İtibar bir iç kuvvet. Ruhtan, kişilikten kaynaklanan bir şey.
Öyle olmasa servet sahibi ya da ünlü herkes itibarlı olurdu.
İktidar sahipleri itibarın da doğal sahibi olarak kabul edilirdi.
Oysa çoğu kez tersi geçerli; itibarlı iktidarlara pek rastlanmadığı
gibi, iktidarlar itibar sahibi insanları parçalamaya teşne.
Bilgisayarın gelişimine yaptığı katkılarla ölümünden sonraki on
yıllarda simge bir isme dönüşen, matematik dâhisi, kriptolog Alan
Turing’in hayatını anlatan ‘The Imitation Game’ filmini izlerken,
aklımda olan ilk ve son kelime itibardı. Yaşadığı dönemde
itibarsızlaştırılmaya çalışılan, sonrasında hakkı ve değeri teslim
edilen Alan Turing değişen zamanın yeni ölçütlerine göre ileri geri
oynatılırken itibarını kaybetmiş ve yeniden kazanmış mı
sayılmalıydı sahi? Bana daha ziyade onun karşısında insanlığın
kendi itibarını toparlamaya çalışması gibi geldi, bütün bu yaşanan.
Çünkü itibar aslında ruha kazılıdır. Varsa yok edemez, yoksa
sonradan edinemezsiniz. Sadece utanmayı öğrenebilirsiniz pek pek.
Bu da kendi itibarınızı keşfetmek için bazen ilk adımdır.
Morten Tyldum’ın yönetmenliğini üstlendiği 2014 yapımı ‘The
Imitation Game: Enigma’ filminin temeli, yapımcılar Nora Grossman
ve Ido Ostrowsky'nin 2009’da, Başbakan Gordon Brown'ın, Turing'in
gördüğü muamele için İngiliz hükümeti adına yazdığı özür
konuşmasına tanık olmaları üzerine atılmış. Ardından Andrew
Hodges'un ‘Alan Turing: The Enigma’ biyografisini okuyup senarist
Graham Moore ile anlaşmışlar. Senarist Graham Moore, senaryoyu
oluştururken bu kitaptan ve Turing’in yapay zekânın temelini attığı
1950 tarihli makalesinden esinlenmiş. Moore, bir söyleşide bu
dâhiye yaklaşımını da paylaşmış: "Alan Turing’in hikâyesi çok
trajik bir şekilde son buldu ama biz onu, yaşamını ve işini
onurlandıran bir film çekmek istedik. O, tanıdığımız herkesten
farklı biri. Her aşamada seyirciyi ona yaklaştırmaya çalıştım. Onu
seyircinin kafasının içine yerleştirmek istedim. Umarım perdeye
baktıklarında, tarihten ve kendilerinden çıkarılıp alınmış bu
insanın ne kadar müthiş biri olduğunu anlarlar.”
ÜÇ TUTAMLI ÖRGÜ
Film, Turing’in gerçek hayat hikâyesinden kimi ayrıntılarda
farklılaşmakla eleştirilse de senaristin ve yönetmenin bakış
açısıyla birlikte ele alındığında yapılan tercihler anlam
kazanıyor. Alan Turing’in ilk kez dostluğu ve aşkı tattığı kolej
dönemi, II. Dünya Savaşı yılları ve ölümüne doğru giden 1951 yılı
olmak üzere hayatının üç farklı dönemi arasında hızlı ve
çağrışımsal geçişlerle gidip gelen film, dehasına karşın ve tam da
bu sebeple kırılganlaşan ve şifreleri kırıp kendisini korumayı
başaramayan Alan Turing’in hayatına bizleri dahil ediyor. Üç
tutamlı bir örgüyü elimizde tutar oluyoruz.
Filmin büyük bölümünü kaplayan II. Dünya Savaşı’nın en karanlık
yıllarında Nazizm bütün Avrupa ülkelerini sırayla işgal eder ve
İngiltere’nin tepesine bombalar yağdırırken, İngiliz İstihbaratı
savaşın seyrini değiştirebilecek son çare olarak Almanların saldırı
komutlarını paylaşmak için kullandığı Enigma şifreleme sistemini
çözme işine girişir. Bu amaçla İngiliz hükümeti, Deniz Kuvvetleri
Komutanlığı çatısı altında ülkenin en parlak beyinlerini
buluşturur. Bu isimlerden biri de genç matematik dâhisi Alan
Turing'tir (Benedict Cumberbatch). Dehası oranında asosyal, yer yer
ukala kimliğiyle insan ilişkilerinde sorunlu olan Turing, bir
yandan ekibiyle büyük sıkıntılar yaşarken diğer yandan da Enigma’yı
alt etmek üzere onun kadar etkili bir makine geliştirilmesi
gerektiği fikriyle üstlerini de karşısına alır. Kodun kırılamadığı
her an ekibin üzerindeki baskı artarken Turing, ekibe bir bulmaca
yarışması üzerinden yeni iki kişiyi katar. Bunlardan biri de
matematik alanının ilk kadın dehalarından Joan Clarke’tır (Keira
Knightley). Erkek egemen bir düzende ailesinin baskısıyla uğraşan
Clarke, Turing’le yakınlaşırken, ona ekip çalışması için gereken
asgari müşterek güven ve saygı zeminini öğretir. Böylelikle en zoru
satranç şampiyonu ve ekibin eski lideri Hugh Alexander (Matthew
Goode) başta olmak üzere ekip arkadaşlarıyla asgari düzeyde de olsa
bağ kurabilen Turing, Clarke’ın ne demek istediğini üstleri
makinesini kırmaya kalktıklarında ekibi onu savunduğu zaman
anlar.
Gerçek hayatta matematikçi Gordon Welchman’ın önerilerini de
dikkate alan Turing, Enigma’yı hızlı kırmaya yardımcı olacak
korumalı mesaj trafiğine saldırmada etkili, otomatikleştirilmiş kod
kırma makinesi olan Bombe Enigma’yı geliştirdi. Filmde ekibin,
tekrarlanan kelimelerin yardımıyla kodu çözdükleri ve sonrasında
savaşın seyrini değiştirmek üzere gizli servisin Almanların kodun
kırıldığını anlamayacağı bir algoritma geliştirdiği bölüm; savaş,
ahlâk, bilim, insanlık, tanrıcılık dahil çok fazla şeyi
sorgulamamıza vesile oluyor.
'İNSANLAR NEDEN ŞİDDETİ SEVER?'
Çekim mekânları olarak Alan Turing’in eğitim gördüğü Sherborne
Okulu ve Bletchley Park’taki kod kırma merkezinin de yer aldığı
filmde, toplumla uyumsuz ama yaptığı her şey insanlığın hizmetine
adanmış bir insanla karşılaşıyoruz. Kodları kıran ama insan
iletişiminin riyakârlığıyla ne yapacağını bilemeyen bir insanla.
Turing’in çocukluğuna ayrılan kısımda ‘norm zorbalığı’nın ilk
hamleleriyle tanışan genç Alan (Alex Lawther), her nasılsa
kendisini olduğu haliyle kabul eden ve dahası seven Christopher ile
(Jack Bannon) bağ kuruyor. Bu bölümün naifliği hepimize ruhumuzu
henüz zırhlarla kaplamadığımız o eski zamanları hatırlatacak
yoğunlukta. Okul arkadaşları onu zemin dibine, adeta bir tabuta
hapsetmişken ve Alan, panikle direnirken bir anda duruveriyor. O
durunca, tepesindeki ayaklar ve tekmeler de duruyor ve Alan bizimle
hayatının en büyük çıkarımlarından birini paylaşıyor: “İnsanlar
neden şiddeti sever, biliyor musunuz? Çünkü şiddet onlara
kendilerini iyi hissettirir. İnsanlar şiddeti fazlasıyla tatmin
edici bulur. Ama tatmin kısmını çıkarırsan, bütün eylemin kendisi
bomboş kalır.”
23 Haziran 1912 tarihinde Londra’da doğan ve 14 yaşındayken bu
özel okula giren Alan Mathison Turing, gerçek hayatta, üst sınıftan
Christopher Marcom’la yakın arkadaşlık ve aşk ilişkisi kurmuş.
Marcom, tüberküloz hastalığı nedeniyle, okuldan mezun olamadan
ölünce dini inancını kaybederek ateist olmuş. Ama filmde
Christopher’ın o cümlesi bir iman misali hep onunla kalıyor: “Bazen
tam da kimsenin kendisinden bir şey beklemediği insanlar, kimsenin
tahayyül edemeyeceği şeyleri yapar.”
1935’te Cambridge Kings Kolej’den üniversite diplomasını alır
almaz Kings Kolej’e akademik üye seçilmiş. Sonrası felsefe,
matematik, kriptoloji ve yapay zekâ konularına adanmış bir ömür,
çürütülemeyen hipotezler, kıymeti halen geçerli makaleler ve
“Turing Makinesi” denilen algoritma tanımı ile attığı modern
bilgisayarların kavramsal temeli…
Ama iktidar hep açık arar. Çünkü hegemonya kurmanın özü, ruhuna
saldırmaktır. Alan Turing için de o yıllardaki yasal düzenlemelere
göre suç kabul edilen eşcinselliği koz olarak kullanıldı. Evindeki
bir hırsızlık vakasının ayrıntılarını, ilişkide olduğu ve sanık
konumundaki Alan Murray’i korumak için saklamaya çalışan Turing,
tutuklanır ve insanlık dışı bir tercihle karşı karşıya bırakılır:
Ya iki yıl hapis yatacak ya da kimyasal hadım anlamına gelen
östorojen hormonu ‘tedavisini’ kabul edecektir. Çalışmalarını
sürdürebilmek için bu iğne işkencesine katlanmaya karar veren
Turing, alanın bütün toplantılarından, kriptoloji alanındaki
danışmanlığından, akademik pozisyonlardan dışlanır. Tarihin garip
bir cilvesi olarak ekipte en çok çatıştığı ama sonradan yakın
dostluk kurduğu Hugh Alexander, bu korkunç yargılama sürecinde
Turing’in kişiliğine tanıklık etmek üzere mahkemede yanında
olacaktır. Filmde Alexander’ı oynayan Matthew Goode ile Benedict
Cumberbatch’in iliğimize işledikleri cinsel gerilim ve arzu ise bu
maceranın unutulmaz ayrıntılarından biri olarak kalıyor. Gerçek
hayatta yaşama coşkusunu oluşturan üretiminden mahrum bırakılan
Alan Turing, 7 Haziran 1954’te içine siyanür zerk ettiği elmayı
ısırarak hayatını sonlandırır. Cinayete bazen intihar diyorlar,
bilirsiniz işte.
Filmde intiharını görmüyoruz. Ama Benedict Cumberbatch, zaten
sonuna yaklaşan yolu, cinayetin kendisini bakışlarıyla ve sinir
kahkahalarına karışan gözyaşlarıyla göstermiş. Ve biz o sinsi ölümü
adım adım izliyoruz. Hatta II. Dünya Savaşı yıllarının gerilimi
yerine Turing’in ölüm kalım savaşı ve onur savaşı verdiği bu döneme
daha çok zaman ayrılsa demeden de geçemiyorum. Yönetmen Tyldum, bu
tercihi "Hayatta olmak ve insan olmak ne demek?" Sorularına
odaklanmak isteğiyle açıklıyor. Filme adını veren Turing Testi’nden
etkilenen yönetmen “Bana göre Turing bir matematikçi olduğu kadar
felsefeci aynı zamanda. Çünkü düşünmenin ne demeye geldiğini
çözmeye çalışıyor. Salt biri ya da bir şey sizden farklı düşünüyor
diye, bu onu düşünmüyor kılmaz. Tamamen bu meseleye zihnini
akıtmıştı ve ben de filmde bunu anlatmak istedim” diyor.
Filmin tek kurgu kişiliği olan Detective Nock, Alan Turing’i
sorguya çekerken, yargılandığı eşcinselliğini değil, Turing
Testi’ni sorarken işte bu yoğunlaşmayı sağlıyor. Senarist Graham
Moore’un ifadesiyle "Normal bir insanın Alan’a bu dehşeti yaşatacak
şeye nasıl vesile olacağını görüyoruz. Nock kötü bir insan değil.
Turing’in başına gelen bütün bu korkunç şeyler doğrudan onun hatası
değil ama bu haksızlık nihayetinde hepimizin hesabını vermemiz
gereken bir şey. "
“Şimdi sen karar ver. Ben makine miyim, insan mıyım? Savaş
kahramanı mıyım yoksa bir suçlu mu?” diye soruyor Alan Turing.
Nock’un şahsında hepimize…
Şu itibar meselesine geri dönecek olursak… 1966’dan beri, Alan
Mathison Turing anısına bilgisayar alanının Nobel’i sayılan “Turing
Ödülü” veriliyor. 23 Haziran 2001’de Manchester’de Whitworth
Sokağı'ndaki üniversite binaları arasında bulunan Sackville Park’da
Turing’in bir bronz heykeli dikildi. Alan Turing’in doğumunun
100'üncü yılı olan 2012 yılı Alan Turing yılı olarak ilan edildi.
2013’te, Kraliçe Elizabeth resmi bir özür yayınlayarak, Alan
Turing’in savaş sırasındaki başarılarını onurlandırdı.
Geriye kendi hesaplaşmamız kaldı. Turing’e itibarı geri
verilmedi çünkü zaten hiç alınmamıştı. Turing intihar etmedi,
öldürüldü. Ve toplum kitlesel sorumluluk savışıyla iktidar
güçlendirirken Turing aslında içimizin şifrelerini kırdı. Gücü olan
kodun gösterdiği hakikatle yüzleşsin.