Beş uzun isyan gecesinden sonra iki ayrı Fransa vardı. İsyancılara karşı “siz Cumhuriyet’ten ne istiyorsunuz; özgürlük, kardeşlik, eşitlik neden size hitap etmiyor; neden milyarlarca euro’luk zararlar veriyorsunuz” diye çıkışan Fransa… Duvarlara “Justice pour Nahel” (Nahel için adalet) sloganının yanına “92000” yazan Fransa… İki Fransa’nın hikâyesi.
1.
Paris’in göbeğindeki Champs-Élysées’den Nanterre banliyösündeki ilginç mimarili Bulut Kuleleri’ne (Tours Nuage) metroyla yarım saatte gidersiniz. Bu yarım saatlik seyahatte sadece mahalle değiştirmiş olmazsınız. Sosyal doku değişir, atmosfer değişir, hayatlar değişir, hatta zaman değişir.
Pablo Picasso mahallesindeki Bulut Kuleleri, Paris’in her gün gelişen yeni mahallesi La Défense’taki iş merkezlerinin, cafcaflı yaşamın, takım elbiselerin, kravatların, şık ofis kombinlerinin, koşu bantlarının ve sıfır kalorili pahalı içeceklerin dibindedir. Bu çekici yaşama elini uzatsa yakalayacak kadar yakındır, oradadır ama sanki bir başka boyuttaymışçasına, bu yeni yaşama dahil değildir.
Yüzlerce sosyal konutuyla, hayatta sürekli itilip kakılan düşük gelirli sakinleriyle, bu kuleler başka bir yaşamı, başka bir boyutu temsil eder.
Polisin Nahel M. isimli genci, Nelson Mandela Meydanı’nda trafik ışıklarında öldürmesiyle başlayan isyanlar işte bu başka boyutta, Bulut Kuleleri’ndeki fakirliği çevreleyen Pablo Picasso mahallesinde, Paris’in zenginliğine bir adım uzaktaki Nanterre banliyösünde başlamıştır.
2.
Kimler yaşar bu kulelerde, bu mahallede, bu banliyöde? Biraz geriye gidelim. Onlarca yıl geriye… İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hayatın yavaş yavaş normalleştiğinin artık anlaşıldığı, o normal hayata ilişkin yeni ihtiyaçların ortaya çıktığı döneme gidelim.
Fabrikaların bantları tekrar işlemeye başlamıştı. Çarklar dönüyordu. Ama öyle hızla değil. Kapasite yıldan yıla arttı. İnsana ihtiyaç duyuldu. İnsanlar geldi. Göçmenler… Nanterre zaten uzun süredir Cezayirli göçmenlere ev sahipliği yapıyordu.
Yeni evler gerekiyordu. İşçi evleri, göçmen evleri. Çarkları çevirenler için evler… Yeni mahalleler, yeni sosyal konutlar inşa edilmeye başlandı. 1973’te Bulut Kuleleri’nin temeli atıldı. O temelden üç yıl içinde 952 konutu barındıran sekiz kule yükseldi. Sonra bir on kule daha…
Kuleler alışılmadık bir mimariye sahipti. Keskin çizgilerle yumuşak kavisleri birleştiren mimaride, göklerden, bulutlardan, topraktan ve ağaçlardan da bir şeyler taşıma iddiası vardı. Mimar Emile Aillaud, tasarladığı binalar için iyi niyetle şunları söylemişti: “Kulelerin hepsi birbirinden farklı olacak ki bir çocuk aşağıdan baktığında hangi bulutta ya da hangi dalda yaşadığını bilecek.”
Konutlara herkes bu kadar romantik bakmıyordu. Sanat eleştirmeni Robert Hughes, 1980’de BBC’deki “The Shock of the New” (Yeninin Şoku) isimli belgeselde bu projeye dönük sert sözlerini sarf ettiğinde daha tüm kulelerin inşaatı bitmemişti: “İnsanlara, toplumsal hafızaya saygı duymadan, uygulanabilir ya da insani bir mimariye ulaşamazsınız” diyen Hughes, bu konutların, içinde yaşayanlar dahil herkes tarafından bir sosyal yara gibi algılandığını ifade etmişti. “Onları beton kutulara sokun ve oynamaları için de biraz beton verin; sonra her şeyi rengarenk boyayın çünkü çocuklar böyle ister; eh, sevmezlerse de şikâyetlerini bakana yazabilirler.”
Yine de tümden beton değildi kuleler. Projede yüzlerce ağaç ve oyun alanları da vardı. Mozaikler, heykeller, resimler, renkler… Yetkililer gururluydu. Gecekondular yıkılmış; bunun yerine büyük bir deneysel projeye imza atılmıştı.
3.
Bunlar daha kulelerin ilk günleriydi. Beton bloklarda yaşayanların biraz daha elverişli yaşamlar sürdüğü, sosyal çeşitliliğin bir tık daha makul olduğu günler…
Aradan kırk küsur yıl geçti.
Binalar çürümeye başladı. Düşen mozaiklerin yerleri kabaca boyandı. Le Monde’da dört yıl önceki bir haber, pencerelerin dahi kapanmadığınıyazıyordu.Bazı evler çok sıcak, bazıları çok soğuktu. Bu evlerin sakinleri yoksulluğun pençesindeydi. Suç oranları yükselmişti. Nanterre’in bağımsız solcu belediye başkanı Patrick Jarry, ilgili haberde, kulelerdeki sosyal yaşamı şöyle anlatıyordu: “Buradakiler her yıl daha da yoksullaştı.”
Üstüne üstlük, kuleler zaman içinde bir başka işlev daha üstlenmeye başlamıştı. Sağcı belediyelerin “istemediği” insanlar orada boşalan dairelere transfer ediliyordu. Yoksullukla beraber suç sarmalı da genişledi. İşler her gün biraz daha kötüye gidiyordu.
Artık kimse kulelerde yaşamak istemiyordu. (İşin ilginci, La Défense yakın gelecekte muhtemelen bu kuleleri de yutacak ve kulenin sakinleri, başka bir yere, artık neresi varsa oraya, gönderilecek)
4.
Fransız bayrağının renkleri özgürlük, kardeşlik ve eşitliği temsil eder. Beş uzun geceden ve artık sönmüş isyanlardan sonra “Cumhuriyet”e tutunmak isteyen Fransızlar bayraklarına da sahip çıktı. Şehirleri yakıp yıkan, kamu binalarını hedef alan, otomobilleri ateşe veren, hatta bir belediye başkanının konutuna saldırarak karısının ve çocuklarının canına kast eden isyancılara karşı bayraklarını salladılar.
Sorular sordular:
Siz Cumhuriyet’ten ne istiyorsunuz? Özgürlük, kardeşlik, eşitlik neden size hitap etmiyor? Neden yurttaş olamıyorsunuz? Neden milyarlarca Euro’luk zararlar veriyorsunuz?
Bu sırada Nanterre’li isyancılar duvarlara “Justice pour Nahel” (Nahel için adalet) sloganının yanına “92000” yazıyorlardı.
Çünkü Nanterre’in posta kodu 92000.
Fransa’nın yeni zenginliğini temsil eden La Défense’da her şey gıcır gıcır, ritmik ve düzenliyken, bu yeni merkezin yanı başındaki Pablo Picasso mahallesinin sakinleri kendi mekânlarında yıllardır hiçbir şeyin değişmediğini görüyor. Duvarlara kendi isimlerini değil, Nanterre’in posta kodunu yazıyorlar.
Sistemdeki çarpıklık daha açık nasıl ifade edilir? Şaşırmış yurttaşlar için bir cevap: 92000.
5.
İki binli yıllar insanların zihinlerine iyi gelmedi. Dünyanın her yerinde, toplumlar sadece sonuçlara odaklanmaya başladı. Hız çağında yaşadığımızdan belki, olayların izini geriye doğru süremiyoruz.
Daha on sekiz yaşına girmemiş gençler, çocuklar neden Fransa’da kamu malına zarar veriyor? Soru bu. Sadece sonucu önemseyen bir soru.
Polisin tutumuna, ülkeyi şirket gibi yöneten Başkan Macron’a, sistematik ayrımcılığa dahi girmeden birkaç cümle yazmak isterim.
Nedir kamu? Kamusal alan neresidir? Bir insan ne zaman yurttaştır, eşittir ve kardeştir?
Parklar, bahçeler, müzeler, kütüphaneler belirli bir gruba verilmiyorsa…
Zenginliğin paylaşılması bir kenara, zenginlik onlara uzaktan seyrettiriliyorsa…
Belli bir mahallede, çürüyüp biten beton bloklar içinde yaşamaları, oradan hiç çıkmamaları isteniyorsa…
O halde bir başka soru:
Her eşit yurttaşın hak ettiği kamu kaynağı, işte o milyarlarca euro, mesela La Défense’a harcandığı kadar bile değil, onun çok çok azı Bulut Kuleleri’ne, Pablo Picasso Mahallesi’ne, Nanterre’e de harcansaydı, bu isyanlar çıkar mıydı?
O kulelerde yaşayanlar da çalıştı, vergi verdi, devlete, cumhuriyete katkıda bulundu ama karşılık alamadılar. La Défense’taki büyük şirketler ise “vergiden kaçınmanın” yeni örneklerini sunuyor, çarelerini arıyor ve buluyor. Fransa’da hükümet çalışan kesimin sırtına her gün daha da ağırlık koyarken, büyükler her gün daha da vergisizleşiyor, daha da kârlılaşıyor.
Sadece Fransa’da değil. Tüm Avrupa’da böyle. Bizde de böyle. 92000 mahallesi tüm dünyada büyüyor. Eşitsizlik artıyor.
Adına “bulut” deyince, rengarenk boyayınca sistemdeki çatlaklar sıvanmıyor.