORUZ?
Gördüğünüz gibi, bu üç faktörü değerlendirince karşımıza net bir tablo çıkmıyor. Farklı yönlerde hareket etmeye müsait dinamikler mevcut. Yukarıda sıraladığım üç faktörden ilkinin nasıl şekilleneceği net değil, ikincisinde 1990’lara dönüş eğilimi güçleniyor, üçüncüsünde ise böyle bir durum söz konusu değil.
Açacak olursak, 1990’lı yıllar için geçerli olan yapısal uyum politikalarını uygulama ile iktidarda kalma süresinin kısalması arasındaki ilişki, 2000’lerde değişti. Ancak 2010’lu yıllar için bu ilişkinin nasıl şekilleneceği henüz net değil. İkinci faktör olan ekonomi yönetiminin kurumsallaşma biçiminde ise, süreç 2010’larda açık bir şekilde 2000’lerdeki teknokratik yönetim modelinin aksi yönünde gelişiyor. Son olarak bireysel borçlanmada ise, 2000’ler ile 2010’lar arasında bir süreklilik mevcut.
Belki de bu kilidi açacak olan küresel ekonomik konjonktürde yaşanan gelişmeler olacak. Nasıl küresel kredi genişlemesi, Türkiye gibi ülkelerde 2000’lerde, yapısal uyum politikaları uygulanırken, bunların yarattığı hoşnutsuzlukların törpülenmesini ve bireysel borçlanma enstrümanının bu yönde kullanılmasını mümkün kıldıysa, küresel kredi genişlemesinin sonlanması, bu süreci tersine çevirebilir.
Bu kısa değiniden çıkan sonuç, Nisan referandumundaki sonuçtan bağımsız olarak, yönetimlerin ekonomi politikalarını belirlerken tabi oldukları siyasal-iktisadi koşulların 1990’lardaki ikilemi andıran bir şekilde yeniden gündeme gelebileceğidir.
Konuyu farklı yönleriyle tartışmayı sürdüreceğiz.