Son iki yıldır Kürtlere yapılanlar, kendini iktidarda kalıcı gören bir hareketin politikası olamaz. Karşı karşıya olduğumuz politika, elinden geldiği kadar kötülük yapmaktan öte bir maksat taşımayanın çırpınışını andırıyor. Eskinin devleti tıkandığı noktalarda “yaraları sarma” vaadinde bulunuyordu. Yeni devlet, bırakın böyle bir vaatte bulunmayı, “yaraları sarma” talebinde bulunanları bile düşmanlaştırıp cezalandırmaya, tıkanmışlığını baskıyla kapatmaya çalışıyor. Bu hoyratlık elbette büyük bir korkunun eseri. O korku da yaratılan büyük enkazın çok iyi bilinmesinden ve bir daha bu yaranın iyileştirilemeyeceği inancından kaynaklanıyor. Yürütülen dehşet politikasının yarattığı devasa öfkenin bu politikanın mimarlarını da dehşete düşürmemesine imkân yok. Devlet belki de yarattığı enkazın üstesinden gelebilmek için hoyratlığın dozajını artırarak sürdürüyor.
Büyük olasılıkla “Çökertme Planı”nın mimarları tüm bunları öngörerek, yıkıcı politikayı büyük soğukkanlılıkla hayata geçirdiler. Dolayısıyla devlet geri dönülmez yolda ilerlerken arkasında bıraktığı enkazın kendisini takip etmeyeceğini düşünmüş olamaz. Fakat siyaset, bir toplumu planlandığı gibi değil, yaşandığı gibi şekillendirir. Bu sadece devlet açısından değil Kürt hareketi açısından da geçerlidir. Sivillerin bulunduğu yaşam alanlarında yürütülen savaşta hangi taraf muzaffer olursa olsun, kaybedenler siviller olur. O savaşta yaşamları, onurları zedelenen sivillerin nasıl bir politik özne haline geleceğine ise hiçbir güç karar veremez. O kararı, acıyı yaşayanların haleti ruhiyesi belirler.
Ağustos 2015’ten itibaren yoğunlaşan şehir çatışmaları sırasında, sivillerin maruz kaldığı sayısız dehşetin görüntüleri bizzat kolluk güçleri tarafından belli aralıklarla yayınlandı, daha doğrusu ilan edildi. Anlaşılan o dehşet dönemini hatırlatarak intikamcılığı ve çökertme gayesini yerine getirmek için belli aralıklarla yayınlanmak üzere sayısız görüntü var ellerinde. Belki de şu ana kadar gördüklerimiz sadece yayınlanmaya cesaret edilebilenlerdir. Dolayısıyla belli dönemlerde Kürtleri provoke etmek veya “yurttaşlık bağlarını” koparmak için arşivlerde çok daha korkunç görüntüler saklanıyor olabilir.
SUR, HALEP, FİLİSTİN
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır-Sur’daki çatışma ortamından çıkmaya çalışan bir ailenin görüntüleri, aradan bir yıl geçtikten sonra yayınlandı.
Görüntülere yansıdığı kadarıyla bir kız çocuğu polislerin bulunduğu noktaya doğru geliyor. Anonsla direktif veren kolluk mensubu çocuğun kıyafetlerini çıkarmasını, karnını ve sırtını göstermesini istiyor. Çocuk o korkuyla kazağını kaldırıyor, altındaki zıbını yırtarak karnını ve sırtını gösteriyor. Sonra başka çocuklar geliyor, aynı küçük düşürücü muamele onlara da yapılıyor. Görüntüyü çekenler ileride bebekli ailenin başka fertlerini farkediyor. Görüntülere yansıyan hakaret, küfür ve ırkçı sözler içinde bir kolluk mensubunun belgesel ismi olabilecek şu sözü duyuluyor: “Korkma, devlet hepinize bakacak a.koyayım”. Bir diğeri, çocukların babası için “y. kafası, talimatlara uy, anasını s…” diyor, bir diğeri bu yazının başlığı olan sözü ekliyor: “İtinayla vururum.”
Öncesindekileri geçtim, son Sur görüntüleri üzerine de tek bir İslâmcı yazar çıkıp “sizin yaptığınızın İsrail’inkinden farkı yok” bile demedi. Filistinli çocukların maruz kaldığı muamelenin fotoğraflarını, sadece siyasi çıkarları için elverişli olduğu dönemlerde manşetlere taşıyan, afiş yapıp sokak gösterilerinde kullanan riyakâr cenah, Kürt çocuklarına yapılan uygulamaları, küçük düşürmeleri görmezden gelmekle yetinmiyor, buna kılıf da uydurarak ortak oluyor.
Oysa Sur’daki çocuklara yönelik muamele İsrail’in Filistinli bir çocuğa yönelik aşağılama girişimi olsaydı, İslâmcılar sokaklara dökülür, Türkiye’nin dört bir yanında İsrail’i protesto gösterileri düzenlenir, İslâmcı kalemler öfkeli yazılar yazar ve İsrail’le ilişkiler limoniyse hükümetten de kınama mesajı gelirdi. Keza Halep’te yaşananları her gün protesto eden, “insanlık nerede” diye sorup TV ekranlarında gözyaşı döken İslâmcılar elbette konu Kürtler olunca çıt çıkarmadılar ve çıkarmayacaklar da. Sessizliklerindeki riyakârlığın fark edilmediğini mi zannediyorlar?
Sözümona ezilmişliklerinin acısını büyük bir hasetle çıkarmak için “devletleri” kimi düşman belliyorsa o düşmanlığa kılıf uydurmaya dünden hevesli İslâmcı yazar-çizer kesimi, örneğin küçük bir kız çocuğuna yapılan alçaltıcı davranışa ses etmeyip “terör”, “iç düşman”, “Batının maşası”, “Haçlı ittifakı” teorilerine kuvvet verdikçe, bu günahta pay sahibi oldukları gerçeğini mi gizleyebilecekler?
FERHAT ENCÜ
Kürtleri bu tür dehşet görüntüleriyle provoke etmeye, sokaklara döküp iç çatışmaya sürükleyerek “yenmeyi” hedefleyenlerin maksadı ise henüz hasıl olmadı. Bazı insanlar nasıl ki umursanmadıklarında “yok oluyorsa”, bazı provokatif siyasetler de umursanmadıkları sürece yok olurlar. Buradaki umursamazlığı sinizm olarak değil, tercih edilen politik bir sabır duruşu olarak okumak gerekiyor ve Kürtler şu anda bu politik duruşta ısrar ediyor.
2015’ten bu yana gerçekleştirilen ve yüzlercesi bizzat failleri tarafından internet ortamında ilan edilen sayısız hak ihlalinin neredeyse bir tanesini bile soruşturmayan yargı, bu uygulamaları eleştiren gazetecilerin peşine düşüyor. Yazdığımız her cümleyi titizlikle okuyup bunda suç unsuru bulmaya çalışan, haber yapma, eleştiride bulunma hakkımızı yasaklayan “yargı” zihniyeti yakasına yapıştığını Kafka’nın Ceza Sömürgesi’ndeki cendereden geçirircesine hayatları tarumar ediyor.
Örneğin HDP milletvekili Ferhat Encü. Roboski Katliamı’nda aralarında kardeşi ve 11 akrabası olmak üzere 34 yakınını kaybetti. Bu katlanılması güç acıya rağmen mücadeleyi demokratik siyasette görerek seçimlere girdi, halkın oyunu aldı, meclise girdi. Defalarca meclis çatısı altında hedef gösterildi, saldırıya uğradı ve sonuçta tutuklanarak hapse kondu. Oysa Roboski katliamının sanıkları hiçbir zaman ortaya çıkarılmadı ve cezalandırılmadı. Dava dosyası o mahkemeden öbürüne yollandı ve tozlu raflara kaldırıldı.
Hatırlanacağı gibi, katliamın hemen ertesinde taziyede bulunmak üzere bölgeyi ziyaret eden Uludere kaymakamına yönelik bir saldırı gerçekleşmişti. Kaymakam, orada bulunanların sağduyusuyla ciddi bir zarar görmeden kurtulmuştu. İşte şimdi Ferhat Encü ve 31 köylü, kaymakamı öldürmeye teşebbüsten müebbet hapisle yargılanmak isteniyor.
Buna “düşmanla savaş hukuku” mu dersiniz, parçalanmış adalet mi, bilemem. Ama avukat Ercan Kanar’ın Haluk İnanıcı tarafından derlenen “Parçalanmış Adalet” kitabındaki değerlendirmesini not etmekte fayda var: “Düşmanla savaş hukuku’nda yargı kesin taraftır, egemenin silahıdır, devlete tam bağımlıdır. Aynı zamanda yargıç resmi ideoloji bağımlısıdır. Yargıç, egemen toplumsal anlayış karşısında da özgür değildir.” Unutmamalı ki Ercan Kanar’ın ifade ettiği o egemen toplumsal anlayış, şu anki adaletsizliğin temelidir.
HRANT DİNK’İN TIRNAK İŞARETİ VE GARO PAYLAN
1915 öncesinde Malatya’nın üçte biri Ermeniydi. Garo Paylan’ın ailesi de o üçte bir nüfusun mensubuydu. Tehcir sırasında Paylan’ın babaannesinin annesi, sekiz çocuğunu komşusuna bırakmak istiyor. Komşu, yalnızca çalışabilecek yaştaki ikisi erkek üç çocuğunu alıyor. Diğer erkekler öldürülüyor, babaannenin annesi de kalan çocuklarıyla ölüm yolculuğuna çıkıyor ve bir daha dönen olmuyor. Değirmenci komşuda kalan üç kardeşten biri hemen sonra hayatını kaybediyor. Paylan’ın babaannesi ailede besleme, diğeri de değirmende ırgat olarak çalışıyor. Tehcir gelip geçtiğinde Malatya’da hepi-topu birkaç yüz yetim kalıyor. Onların bir kısmı “Müslümanlaşıyor”, Paylan’ın babaannesi ve dedesi de bir süre sonra birbirlerini bulup evleniyor ve “kılıç artığı” olarak varlıklarını sürdürüyorlar. “Kılıç artığı” Paylan, tehcirden yüz yıl sonra, atalarının maruz kaldığı bunca vahşete rağmen demokratik siyaset yapmak üzere seçimlere giriyor ve tıpkı Ferhat Encü gibi HDP’den milletvekili seçiliyor.
Toplumsal mutabakattan ziyade otoriter dayatmanın cisimleştirilmesi çabasını ihtiva eden yeni anayasa çalışmaları sırasında TBMM kürsüsüne çıkan Paylan, atalarının uğradığı muameleyi soykırım olarak tanımladığı için CHP, MHP ve AKP’nin ortak kararıyla Meclis’ten uzaklaştırıldı. Dört gün sonra öldürülüşünün 10. yıldönümü olan Hrant Dink, gazetesi Agos’ta soykırım sözcüğünü tırnak içinde kullanıyordu. Bir mutabakatla öldürülen Dink’ten sonra Ermeniler ve dostları o tabuyu reddederek soykırımı tırnak içine almaktan vazgeçmişti. Yaptığımız görüşmede Paylan, “şimdi soykırımı tekrar tırnak içine aldılar. Sadece kelime değil, her şey tırnak içine sokuluyor. Yeni normal bu ve biz de buna itiraz edeceğiz” diyor.
“Soykırım için kanıt” isteyenlere Paylan, “benim en büyük kanıtım babaannem” diyor. Şu anki hoyratlığın mimarları Paylan’ın hikâyesini iyi not etmeli. Ne kadar yok ederseniz edin, 102 yıl sonra da olsa, bir “kılıç artığı” karşınıza çıkıp hakikatleri haykırıyorsa, evet onu da Meclis’ten uzaklaştırabilirsiniz ama hakikatin yüzünüze çarpmasına asla mani olamazsınız. Tabii hakikatle yüzleştiğiniz anda utanıp utanmamak sizin meseleniz, zulmettiklerinizin değil.