Daha önce hiç bir seçime katılmamış Emmanuel Macron’u 2017 Mayıs ayında henüz kırk yaşındayken beş yıllığına Fransa’ya cumhurbaşkanı seçtiren öfke büyüktü. Öyle ki, yüz küsur yıllık Sosyalist Parti’nin (SP) kapısına sözcüğün tam anlamıyla kilit astırmış, SP aynı adla anılan Solférino Sokağı’ndaki efsanevi genel merkez binasını aynı yılın aralık ayında satmıştı. Fransa’da altmış yaşına basan V. Cumhuriyet’in icracılığa dayalı yarı-başkanlık rejimi güçlü. “Seçilmiş monarklık” dahi deniyor. Hani De Gaulle’ün kendi ölçülerine göre diktirdiği ama 1981’de seçilince onun azılı muhalifi ve V. Cumhuriyet’in ilk solcu cumhurbaşkanı sosyalist Mitterand’ın “benim de üzerime pek güzel oturdu” dediği takım elbise.
Seçimin üzerinden ancak iki yıl geçti. Macron’un popülaritesi yerle yeksan oldu. Onun Fransa halkıyla aşkı gölgesiz olmalıydı, olamadı işte. Bugünün dünyasında seçimle işbaşına gelen yöneticiye icraat yapacak zaman tanınmıyor pek. Yöneten, aksiyon alabilmekten ziyade, re-aksiyon göstere göstere, olayların, gündemin peşinden sürüklenip, akıntıyla birlikte sokağın köşesindeki rögar kapağının ızgarasından geçip, yok oluyor tarihte. Bu işin bir yanı. Öbür yanı da halkla, yönetenin gündeminin birbirlerinden hepten kopuk olması, halkın haykırsa da sesini de duyuramadığı duygusunun yerleşikleşmesi, kemikleşmesi.
Oysa Macron’un niyeti salihti. Fransa’nın ekonomisinin daha çevreci bir yaklaşıma evrilmesini öngörmüştü. Fransa halkının gözünde açık ara en sevilen, en güvenilen isimlerden Nicholas Hulot’yu dönüşümden (“transition”) sorumlu devlet bakanlığına getirmiş, o makamı da başbakanın ardından protokolde üçüncü sıraya yükseltmişti. Hulot, bu yılın ağustos ayı sonunda havlu attı. Ne tuhaf, o da şimdiki Sarı Yelekliler gibi sesini duyuramadığından şikayet ediyordu. Mevcut düzende, sürekli gündelik sorunlarla boğuşan bir başbakanın, ekolojik dönüşüm gibi uzun erimli bir çaba için seçmeni iknaya zaman ve emek ayırmasının neredeyse olanaksız olduğunu vurguluyordu.
Hulot gitti, Macron zoraki devam etti. Havayı kirleten dizel motorlu araçlardan kurtulmak, yavaş yavaş nükleer enerjiye bağımlılığı azaltmak, hatta otomobili yaşam kültüründen çıkarmak gibi hedefleri vardı. Bu hedeflere ulaşmak için motorine zam geldi. En alttakiler de “bıçak kemikte” dedi. “Sen bize çeyrek yüzyıl sonrasını anlatıyorsun, biz ay sonunu çıkaramıyoruz” dedi. Bayağı eski usül kazan kaldırdı. “Araçlarda muayeneden geçmek için bulundurulması zorunlu sarı fosforlu yelekleri giyelim, sokağa çıkalım, trafiği aksatalım, akaryakıt depolarını tıkayalım, sesimizi duyuralım” dediler. Tepki, vergi dairelerinin kapılarına beton dökmeye, karayollarını gözetleyen sabit radarları tahrip etmeye yahut körleştirmeye dek vardı.
Sarı Yelekliler’in lideri yok, sözcüsü yok. Hükümet için baş ağrısı, çünkü Başbakan Edouard Philippe defaatle “kapımız açık” dese de, kiminle konuşacak belli değil. Tam bir “istemezük” hareketiyle karşı karşıya. Geleneksel sendikalar dahi sahiplenemedi Sarı Yelekliler’i, ancak bazı eylemlerine kenardan omuz vermekle yetindiler. Yapılan kamuoyu yoklamalarında, şimdilik siyasi rengi olmayan bu başkaldırıyı nüfusun üçte ikisinin desteklediği görülüyor. Özcesi, serbest çeviriyle “Sarı Yelekliler”, “yakarsa dünyayı garipler yakar” demenin Fransızcası. Aralarına giren kötü niyetliler ve vandallar da oldu. Bunların eylemlerine kolluk gücü gereken müdahaleyi yaptı, yüzün üzerinde gözaltı var.
“Çok biliyorum” demek istemedim ama ben bunları nereden biliyorum? Aaa, şok şok şok: Fransız devlet televizyonlarından. Yani yurttaşın vergisiyle yayın yapan devlet medyası, “vergi de vermeyiz, cumhurbaşkanını da istemeyiz” diye ayaklananları haber yapıyor, üzerine konuşuyor, sosyal bilimcilere yorumlatıyor. Kafasını kuma gömen yok. Görmezden gelen yok. “Üç-beş çapulcu” deyip Sarı Yelekliler’in üzerine çevik kuvveti, TOMA’ları süren yok. “Dış mihraklar Fransa’mızı yıkmaya, cihan lideri reyisimiz Macron’umuzu devirmeye çalışıyor” diyen yok. Yayın yasağı hiç yok. Öyle olunca da Macron, G-20 için Buenos Aires’e ayak bastığında yine bu konuyu konuşmak zorunda kalıyor, gündem peşini bırakmıyor.
Bu son G-20 de iyiden iyiye evlere şenlik zaten. Kaşıkçı cinayetinin üzerinden iki ay geçti. Suudi Veliaht Prens Muhammet Bin Selman (MbS) geleneksel beyaz entarisi ve dev cüssesiyle Buenos Aires’te arz-ı endam eyledi. Rusya Devlet Başkanı Putin herhalde Türkiye’nin diplomatik hassasiyetlerini ülkesinin ulusal çıkarlarının önüne koymuyor olacak ki, canlı yayında MbS ile “çak bir beşlik koç” yaptı, kahkahalar attı. Macron’un da MbS’yi kenara çekip, “beni hiç dinlemedin” diye nasihat etmesi kameralara sesli yakalandı. Erdoğan ise, “aile fotoğrafı” çekilirken MbS’nin önünden selam vermeden geçmiş, necip Türk matbuatı “MbS berbat oldu” yollu verdi haberi. Öyledir, öyle olmuştur zahir.
Sarı Yelekliler 2018, Gezi 2013: arada beş senecik var. Ekonomik kriz ortamında gittiğimiz 31 Mart 2019 yerel seçimlerine de dört ay. Berat Albayrak çıkıp “her şey Gezi’yle başladı” deyiverdi. Erdoğan “Beşiktaş, Şişli, Kadıköy, Çankaya…” diyerek adresi gösterdi. Hani eski Türkiye’nin eski Galata Köprüsü’nde Anadolu’dan “köyden indim şehere” gelenlere “bak eşek uçuyor” diye mavi göğü gösterip, pantolonlarının arka cebinden cüzdanlarını çeken yankesiciler vardı. Gerçek gazetecilerden Çiğdem Toker yazdı: Erdoğan'ın kendisini başkanlığa, damadı Albayrak'ı başkanvekilliğine atadığı Türkiye Varlık Fonu'nda (TVF) kamu kaynakları ve bürokrasi, ticari bir şirket gibi Albayrak’ın tek imzasıyla yönetilecekmiş bundan böyle.
Pekiyi bu istemezükçü Sarı Yelekliler, hasta demokrasilerin sağlığı için iyi haber mi? Orası müphem. Nihai görüş bildirmek için de sanırım erken. Dinçer Demirkent, “Belki de dünyanın her yerinde birbirine yakın zamanlarda parlayıp sönen Gezi Parkı direnişi gibi pratikler çağ dönümünün asıl işaretini vermektedir” diyor. Buna karşılık, kurumları güçlü hukuk devletlerinde, medyası özgür, yargısı bağımsız gerçek demokrasilerde, siyasi partilerin, meclislerin işlevsizleşmesi, kamuoyu yoklamalarının seçimler denli önem kazanması, temsiliyetin, katılımın tıkanıp, yönetenin de icraat yapamaz hale gelmesi, örgütsüzlüğün, toplumsal örgütlerden daha etkin siyasal güce kavuşmasının hayra alamet olup olmadığı belirsiz. Bunun arkasından “bölüm sonu canavarı” mı gelir, yaşayıp göreceğiz.