Küresel finansal kriz 2010 sonrasında Avrupa’ya ulaştığında etkilerinin ne kadar büyük olacağı henüz bilinmiyordu. Kısa sürede ABD ile bağlantılı dev finans firmalarının devletler tarafından kurtarılması sonucunda özel zararın kamu zararına dönüştürülmesi ile kriz Avrupa’da kamu borcu krizi haline dönüştü.
Ancak buradaki kritik nokta şu: Yüksek kamu borcu, krizin nedeni değil sonucudur. Avrupa Birliği (AB) kurumlarınca krizden çıkış için kurgulanan kemer sıkma paketinin amacı, ironik bir şekilde, kriz sonucunda yükselen kamu borcunu düşürmek idi. Kamu harcamalarının daraltılması sonucunda vatandaşların emeklilik, sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine erişimi zorlaştı, ücretlerin dondurulması ile geniş kesimlerin yaşam standardı geriledi ve çalışanların sosyal hakları azaldı. Ancak tüm bu maliyetlere rağmen bir türlü vaat edilen ekonomik canlanma hayata geçmiyor. Haliyle insanlar öfkeli!
BİR 'DELİ GÖMLEĞİ' OLARAK AB
Ancak krizin maliyetini üstlenmek zorunda kalan geniş kesimler için daha da şok edici olan, hükümetlerin izleyecekleri ekonomi politikalarında seçmenlerin herhangi bir söz hakkının olmadığını keşfetmeleri oldu. Gerçekten de AB’nin kurumsal yapısı, birlik üyesi ülkeler açısından sınırlayıcı bir nitelik taşıyor.
Örneğin kriz sırasında para birliği dışındaki AB üyeleri, krizin etkilerini döviz kuru ayarlamaları yoluyla nispeten daha az sancılı bir şekilde atlatabilirken, Avro üyesi ülkeler için böyle bir seçenek yok idi. Bunun nedeni, yönetebilecekleri bir ulusal para biriminin olmamasıydı, dolayısıyla döviz kuru uyumlandırması bir politika seçeneği olmaktan çıkmıştı. Maliye politikası tarafında ise, gerek bütçe açığı gerekse kamu açığı belli sınırlar altında olmak zorunda.
Kısacası, AB üyesi ülkelerinin kendilerine özgü ekonomi politikası yürütebilmeleri söz konusu değil. Bunun anlamı, seçmenlerin kendi ülkelerinde izlenecek ekonomi politikalarının belirlenmesinde herhangi bir etkisinin olmaması. AB’nin kural temelli neoliberal kurumsal dizaynı, ekonomi politikalarının demokratik yollarla değiştirilmesine kapalı.
SYRIZA PARADOKSU
Bu durumu en somut olarak Ocak-Temmuz 2015 arasında Yunanistan’da gördük. 2010’daki ilk krizden beri beş yıldır kemer sıkma politikaları uygulayan partilerin çökmesi ile iktidara gelen Syriza’nın en temel iki vaadi borçların yeniden yapılandırılması (hatta önemli bir kısmının silinmesi) ve kemer sıkma politikalarına son verilmesi idi.
İktidara geldikten sonra AB Troykasıyla (AB Komisyonu, Merkez Bankası ve IMF) altı ay süren görüşmeler sonuçsuz kalınca gündemde olan kemer sıkma programının uygulanması kararı için referanduma gidildi. Referandum sürecinde açıkça “hayır” oyunun Avro’dan da çıkmak anlamına geleceği vurgulanmasına rağmen yüzde 62 oyla kemer sıkma programı reddedildi. Ancak Syriza yönetimi halkın kararını uygulamaya cesaret edemedi ve kendinden önceki hükümetlerin uygulayamadığı sertlikteki programı uygulamaya koydu.
Syriza deneyiminin bu şekilde sonuçlanmasında pek çok faktör etkili idi. Ancak konumuz açısından önemli olan şu: Syriza deneyimi Avro Bölgesi’nde kalarak kemer sıkma programına karşı çıkmanın imkansız olduğu gösteriyor. Bu anlamıyla “Syriza Paradoksu”, Yunanistan’a özgü değil; AB içinde ekonomik sorunlar yaşayan herhangi bir ülkenin AB kurumlarınca tespit edilen ekonomi politikasının dışında hareket etmesinin imkânsız olmasını anlatıyor. Bu anlamıyla İtalya’da güncel olarak yaşanan sorun bir “Syriza Paradoksu”dur.
İTALYA'NIN KRİZİ
Sondan başlayalım. 4 Mart 2018’de yapılan seçimler sonucunda 5 Yıldız Hareketi ile Lig parlamento çoğunluğu elde etti. Lig’in eğilimi ırkçı sağ ile sağ popülizm arasında değerlendiriliyor. 5 Yıldız ise farklı eğilimleri bir arada barındırsa da sol bir parti olarak değerlendirmek oldukça zor. Ancak konumuz açısından önemli olan, müesses nizam karşıtı olan bu iki partinin hükümet kurma çalışmaları için önemli mesafe almış olmaları.
Koalisyon görüşmelerinin başında masada olan Avro’dan çıkış ve kemer sıkma politikalarına son verme seçenekleri sonlara doğru gündemden düştü. Ancak bu sefer görüşmeler başbakanın hangi partiden olacağı konusunda kilitlendiği için, çözüm olarak iki taraftan da olmayan etkisiz bir başbakan formülü üzerinde uzlaşıldı. Ancak müstakbel kabine maliye bakanlığı için Avro birliği ile ilgili eleştirel düşünceleri olduğu bilinen bir iktisatçının önerilmesi üzerine, Cumhurbaşkanı’nın bu öneriyi veto etmesi ile bu koalisyon kurma girişimi bertaraf edilmiş oldu. Bunu Türkiye’de AKP’nin yaygın bir şekilde kullandığı terminolojiye çevirip söylersek “vesayet sistemi, milli iradenin tecelli etmesine engel oldu!”
Şu anda gündemde, 1999-2001 arası IMF Türkiye masası şefi görevini yürüten, neoliberal ortodoksinin yılmaz bir savunucusu olan Carlo Cottarelli'nin hükümet kurması için görevlendirilmesi. Yani yeni bir teknokratik hükümet denemesi.
NEOLİBERAL AVRUPA'NIN KRİZİ
2011 yılında krizin sarsıcı etkileri hissedilmeye başlandığında yıkılan 3. Berlusconi hükümetinin yerine Mario Monti başbakanlığında teknokrat bir hükümet gelmişti. Kısa ömürlü olan bu hükümetin düşmesinin ardından siyasi istikrarsızlık halen sürerken yapılan 4 Mart seçimleri de mevcut sorunlara çözüm bulabilecek gibi görünmüyor.
İtalya’nın yaşadığı kriz, neoliberal AB modelinin krizidir. Bu krizin nasıl aşılacağı, neoliberal müesses nizamın son kalan iki temsilcisi olan Merkel ve Macron’un Brexit sonrasında AB’yi yeniden güçlendirme planlarının geleceğini de etkileyecek. Ancak 2008 krizinden bu yana gördüğümüz mekanizma halen işliyor: Neoliberal politikalar sağ popülizmin çaresi değil, nedenidir. Neoliberal elitin açmazı şu: Neoliberal Avrupa modelinde ısrar etmek ya AB’nin dağılmasına ya da faşizmin yükselmesine neden olacaktır.